90’ların başıydı, belki de 80’lerin sonu. Yazın başıydı orası muhakkak. Tıpkı şimdiki gibi o zaman da yol iz bilmezdim. Bilirdim de hissederek, tıpkı şimdiki gibi. Yolun kenarından yükselen kayayı da geçtiğimiz vakit sere serpe Bodrum’u göreceğimi adım gibi bilirdim mesela. Zeki Müren’den başka kimseyle özdeşleştirilmediği yıllardı. Tam o kayayı dönerken babam gülerek hep aynı şeyi söylerdi: “Evet şimdi herkes derdini tasasını burada bırakıyor, dönerken alacağız”. O yaşta ne derdim tasam olacak, en fazla “okumayı sökemiyorum, asla da sökemeyeceğim” diye dertleniyorumdur. O da okula başlamışsam. Onun dışında gene birine aşığımdır, aşkımdan ölüyorumdur. Her ne olursa olsun kayıtsız şartsız inanırdım Bodrum’a dertli girilemeyeceğine. Sanki buna cesaret edecek olsam bir sonraki dönemeçte polis çevirmesine yakalanacakmışım gibi ciddiye alırdım: “Üzgünüm ama o asık suratla buraya giremezsiniz”. Ve sahiden de ne derdim varsa oracıkta unutur, İstanbul’a dönüp de evimin kokusunu alana kadar hatırlamazdım.
Sezen Aksu’nun yeni kaseti çıkmışsa o alınırdı. Önceden alınıp bütün yol boyunca çevir çevir dinlenmediyse tabi. Bir çok şarkısını o yolda ezberlediğime eminim. Sonra Penguen’de karadutlu balbademli dondurma. Halbuki çocuğum ben, bana ne öyle alengirli işlerden. Sen ver bana oradan ikişer top çikolata kaymak. Bitti gitti. Hala da sevmem karadutu, balbademi. Neden sevildiklerini anlayabildim henüz. Beş yıla kalmaz roka, rus salatası ve turşuyla aynı kaderi paylaşır o da, yemeden duramam.
Göz ucuyla etrafa bakardım Zeki Müren’i görebilecek miyim diye. Yok be ne göz ucu, çocuğum ben kimden çekineceğim. Dosdoğru bakardım işte. Gördüm mü hatırlamıyorum. Aklımda, bir çay bahçesinde oturmuş kara gözlüklü, çok şişman adam ve etrafını sarmış kalabalık görüntüsü olduğuna göre görmüş olmalıyım. 96’da öldüğü zaman ne ağlamıştım. Herkes ağlıyor diye değil. O sırada henüz farkında olmadığım halde, sanat müziğini deli gibi sevdiğim için. O yaşa göre bu biraz delilik de sayılır hani.
Çerçi’ye gidilirdi sonra. O ufacık dükkanın içi büyülerdi beni. Çerçi demek, gümüş takının en iyisi, en güzeli demekti. Sahibi öldü, adı değişti fakat o ufacık dükkanın içi hala büyülüyor beni. Kapıdan içeri adımımı atmamla birlikte yirmi yıl önceki halime döndüğümü anlayacaklar diye işkilleniyorum bazen ama genç kadın taklidim her zaman işe yarıyor. Bir şey alıp çıkınca sevincimden zıplayarak yürümek istiyorum o meydanı. Genç hanımlar sırf canları öyle istiyor diye, durduk yere zıplamazlar yolun orta yerinde. Bazen sırf bu yüzden hasedimden çatlıyorum milletin içinde abidik gubidik hareketler yapan çocuk gördüğümde. Ben yapsam deli derler, o yapınca şirin oluyor. Hadi taş çatlasın sinir bozucu, şımarık. Ben de dünyalar güzeli, zarif takımı alıp edebimle çıkıp gidiyorum haliyle.
Bir keresinde çarşının başında bir Peter Pan kitabı alındığını hatırlıyorum. Bol resimli az yazılı olan çocuk kitaplarındandı. Bütün o yolu kafamı kitaptan hiç kaldırmadan yürümüş ve çarşının sonuna geldiğimizde bitirmiştim. Bitirdiğimde, istersem uçabileceğime dair sonsuz bir inanç edinmiş olduğumu söylememe gerek yok herhalde. Bu kol nasıl kırıldı.
Halhala eskiden de düşkün müydüm bu kadar yoksa ileriki yıllarda mı baş gösterdi emin değilim. Yıllar içinde semirip de bileklerim kalınlaştığı halde vazgeçmedim. Saçın dibine bağlanıp aşağı sarkıtılan o rengarenk örgülerin, boncukların tahtını kısa sürede aldı ve hiç bırakmadı halhal. Ergenlikten kalma bir yaz boyunca ise, bileğimden çıkardığım halhalı denize atıp dilek dilediğimi anımsıyorum. Ben uydurmuştum. O sırada anlamlı geliyordu. Dileklerim de aşağı yukarı aynıydı: “o da beni sevsin, n’olur n’olur n’olur”. Doğuştan aşık olmak zor zanaattır ne de olsa.
Birkaç gün oldu. O satırları okumadım tekrar. Okuyamadım. Acı vereceğini bildiğim halde yapacağımı da bildiğim bir şeyi sırf yasak olduğu için yapamadım. Aklımda evirip çevirirken yakalıyorum bazen, o zaman da hemen men ediyorum kendimi düşünmekten. Farkına bile varmadan bırakıvermişim o dönemeçte. Dönerken almak konusunda da isteksizim. Ne olur almasam? Kayıp eşya ofisinde fazladan birkaç kayıp acı yahut acı birkaç kayıp.
Bodrum demişken… D-Marin Turgutreis Uluslararası Klasik Müzik Festivali demeden geçemeyeceğim. Ballandıra ballandıra anlatmak isterdim ama gücüm yetmez. Bunu anlatabilmek için gerekli sayıda ve güzellikte kelime bilmiyorum maalesef. İlk gün İdil Biret, dün akşam Fazıl Say… bilinçli bir klasik müzik dinleyicisi değilimdir aslında. On kere öğrenip on kere unutmuşumdur adagio’nun andante’nin ne anlama geldiğini. Belli başlı birkaç eser dışında ne kimindir onu bile bilmem. Yol iz bulmama benzer biraz: Bu yoldan gidersem şu caddeye çıkarım dediğime az rastlanır, hele arabayla yirmi yıldır bildiğim yolları karıştırırım. Daha doğrusu adını koyamam, ama anlarım Chopin midir Wagner midir. Dün de öyle oldu işte. Fazıl Say çalmaya başladığında programa gitti elim, sonra vazgeçtim. Anısı, anlamı olan bir sokağı hiç unutmayan insanlar gibi buldum yolumu. Bach çalıyordu. Gülümsedim.
İnce, ılık rüzgar yüzümün önüne, yanına düşen perçemlerle oynuyordu. Piyanist gülünce gülüyor, kaş çatınca kaşlarımı çatıyordum. Film izler gibi sürekli değişiyordu yüz ifadem. Yaylılar da katılınca üzüm ihtiyacı hasıl oldu. Nedense kırmızı ruj sürdüğüm vakitler daha bir keyif alırım kırmızı üzümden. Misafirine, Melih Cevdet’in arzuladığı gibi mis kokulu, akça pakça yataklar yapmış ev sahibi gibi hissederim. İki kırmızı tamamlar birbirini. Tamamladı da nitekim. “Şu an ölsem de olur” anlarındandı. Halbuki atamam kendimi denize, dünya güzel, ağlarım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder