Münir Nurettin Selçuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Münir Nurettin Selçuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ekim 2016 Cuma

Gamlı Hazan

Sevgili yaşlı dostum,

Size ne zamandır yazmıyorum. Fakat sanmayın ki bu içimden sizinle konuşmadığım anlamına da geliyor. Mesela dün gece, kim bilir kaç yıl sonra ilk defa Ben Gamlı Hazan Sense Bahar'ı dinledim. Bet sesimle eşlik ettim şarkıya. Bu da bir nevi sizinle konuşmak sayılırdı bana kalırsa. Bana kaldı....

İş bölümümüz oldukça açıktı değil mi? Siz gamlı hazan bense bahar. Baharlığım kalmadı pek. Hiç kalmadı desem yeri. Yıllar ne acımasız değil mi? Kaybetmem sandığı şeyleri kaybettiriyor insana. Yaşama sevincini, tutkusunu, aşka duyduğu aşkı. Siz de böyle miydiniz acaba tanıştığımızda? Sanmam. Yorgun bir ağaç gibiydiniz daha çok. Yorgun ama bir ağaç. Yapraklarınız solsa da ruhunuz dolanıyordu hâlâ damarlarınızda. Gamınıza gam kattım ben de. Tam tahmin ettiğiniz gibi. 

Uzak diyarlara göçmüşsünüz. Çok sevindim sizin adınıza. Evlendiğinizi okumuştum en son, belki çocuğunuz da olmuştur şimdiye kadar. Gerçi istemiyordunuz ama istemeyen tanıdıklarımın hepsinin yüzü bebek fotoğrafı oldu telefonumda. Bir çocuğum var derseniz şaşırmam o yüzden. Sevinirim. Sizin çocuğunuz olmak da güzel şey olmalı. Pederiniz gibi olmayacağınıza eminim. Sizin aksinize hep emindim. Madem artık burada da yaşamıyorsunuz, bir insanı daha tanıştırmak renklerle ve seslerle güzel olabilir.

Bana hepsi biraz solgun geliyor artık biliyor musunuz? Yaştan mı, ülkeden mi, yoksa hepsi birden mi bilmiyorum. Renklerin pek azını görebiliyor, seslerin ve kokuların pek azını duyabiliyorum sanki. Küçük kolonyalar biriktiriyorum çalışma masamda. Ara sıra burnuma dayıyor, ellerime sürüp içime çekmeye çalışıyorum kokularını. Çekemiyormuşum gibi geliyor, bilmiyorum. Dünyayı ve hayatı olanca yoğunluğuyla algılamamı engelleyen, adı konulmamış bir hastalığım olabileceğini hayal ediyorum. Herkesin her zaman böyle yaşadığını düşünmek bu hayalden daha dehşet verici geliyor bana. 

Çok kitap var, çoğunu okumadım. Çok müzik, çoğunu dinlemedim. Çok fikir, çoğunu anlamadım, varlığından bile haberdar değilim çoğunun. Çok azımla yaşıyor gibiyim, anlıyor musunuz? Anlayacağınızdan yana pek umudum yok. Yorgun da olsa bir ağaç gibi yaşıyordunuz siz, nasıl anlayabilirsiniz? Ağaçlığınızdan belki, her şeyi bildiğiniz gibi bunu da bilebilirsiniz. 

Hani akşamdan kalma geçen günlerde aklınız tam çalışmıyor gibi olur ya, sanki bütün hayat akşamdan kalma bir günmüş gibi geliyor. Yapabileceklerimi yapmadığım, sınırlarıma varamadığım, dış koşulların ve kendi kendime dayattığım sınırları genişleteceğim yerde onları iyice daralttığım, bitmeyen günler. Hayatı sevmeyi unutmuş olabilir miyim dersiniz? 

Aşiyan'a uğrama vaktim gelmiş sanırım. Selamınızı söylerim Münir Nurettin'le Turgut Uyar'a. Söyleşir, ağlaşır dönerim yine masamın başına. Özellikle tepeye, Turgut'un yanına çıkıp da yüzümü boğaza döndüğümde gözlerimi kapayayım diyorum. Serin rüzgarı, servilerin hışırtısını duyayım. Orada uzanmış yatanlardan biriymişim gibi. Hem baharda erguvanları da çok güzel açar Aşiyan'ın. Olur da aklınıza düşerse diye söylüyorum, meyilli değilim intihara. Bu yaşadığımız, hayat olmaktan öyle hızla uzaklaşıyor ki intihar falan filan bile anlamını yitiriyor burada. Sönümleniyoruz, hatta sönüyoruz. Hepsi bu.

Nisyan merhametli şeymiş bir yandan. Unuttuğu şeyi özleyemiyor insan. Özlese, özleyebilse deli olur bence. Hatırlayabilsem on dokuz yaşımı, ağlardım herhalde. Şarkılarla şiirlerle sevmeyi sevilmeyi, incelikleri, zihin açan konuşmaları, her gün biraz daha çoğalmayı ama her nasılsa ağırlaşmadan, daha da hafifleyip yerden bir metre yukarıda uçar gibi yürümeyi sevdadan. "Ne yapıyorsanız aşkla sevdayla yapıyorsunuz" derdiniz. Öyle yapıyordum herhalde. Bırakın sözlerini hatırlamayı, güçlükle mırıldanabildiğim bir şarkı gibi hatırlıyorum kendimi. İyi ki buraya bırakmışım birkaç satır. Yoksa hep böyle olduğumu sanabilirdim.

Hep böyle mi olacak artık? Ama biraz da hak ettiğimi düşünmeye başladım biliyor musunuz? Hiç gitmediğim yerlere gitmek istiyorum mesela, hiç geçmediğim sokaklardan geçmek. İstiyor ama hiçbir şey yapmıyorum. Eyleme dökecek kadar isteyemiyorum demek ki. İstek de laf mı, öyle güçlüydü ki arzum, "ışık olsun!" desem ışığı oldurabilecek gibiydim. Işığım olsun istiyorum şimdi, içime biraz aydınlık. Ama hiçbir şey olmuyor. Olduramıyorum yaşlı dostum. Hâlâ benden yaşlı olduğunuz gibi hâlâ dostumsunuz da. Bunu bilip bilmemeniz konu dışı. 

Eve biraz kil alıp heykel mi yapmalıyım, musıki cemiyetine mi katılmalıyım... madem sittin sene burada kalacağım gibi görünüyor, ben ne yapmalıyım? Bir şeyler üretmeliyim galiba. En yoğun bastıran duygu bu son zamanlarda. Nasıl, neresinden başlamalı bunu bulmalıyım. Özgürleştirmeliyim esirlerimi. Ölümün olduğu yerde özgürleşmemek korkunç değil mi zaten? Korkunç. 

Bir yolunu bulacağım. Umarım. 

Sevgiyle gözlerinizden öperim dostum. Ne olur bu zırvaları okumayın, sağlıcakla kalın.


Ayşe 

30 Ocak 2015 Cuma

Sarahaten

Aşiyan'ı yuva belleme sebebim şarkı. Sözlerinde hep bir gel beni dramatize et çağrısı duymuşumdur. Metin Akpınar bu çağrının hakkını vermiş. 



2 Mart 2013 Cumartesi

Aşiyan Leyla Yuvası

Evden çıktım. 

Aşiyan'dayım.

Yürümüşüm.

Girişteki bankta oturan iki görevlinin dikkatini çekmeden usulca girdim mezarlığa, sessizce sağa doğru süzüldüm. Biraz aşağı inip oturdum Münir Nurettin'in ayak ucuna. "Anlat" diye başladım söze.

- Beni Leyla eden biraz da sensin. Hepsini sen yazmadın, sen söylemedin elbet ama o Leylalı şarkılar hep senin başının altından çıkmış gibi geliyor bana. Anlat şimdi. Bana filmin sonunu, şarkının sonunu...bana Leyla'nın sonunu anlat. Sonunda ne oluyor Leyla'ya? Ne olur anlat üstat, sarahaten anlat. Çok merak ediyorum artık. 

Gözlerim doldu. Bir baktım ağlıyorum. 

On çeşit ot bitmişti toprağında. Yapraklarını severken dindi ağlamam.

İzin isteyip kalktım yanından.

Girişe çıktım. 

Yahya Kemal'in yanından geçip sola yukarı doğru yürümeye başladım.

Veli'nin oğluna bir sözüm vardı. Gelirim deyip gitmemiştim ne zamandır.

En yukarıda diye hatırlıyordum. Çıktım çıktım bulamadım.

"Neredesin be adam" diye söylenirken arkamdan gelen sesle irkildim:

- Kimi aramıştınız? 

- Orhan Veli'yi.

- Demin yanından geçtiniz, görmemişsiniz.

Beni takip ediyormuş. Gençten bir çocuk. Mezar görevlilerinin beni takip etmesinden hoşlanmıyorum. Yardımsever insanlar aslında. Bazen böyle bulamadığım da oluyor hani ama yine de hoşlanmıyorum işte. Aşiyan Mezarlığı da mahremi olur muymuş insanın! Kuş yuvası değil benim yuvam sanki.

Çocuğu izlemeye başladım. Çocuk saymaya başladı: Yahya Kemal, Edip Cansever, Özdemir Asaf, Turgut Uyar...

- Turgut Uyar da mı burada?

- Evet. İşte Orhan Veli. Bakın Turgut Uyar da hemen şurada.

- Teşekkür ederim.

Çocuğun uzaklaşmasını bekledikten sonra ayak ucuna çöktüm Orhan Veli'nin. Toprağında biten geniş ve yuvarlak yaprakları severek konuştum. Mezar taşına bakarken gülümsedim nedense. 

- 1914-1950... 36 yaşında ölür mü insan be. Sana yetişmek için 8 sene sonra ölmem gerek. Hiç istemem bunu. Yaşasaydın ne olurdu diyeyim mi ben sana? Nazım gibi 60'ından sonra aşık olurdun. O kadında o güne kadar sevdiğin bütün kadınları sever, ona şiirler yazardın sen de. Ben hiç sevemedim Vera'yı, bilirsin. Piraye olmak isterdim küçükken, Nazım'ın Piraye'si. Leyla oldum onun yerine. İşte böyle Veli'nin oğlu Orhan Veli... Hiç bakma atamam kendimi denize, dünya güzel. Serde Leylalık var, anlatamam. Yalnız ne cins adamlarsınız kuzum. Sizi bulmak imkansız. Demin üstadın yanındaydım da. Mezar taşının içe bakan kısmında isim yazmıyor. Sen böyle kuytulara saklanmışsın. Zor adamlarsınız vesselam. Öldünüz hala zorsunuz. Bizim gibi kadınlar sizin gibi adamları böyle sevmese ne bok yerdiniz merak ediyorum. Neyse, bak sözümü tuttum geldim. Biraz da Turgut'un başına ekşiyip öyle gideyim. Gelirim gene. Söz söz, bak geliyorum işte söz verince.

Çocuğun demin gösterdiği yöne baktım, göremedim. Biraz yukarı çıkınca gördüm yerini. Turgut da az sapa değil ha, nedir benim bu adamlardan çektiğim. Yanına çıkacak yol bulmak için biraz debelendikten sonra tırmanıp çıktım, oturdum yamacına.

- ağustos 1927-1985. Ağustos'ta doğdun, Ağustos'ta öldün demek. Seni bana sevdiren adam da Ağustos'ta doğmuştu, aynı gün hatta. Yanılmıyorsam ölmedi henüz. Ağustos 1985... Sen ölmüşsün, ben doğmuşum. Eylül benim. Sen tanımıyorsun ama yanındaki kadınla aynı yıl doğmuşsunuz bak, onda da 1927 yazıyor ama 2013'te ölmüş o. Ne garip...sen gitmişsin, o kalmış. Hiç tanımadığın bir kadın ama işte yanına uzanmış yatıyor. Kim bilir ne farklı hayatlar yaşadınız. Sahi Tomris nerede? Onu göremiyorum. Senin yaprakların değişik, çatallı çatallı. Orhan'ınkiler geniş ve yuvarlak. Şiirlerinize benziyor toprağınızda biten otlar da. Ne güzel adamlarsınız siz. Bak sana ne soracağım Turgut. Bu Leyla'ya ne oluyor sonunda, sen biliyor musun? Gülme be adam, ben ciddiyim. 'Gençsin, güzelsin, kafan da çalışıyor; bu güneşli Cumartesi günü kendine dert mi bulamadın' diyorsun. 'Henüz hayattayken tadını çıkar' diyorsun. Haklısın. Ne yapıyorum ben. Bu ara bir endişe sardı beni. Hep bu şarkılar yüzünden. Leyla iyi güzel de nasıl yaşlanıp nasıl ölüyor bu kadın? Yanında kim var? Mutlu mu? Bahtı saçlarından kara olmasın, yazıktır. Derdi olmasın, varsa da söyleyebilsin. Hep ağlamasın, biraz da yüzü gülsün şu kadının. Ne diyorsun Turgut, olur mu sence? Bence de. Sağolasın usta. Hadi ben gideyim artık. Tadını çıkar dedin ya, Yeniköy Kahvesi'ne gidip bol köpüklü sade bir Türk kahvesi içeyim. Görüşürüz. 

Türk kahvesini içerken radyo dinliyordum. Zeki Müren söylüyordu

14 Mart 2011 Pazartesi

Her Kışın Sonu Bahar

Sırtımı yarılayıp sabırla belime uzanan saçlarımı özenle zapturapt altına aldığım lastik tokayı iplemeyen firari perçemleri gelişigüzel yatıştırmak için elimi başıma atıp da güneşten ısınmış saçlarımla karşılaşınca anladım ki bahar gelmiş. Sabah saati olmasına karşın yüzümü artık kesmiyor soğuk hava. Serin bir bahar havası öpüp kaçıyor sadece. 


Her kışın sonu bahar da...bu kaçıncı bahar? Bilmiyorum, saymayı bırakıyorum artık. İstanbul öyle güzel ki yerli yersiz gülümsüyorum. Gülümsememek elimde değil. Sevmemek gibi. 


Boğaz turlarımız başlamıştır.




"Gittin gideli bebek" ördekleri rontladım.


Anlam veremediğim bir şekilde ağ seviyorum. Özellikle sahildeki bankları fotoğraflama arzumdan sonra bir de bu çıktı başıma. Renkleri sanırım.




Sahilin muhtelif yerlerinde köpeklerin kimi o şekil kimi bu şekil abidik gubidik vaziyetlerde sere serpe yatıyorlardı. Sanırsam bu anlarda en büyük dertleri güneşe ne taraflarını verecekleri idi. Fakat güneş, serin serin esen o hafif rüzgarla sözleşmiş gibi öyle tatlı ısıtıyordu ki "sen de haklısın" dedim köpeklerden birine. Hangisine hatırlamıyorum.


Sonra Aşiyan'a vardım elbette. Her defasında yol yorgunluğuyla kendimi külçe gibi bıraktığım, hatta sere serpe yatıp bacaklarımı da tepesine uzattığım bank bir güzel göründü gözüme, onu da çektim. 
Âdetim olduğu üzere mezarlığa uğradım yine. Girer girmez emin adımlarla sağa yönelince ilişmiyor asık suratlı görevliler. Yine ayakucuna oturdum üstadın. Çok geçmeden küçük beyaz çiçekler açacağını bildiğim bitkinin yapraklarını sevdim uzun uzun. Toprağını okşadım. Konuşacak oldum, ne diyeceğimi bilemedim. Her şeyi bilen adama ne denir ki? En iyisini sen yapıyorsun üstat deyip ben de katıldım suskunluğuna. Tam gözlerim doluyordu ki bir sesle irkildim. 
- Aileden misiniz?
- Hayır. 
(Bir açıklama yapmamı bekledi sanırım ama söyleyecek mantıklı bir şey gelmedi aklıma. Nasıl olsa devam edecek dedim. Etti.)
- Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Veli, Attila İlhan da burada yatıyor.
- Biliyorum...ama işte hep Münir Nurettin'e uğrarım ben. Onları da aradığım oldu ama bulamadım bir türlü. Size zahmet olmazsa...
-Tabi tabi, buyurun... Edebiyatla ilgilisiniz herhalde?
- Eh, severim tabi. Musikiyi de. 
- Bakın bu Tanpınar, bu da Yahya Kemal. 
- Doğru ya. Hemen girişte solda olduğunu söylemişlerdi.
(Söylemişler miydi? Çoğullar mıydı bana mezar yeri tarif edenler? Peki ya ben nasıl olup da görememiştim burnumun dibindekini bunca zaman? "Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında; Yekpare, geniş bir anın Parçalanmaz akışında". Doğru ya...nasıl göremedim. Yahya Kemal'e ne demeli? "Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde; Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter. Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter." Gözümü mısralardan ayırıp yukarı kaldırınca bahsettiği serviyi gördüm. Gülümsedim.)
Sonra o güne kadarki mezarlık görevlilerine benzemeyen güler yüzlü abiden beni Orhan Veli'ye götürmesini rica ettim. Yüzüne büyük gelen yeşil gözlerinin içi gülüyor, yersiz bir güven veriyordu insana. Peşine düştüm. Yolda "Bedia Muvahhit'i bilir misiniz?" diye sordu. "Bunu nasıl sorarsınız!" der gibi bakarak "tabi bilirim" dedim. "Hemen solunuzda" diyerek gösterdi. 
Sanki Aşiyan Mezarlığı'nda değil de tekmil sanat camiasının buluştuğu bir balo salonundaydık. Takdimine lüzum görülmeyen çömez bir muhabirmişim gibi camia, onları rahatsız etmeyecek bir mesafeden tanıtılıyordu bana. Ben de hayranlıktan kamaşan gözlerle onlara bakıyordum. 
Epey bir çıktıktan sonra Orhan Veli'yi gördüm nihayet. Abi bizi yalnız bırakarak aşağı indi. Oturup, ayakucunda biten en geniş yaprağı sevmeye koyuldum. Yaşarken kim bilir kaç kadın böyle şefkatle sevmiş olmalı ellerini; böyle sıcaklıkla, sevgiyle. Çok da yaşamadı ya, şansına küssün benle idare edecek bugün. Başucunda kuru çiçekler vardı. Bir dahaki sefer ben de getireyim. Dibinde de gül bitmiş ama dikenli dallardan ibaret şu an. "Sonra görüşürüz Veli'nin oğlu Orhan Veli, ben gene gelirim". 
Baharın ilk günü. Halbuki daha çok göreceğiz bu günlerden. Tabi belli mi olur, orası ayrı. İlk aşk gibi. Baharın ilk günü yani. Güneşin içimizi tatlı tatlı ısıtacağı günler art arda sıralanmış ama hiçbiri bugüne benzemeyecek, bugünün tadını vermeyecek hiçbiri. Çok güzel günler göreceğiz. Denizin pırıltısı, kuşların cıvıltısı, ılık havayı saran çiçek kokuları aklımızı başımızdan alacak ama hiçbiri baharın bu ilk günü olmayacak. 

  

14 Ekim 2010 Perşembe

Aşiyan Yollarından

Yürüdüm.
Bir daha yürümem dediğim o yolu yürüdüm bugün.
Öfke duyarak ama ilk defa kendime değil, adını bile anmadığım birine, sonra yine kendime.
Yolları yürür gibi değil, döver gibi yürüdüm.
Lanet üstüne lanet okudum içimden. Öfkelendikçe hızlandım. Yağmur da hızlandı. Gözlüklerim, çatık kaşlarım ve kızgın bakışlarımla öyle çirkindim ki herkes çekildi önümden.
Gözlük camlarım yağmur damlalarıyla kaplandı, aldırmadım.
Bach'ın bir çello süiti çalıyordu, değiştirmedim.
Tekrar dinledim ve tekrar.
Başka acıklı şeyler de dinledim ama hiçbiri hızımdan çalmadılar.
Daha çok balıkçı geçtim, daha çok irili ufaklı tekne. Sokak köpekleri, kediler, güvercinler geçtim. Hiç durmadım.
Bacaklarım acıdı, ben kendime acımadım.


Vardım.
Gözlüklerimi sildim, saçımı topladım, üstümü başımı çekiştirdim bir şeye benzeyebilirmişim gibi.
Nereye gittiğini gayet iyi bilen insanlar gibi girdim kapısından. Selam verdiğim görevliler o yüzden peşime takılmadılar bu sefer. Bir kaç adım bir kaç basamak sonra yanındaydım. Öylece durdum geniş mezarın ayak ucunda.
Ayak ucunda biten küçük beyaz çiçeklerin ıslak, geniş yapraklarını sevdim bir müddet.
"Size güzel bir haberim var" diyecektim, hazırdı cümlelerim. "Hani bir sevdiğim vardı ya benim, hani son olacaktı, öyle dilemiştim". Kimden bahsettiğimi bilecek, ben de şakıyarak haberi verecektim.
Lâl oldum.
Hiçbir şey çıkmadı ağzımdan. Biraz daha sevdim ayak ucundaki ıslak yaprakları, bir tanesini öptüm.
Durdum. Baktım. Baktım, baktım... Dakikalar sonra bir an, bir çırpıda çıkıverdi ağzımdan.
Başka da bir şey çıkmadı zaten. Ne aklımdan geçti, ne dilime geldi.
Biraz daha durduktan sonra usulca gülümseyip "ben gene gelirim" dedim.
Çıktıktan sonraki o kısa yokuşu inene kadar vazgeçtim otobüse binmekten. Tuttum gerisin geri yürüdüm.
Öfkem dindiği halde hızlanmışım farkında olmadan. Dizlerimin bağı çözülecek gibi oldu kaç sefer. Güçlü görünmek her şeyden önemli olduğu için ne durdum ne de bıraktım kendimi, bırakamadım.
Hava kararıyor, ben hala yürüyordum.

4 Temmuz 2010 Pazar

Mezar Domatesi

Eskiden böyle olmadığını hatırlıyorum. İki bira içince iki gün sızlamazdı başım. Ayakkabılardan kurtulup sokakları çıplak ayak yürürken ya acımazdı ayaklarım ya da acıdığı halde sızlanmazdım böyle. Nostalji peşinde değilim. Hani reklam diyor ya, anti-retro, aynen öyleyim. Geçmişte yaşamanın ne boktan bir şey olduğunu ömrünün iyi bir bölümünü geçmişte yaşamakla heba etmiş birinden iyi kim bilebilir?
Kanepede bacak bacak üstüne atmış, zımbırtıyı da bacağımla göbeğimin üstüne yerleştirmiş yazıyorum bunları. Üç günün sonunda kuruduklarından şüphem kalmayan çamaşırlarla bakışıyoruz. Ben bunları yazıyorum. Dün akşamdan kalmayım bu akşama. En iyisi türk kahvesi içmek. İçkinin midemi de üzeceği aklıma bile gelmezdi.
Daha önce yazmıştım, ailede benden önceki kadınların mimiklerini, jestlerini, huylarını taşıdığımı bilmek çok hoşuma gidiyor diye. Ne olduklarını bilmemin imkanı yok tabi. Bilsem anlamını kaybedebilirdi zaten. Anneanneme benzediğimi biliyorum mesela. Saflığımı ondan almışım. Bir şey söylenince inanıyorum. Hayatta her şeyin mümkün olduğu inancıma istinaden inanıyorum ama olsun. Bir tür pozitif şüphecilik diyebiliriz buna. Diyelim gitsin.
Asıl bu geçmişte yaşamak hali ondan aldığım. Hatta o denli baskın ki daha gerilere dayandığına inanıyorum. Neredeyse eminim, bundan iki yüz yıl önce gözleri benimkilere benzeyen bir kadının her gününü geçmişle hesaplaşarak geçirip, ev işleriyle meşgul olurken bir yandan da kendi kendine konuştuğuna. Bizim ailenin kadınlarına mahsus mu değil mi tam çözemedim ama var bir söylenmek.
Kızardım anneanneme, bu kadar yumuşak başlı olduğu için. Subay eşi olmak da pek fazla seçenek bırakmıyor tabi. Dile getiremeyip içine attıkları hayatının geri kalanına yayılarak çıkmaya devam ediyor. Yarım asır önceki bir anlaşmazlıkta çıkarmadığı sesi bugün dinmiyor. Ağır konuşuyor, sert konuşuyor, hatta zaman zaman kırıcı oluyor ama kırmayı göze almadıklarının çoğu zaten artık yok. Dinleyecek biri olsa da anlatıyor, olmasa da. Kimseyle değil kendiyle konuşuyor.
Ben de çok yapıyorum bunu. Söyleniyorum, kızıyorum, ağlıyorum. İlgili andaki kadar olmasa da, yani biraz geç de olsa sağlıklı olduğunu düşünüyorum tepki vermenin. Tepkisizlikten, hissizlikten ürküyorum asıl. Nasıl bir şey olduğunu gördüm, üşüdüm.
Kendimden başkasına öfkelenmek işinde yeniyim. O yüzden o minvalde söyleniyorum daha çok. Ucu gene bana dokunuyor elbette, ondan kaçış yok. Kendi hatalarımı kabul etmekle başlıyorum. Evet şunu yaptım, şunu şunu yaptım ama bunu yapmadım be, diyorum. Bu kadarını ben bile yapmadım. Ne yapmadım mesela? Söz vermedim. Kaçaklığımdan, korkaklığımdan da olsa ileriye dönük bir vaat çıkmadı ağzımdan. Yalnızca bir kere birine, senelerine talip olduğumu söyledim. Ciddiydim de. İnanmadığım sözler vermedim ama kimseye. Hele ki bir hayatın bunun üstüne kurulacağını biliyorsam hiçbir şey söylemedim, sustum. Kötü biri oldum. İhanetlerim, kaçmalarım, dönmelerim… hiç kolay değildim. Çok kırdım, çok kırıldım ama bu kadar korkmadım kırılmaktan, sakınmadım kendimi bu kadar. Düzen bozmaya yetecek cesaretim ve deliliğim vardı. Doğru olmadığını bile bile, gemileri yakmaktan, dönecek bir yer bırakmamaktan dem vurmadım. Bir kere yaktım kimseyi inandıramasam da. Bazen yüreğimi dinleyecek kadar güçsüz oldum. Bazen yüreğimi dinleyecek kadar güçlü oldum. Her halükarda taş kafamı değil yalnız onu dinledim.
Bugünlerde bir ara Aşiyan’a gideceğim gene. Artık gideceğim. Otobüsle gideceğim, o yolu bir daha yürümem dedim. Girişin sağında, az ilerisinde beni dinleyecek bir adam tanıyorum. Dinlemek istemese bile kaçamayacak kadar kıpırtısız. Oturacağım ayak ucuna. Mezarına domates eksem diye düşüneceğim. Bahçe domatesi değil ama mezar domatesi. Ne salça olur o domatesten. Benden bir cacık olmaz ama ondan bir salça olabilir pekala. Senin oğlun diyeceğim, üstadım, senin oğlun sinir ediyor beni. Kalırsa bir derin sızı kalır diyor ya kafasına bir şeyler geçiresim geliyor. Ya da tokadı basıp, bak bakalım geçiyor mu sızısı demek. Ama onu zaten yaptım. Geçiyormuş.
Evet, ben bir Aşiyan’a kadar gideyim.

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Neden

Güya temizlik vardı bugün evde. H'nin telefonuyla uyandım 11 gibi. Temizliğe geleyim mi diye sordu. Bu, geleceğim demekti. Apar topar kalkıp pek de dağınık olmayan etrafı topladım. Kahve içmeden yaptığım her şey kayıt dışı sabahları.

Geldi ama her gelişi gibi değil. Her şeyden evvel birer sandalye çektik -bunu yapacağımız bir yerlerde yazılıymış kadar kendiliğinden ve olağan. Havadis dolu geçen haftanın sonrasını anlattı bir çırpıda. Benim yaşlarımdaki oğlu sevdiği kızı kaçırmıştı. Ailesi vermiyormuş kızın, bir akrabalarına sözlemişler. Kız da kaçmış oğlana. Ertesi günü apar topar ev tutuldu, döşendi, nikah yapıldı. Çöpleri toplamaya geldiğinde ayaküstü ve kıs kıs gülerek anlattığı kadarıyla biliyordum bunları. Ben can sıkıcı rasyonel modernist özne olarak doğabilecek hukuki sıkıntılardan dem vurayazarken yorgun olduğu kadar keyifli gülücükleri durdurdu anlamsız endişelerimi. Kaynana oldum iyi mi diye kıs kıs gülüyordu gençliği dün gibi aklımda olan kadın. Ben de güldüm. H mutluysa sıkıntı yok demekti.

Bugün geldi. İlk iş balkonu yıkamaktı. Yağmurları bahane edip savsaklıyordum kaç zamandır. Kovayı doldurdu, ilk suyu attı ki telefon çaldı. Hoşnutsuz da olsa rıza gösteren kayınpeder, çocukların evini görmeye geliyormuş. Hazırlık yapmak gerekti, zaten gergin olan ilişkileri daha fazla germemek için her şey yapılmalıydı. Madde bir, börek. Yanına çay, gerisi de uydurulur bir şekil. Apar topar çıktı H. Bu sefer kıs kıs gülen bendim. Eşine ulaşamadığındaki telaşı, geliniyle konuşurken hala oturtamadığı belli olan mesafe... Çoktan geleneksel hale gelmeye başlamış olan "darısı başına"dan hele ki bu bağlamda sıyırabileceğimi ummamıştım, öyle de oldu.

Aldım sazı elime, bir güzel yıkadım balkonu. Balkon yıkamak bahane, çıplak ayaklarla suda çıpır çıpır oynamak şahane. Akşama doğru kuruyunca attım masayı, sandalyeyi de. Menekşe hanımı da güneşle baş başa bırakmıştım zaten, masaya terfi etti o da. Az buçuk biyoloji kalmamış olsa aklımda küçük hanımla beraber yatacağız ama heyhat, benim de havaya ihtiyacım var.

Akşam güneşinde bir mayıştım bir çalıştım güya, kim sorarsa. Acıkmadığım halde, sırf güzel yaptığım için yemek yapıp yedim. Yanına da bir kadeh şarap, çikolata, sigara derken... bu keyfin gözü kör olsun. Bu sefer keyif için terfi oldum balkona hava kararınca. Oldu olacak deyip bir de mum yaktım. Aldım şişeyi, sigaramı yanıma. Karşımda bir avuç deniz, ama çok değil, tam bir avuç. Öyle ışıklı, öyle huzurlu ki buradan, neredeyse kendine çağırıyor. Gel diyor, Galata'da iki tek at ne çıkar. Yemezler diyorum ama öyle bir yiyesim var ki.

Musıkiyi de açtım mı yanına. Daldım daldım gittim. Kendimce şarkı bile mırıldandım. Gene düşündüm, düşündükçe düşündüm. Bu bilekliği çıkarmaya bir türlü elvermiyor gönlüm. Düşündüm işte...aşkı, sevdayı, ayrılığı...bir insan akşamları ne düşünürse onu düşündüm ben de. Öfkelenmeye çalıştım, öfkelenemedim. Ağlar gibi oldum, sonunu getiremedim. Açtım Turgut Uyar okudum, yaramadı pek. Yaramıyor. Dokunamayacağını bildiğin bir insanı uzaktan izlemek gibi sevdiği şairi okumak, sevdiği müziği dinlemek. Aydınlık bir ucu olan uçsuz bucaksız bir karanlığa sürüklüyor insanı.

Şarap ne güzel, İstanbul ne güzel...vapurlar, martılar filan. Işıkları, kokusu, uğultusu bile. Kim demişti unuttum şimdi ama, "insanlar buraya yaşamaya geliyor, halbuki burası ölünecek yer" demiş adamakıllı bir adam çok yıllar önce. Acelem olmasa da burada ölmek isterim ben de. Aşiyan'da gözüm yok da -ki bu aralar o günden sonra ilk defa olarak gideceğim, dertleşmek için bizim adamlarla- yan yana oturmak ve sessizce birer sigara yakmak isterdim o müthiş sükunete. Sonra o sükuneti bozmak pahasına da olsa "neden" derdim, "neden sevmedin beni, bir de hele. Yoo bana hiç aşktan bahsetme arkadaş, küçüğüm ya anlamıyorum farz et. İnsan sevdiğinden ayrı duramaz, durursa da ölür, ölmezse de ölür gibi olur. Bu kadarını biliyorum ben. Şimdi de bakalım neden sevmedin beni, dosdoğru söyle ama, kıvırmadan, aşka edebiyata kaçmadan". Der miydim sahi? Yok, demezdim. Gurur. En fazla bu kadar çıplak kalabiliyorum, yazarken. Bir şeyi saklamanın en iyi yolu onu orta yere koymaktır hesabı ne varsa döküyorum ulu orta. Aşikar olanı görmez insan, ben bunun tezini yazıyorum.