Eskiden böyle olmadığını hatırlıyorum. İki bira içince iki gün sızlamazdı başım. Ayakkabılardan kurtulup sokakları çıplak ayak yürürken ya acımazdı ayaklarım ya da acıdığı halde sızlanmazdım böyle. Nostalji peşinde değilim. Hani reklam diyor ya, anti-retro, aynen öyleyim. Geçmişte yaşamanın ne boktan bir şey olduğunu ömrünün iyi bir bölümünü geçmişte yaşamakla heba etmiş birinden iyi kim bilebilir?
Kanepede bacak bacak üstüne atmış, zımbırtıyı da bacağımla göbeğimin üstüne yerleştirmiş yazıyorum bunları. Üç günün sonunda kuruduklarından şüphem kalmayan çamaşırlarla bakışıyoruz. Ben bunları yazıyorum. Dün akşamdan kalmayım bu akşama. En iyisi türk kahvesi içmek. İçkinin midemi de üzeceği aklıma bile gelmezdi.
Daha önce yazmıştım, ailede benden önceki kadınların mimiklerini, jestlerini, huylarını taşıdığımı bilmek çok hoşuma gidiyor diye. Ne olduklarını bilmemin imkanı yok tabi. Bilsem anlamını kaybedebilirdi zaten. Anneanneme benzediğimi biliyorum mesela. Saflığımı ondan almışım. Bir şey söylenince inanıyorum. Hayatta her şeyin mümkün olduğu inancıma istinaden inanıyorum ama olsun. Bir tür pozitif şüphecilik diyebiliriz buna. Diyelim gitsin.
Asıl bu geçmişte yaşamak hali ondan aldığım. Hatta o denli baskın ki daha gerilere dayandığına inanıyorum. Neredeyse eminim, bundan iki yüz yıl önce gözleri benimkilere benzeyen bir kadının her gününü geçmişle hesaplaşarak geçirip, ev işleriyle meşgul olurken bir yandan da kendi kendine konuştuğuna. Bizim ailenin kadınlarına mahsus mu değil mi tam çözemedim ama var bir söylenmek.
Kızardım anneanneme, bu kadar yumuşak başlı olduğu için. Subay eşi olmak da pek fazla seçenek bırakmıyor tabi. Dile getiremeyip içine attıkları hayatının geri kalanına yayılarak çıkmaya devam ediyor. Yarım asır önceki bir anlaşmazlıkta çıkarmadığı sesi bugün dinmiyor. Ağır konuşuyor, sert konuşuyor, hatta zaman zaman kırıcı oluyor ama kırmayı göze almadıklarının çoğu zaten artık yok. Dinleyecek biri olsa da anlatıyor, olmasa da. Kimseyle değil kendiyle konuşuyor.
Ben de çok yapıyorum bunu. Söyleniyorum, kızıyorum, ağlıyorum. İlgili andaki kadar olmasa da, yani biraz geç de olsa sağlıklı olduğunu düşünüyorum tepki vermenin. Tepkisizlikten, hissizlikten ürküyorum asıl. Nasıl bir şey olduğunu gördüm, üşüdüm.
Kendimden başkasına öfkelenmek işinde yeniyim. O yüzden o minvalde söyleniyorum daha çok. Ucu gene bana dokunuyor elbette, ondan kaçış yok. Kendi hatalarımı kabul etmekle başlıyorum. Evet şunu yaptım, şunu şunu yaptım ama bunu yapmadım be, diyorum. Bu kadarını ben bile yapmadım. Ne yapmadım mesela? Söz vermedim. Kaçaklığımdan, korkaklığımdan da olsa ileriye dönük bir vaat çıkmadı ağzımdan. Yalnızca bir kere birine, senelerine talip olduğumu söyledim. Ciddiydim de. İnanmadığım sözler vermedim ama kimseye. Hele ki bir hayatın bunun üstüne kurulacağını biliyorsam hiçbir şey söylemedim, sustum. Kötü biri oldum. İhanetlerim, kaçmalarım, dönmelerim… hiç kolay değildim. Çok kırdım, çok kırıldım ama bu kadar korkmadım kırılmaktan, sakınmadım kendimi bu kadar. Düzen bozmaya yetecek cesaretim ve deliliğim vardı. Doğru olmadığını bile bile, gemileri yakmaktan, dönecek bir yer bırakmamaktan dem vurmadım. Bir kere yaktım kimseyi inandıramasam da. Bazen yüreğimi dinleyecek kadar güçsüz oldum. Bazen yüreğimi dinleyecek kadar güçlü oldum. Her halükarda taş kafamı değil yalnız onu dinledim.
Bugünlerde bir ara Aşiyan’a gideceğim gene. Artık gideceğim. Otobüsle gideceğim, o yolu bir daha yürümem dedim. Girişin sağında, az ilerisinde beni dinleyecek bir adam tanıyorum. Dinlemek istemese bile kaçamayacak kadar kıpırtısız. Oturacağım ayak ucuna. Mezarına domates eksem diye düşüneceğim. Bahçe domatesi değil ama mezar domatesi. Ne salça olur o domatesten. Benden bir cacık olmaz ama ondan bir salça olabilir pekala. Senin oğlun diyeceğim, üstadım, senin oğlun sinir ediyor beni. Kalırsa bir derin sızı kalır diyor ya kafasına bir şeyler geçiresim geliyor. Ya da tokadı basıp, bak bakalım geçiyor mu sızısı demek. Ama onu zaten yaptım. Geçiyormuş.
Evet, ben bir Aşiyan’a kadar gideyim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder