6 Temmuz 2010 Salı

Sessiz Sedasız

Kendi doğduğum günü bu kadar sevmedim ben. Sorun da bu zaten. Ben oluşuma, kendi varoluşuma bu kadar değer vermedim, değer görmedim, değer biçmedim. Bunun marifetten ziyade bir sorun olduğunu bilecek kadar farkındalık sahibi, anlamanın çözmeye yetmediğini bilecek kadar da hemfikirim Ortaçgil'le.
Gemileri yakmak sahiden etkileyici bir deyim, kabul ediyorum. Çok şiirsel, çok büyük, çok iddialı. Ancak bir şiire yaraşır. O iş öyle olmuyor. Sen gene yakıyorsun yakmasına da, kendin de çıra gibi yanıyorsun da, o gemiler öyle yanmıyor. Yandı diyelim, yaktık diyelim. Daha da geçmem karşıya, o kıyıya adımımı atmam diyelim. Sen gene geçme, atma adımını. Gece olup da gözlerini yumduğun gibi savunmasızsın. Engel olamadığın, görmeye direnemediğin rüyalarda gene oradasın. Onca mesafeyi dipten yüzer gibi. Samimiyetle, inanarak, isteyerek yaktığın gemilerin su altındaki enkazı yanından süzülerek ve suyun üstünden zerrece görünmeyerek... gene oradasın, olmaktan korktuğun yerde. Bunu kimse görmemeli çünkü sevenlerin, sevdiklerin kızar, üzülür.
Kendi doğduğum günü yeniden sevmekle başlamalıyım diye düşünüyorum. Böyle haftalar evvelinden anımsayıp heyecanlansam da yeter şimdilik.
Ah ama ne olursa olsun sevgiyle anmaktan alamıyorum kendimi. "Keşke öyle güzel kalsaydı" diyemiyorum çünkü kalıyor. Dünya, ben ne kadar şansımı zorlasam da, güzelliğinden bir şey kaybetmiyor. Geçmiş sürekli yeniliyor kendini. Ne ben kirlettim geçmişi, ne de yalan olduğu meydana çıkan tek gerçeğim. Neticede nasıl hatırlamak istersen öyle kalıyor. Artık güzel bulmuyorsan kendi içine bakmalısın belki de. Bakanın gözlerindedir derler ya o bakımdan.
Hayatımın seyri bir Temmuz ayında değişti. O gün duran zaman daha bu Temmuz başladı yeniden akmaya. Kışın ortasında yaz dedikleri. Yalan da olsa güzel şeyler söyledi. Aşk var, dedi mesela. Daha ne desin. O çok güzel gülen bir devdi, mini minnacık bir kadına yeniden sevmeyi öğretti.
Hep öğrendim zaten. Hep sancılı bir öğrenme süreci oldu sevmek. Bildiğim en güzel şiirleri, şarkıları, filmleri severken öğrendim. Sevmeyi öğrendim. Uğruna vazgeçmeyi değil ama vazgeçmiş gibi uzakta durup beklemeyi öğrendim. Zamanın beni daha aklı başında, daha az zarar ziyan kılacağını beklerken, zamanın kimseyi beklemediğini öğrendim. Zamanın herkese başka şeyler öğrettiğini, ondan başka şeyler çaldığını, onu başka yollara savurduğunu öğrendim. Doğru bildiğimi yapmak uğruna bulduğum en güzel aşktan feragat edecek kadar mükemmeliyetçi, bunu iki kere yapacak kadar aptal olduğumu gördüm. Güven duygusunun aslında ne kadar gerekli ve ne kadar kırılgan olduğunu öğrendim. Herkesin benim kadar inatla, vazgeçmeden sevmeye yanaşmadığını; aşkın edebiyatta daha güzel durduğunu ve inanmadan verilen sözlerle inanıldığı halde verilemeyen sözlerin aynı yıkıcılıkta olduğunu öğrendim.
Uzadıkça uzayan sıkıcı listeler yapmamayı henüz öğrenemedim. Her şeyi paylaşmamayı, özel diye bir şey olduğunu da öğrenemediğim gibi. Özel olduğu için, anlam ifade ettiği için, içimde tutamadığım için yazıyorum zaten. Bir karşılık bulduğunu gördükçe yazıyorum. Yalnız olmadığımı görmenin verdiği güçle yazıyorum.
Ha bir de, kendi doğum günümü kutlamamam yetmezmiş gibi bazı doğum günlerini de içimden kutlamayı öğrendim. Ne de olsa orta okul münazarasında da "devrilir" diyenlerdendim. Yağmur ormanlarında bir ağaç devrilse ama bunu kimse bilmese, o ağaç gene de hala devrilir bana göre. Sen bir insanı arayıp kutlamasan da o bilir hatırladığını. Burada yazdıklarımın aksine her şeyin her zaman söylenmesine gerek yoktur. Bana susmayı öğreten insana da böyle sessiz bir kutlama yakışır. En az denizin dibindeki yanık gemiler kadar sessiz.


*Başka, bambaşka bir sessizlikten bahsediyor da olsa, yazarken bu çalıyordu aklımda: http://fizy.com/#s/1aiyua

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder