Nietzsche bir yana -gönül ister ki her yana, o ayrı- yağmur yağıyor. Neredeyse Temmuz ortası ama bir Eylül'den pek farkı yok. Şikayetçi değilim. Gözümü alan güneş olmaksızın, yani homurdanmaksızın monitöre bakabildiğim, çalışabildiğim için memnunum. Yağmurlu bir İstanbul'a uyandığımız sabahlar için, sırf bunun gibi sabahlar için bir şarkımız olduğuna memnundan da fazla, bunun için mutluyum adeta. İçinde mahzun olan martılar, sözü dinlenmeyen bir anne ve şarkılar olan bir şarkımız var bugünler için. Anne sözü dinlenecek olsa mahrum kalırdık zaten böyle şarkılardan. Sonu hüsranla bitecek sevdalara soyunmazdık ki hiç. Korur kollardık kendimizi, sakınırdık. Ne zaman ki yaşımız iyiden iyiye yaklaşıyor anamızın yaşına, o zaman öğreniyoruz yavaş yavaş.
Çay demledim. Öyle bir hava ki çaresi yok demleyeceksin. Hayat seni, sen çayı. Bu iş böyle. Biz çayı demli severiz. İki de şeker, bilemedin bir olsun ama tercihen iki. Taş çatlasa üç bardak çıkar bundan, fazlası çarpıntı yapar oldu zaten. Bana dair her şeye içkin bir tekillik batar oldu gözüme de. O neredeyse bağırıyor, ben duymazdan geliyorum. Gülümseyerek gözünün içine bakmaya devam edersem en sonunda delirir de kurtulurum belki. Alıştım gerçi. Yakında, dile getirme ihtiyacı duymayacak kadar kanıksayacağım. Umursamadığım gibi fark etmeyeceğim bile. Dört yıl önceki beni karşıma alsam, ona belli belirsiz acıyarak gülümseyip "yalnızlık öyle olmaz böyle olur" derdim. Sana aşık, senin diğer yarın olduğuna seni ikna eden bir sevgilin ve olabilecek en yakın mesafede yakın dostların varken bu ne şımarıklık! Hani şiddet yanlısı olsam bir tokat atıp, "kendine gel" derdim. Diyemedim tabi. Huşu içinde çayımı yudumluyorum.
Yağmur dindi, biz yağmur dinine inandık. Küçük İskender değil mi.. evet o.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder