Yağmur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yağmur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Temmuz 2018 Salı

Fırtına Sonrası Sessizlik



Dün gece yatarken, Trakya'dan doğru sağlam bir fırtına geliyordu, biliyordum. Bilmek rahatlatıyor. Hem bilmenin, hem yazmanın rahatlığıyla yattım uyudum. Dört buçuğa doğru yerimden sıçradım yine de. Şehir merkezi en yakın ilçelerinden bombalanıyormuş gibi aralıksız, şiddetli bir gümbürtü. Ardı ardına flaşlar çakıyor sanki. Yağmur hepten bırakmış kendini. Ne olursa olsun korktum, korkuyorum yalan değil. Tespih böceği gibi kalakaldım yattığım yerde, n'olur bitsin diye beklemeye başladım. 





Sonra bu kıyametin iyi geldiğini hissettim. Birkaç saat önce yazdığım satırlar kısmen gerçek oluyor, içimdeki fırtına dışarıda patlıyordu. İçimdekinin yanında sönük kalıyordu ama olsun. Derin bir soluk verişten uzun süren gök gürültüleri ancak birkaç saniye soluk alıp yeniden patlıyordu işte. Sarsıntıları depremi andırıyordu. Yıldırım ardına yıldırım düşüyordu, şehri göz alabildiğine kör edici bir aydınlığa boğarak. Bu gerçek. Burada kimseye zarar gelmesini istemiyorum fakat madem oluyor, iyi hissetmemin kimseye zararı yok. Asırlık çınarlar sökülüp savrulmasın, cam çerçeve inmesin, sele kapılan olmasın. Korku içinde çektiğim derin bir "oh" sebep olamaz zaten bunlara. 

İyi ki içeri almışım sardunyayı. 

Hava kapalı, boğuk, biraz serin bu sabah. Dolu dolu bir yaz yağmuru yağıyor. Ara sıra gök gürlüyor yine ama dün geceki şiddetinden eser yok. İşten izinli olmak için doğru günü seçtiğime şaşıyorum. Bu yağmura, bu yağmuru sükunetle izlemeye ihtiyacım vardı. Bu ses, bu koku... Neden bilmiyorum, sağaltıcı, sakinleştirici gelir eskiden beri. Şiddetimi alır, fırtınamı dindirir. Öyle yaşayamam çünkü. Bastırıp örtemem de. Çakıp gürlemeli, söküp savurmalı, taş üstünde taş bırakmamalıyım önce. Kör edici, sağır edici, karayılanı aktaşın ardına sindirecek bir dehşetin ardından durulup durabilirim ancak. 

Yağmur arttıkça ferahlıyor içim. Eskiden böyle yaz yağmurları yağdığı vakit saçımı açıp yağmura çıkmayı âdet edinmiştim. Hissetmek hoşuma gidiyordu. Yine gidiyor ama çoğu zaman yapmıyorum. O zamanlar daha zor karşılıyordum hayatı. Huysuz taylar gibi savuruyor, savruluyordum. Şimdi... savurup savrulmaktan vazgeçtim desem yalan ama şaşırtıcı biçimde daha bütün hissediyorum. Hayatın attığı onca çentik kırılmadan sarsılmamı sağlıyor. Ölmüyorum işte. Hayat hep ağır basıyor. Yaz yağmurları sağaltıyor. Şiddetimle barıştım, ağrılarımı sevdim, yaşıyorum. 

14 Ağustos 2014 Perşembe

Öyle bir Yağsın ki

Buradan uzak bir yerde şarkılarını çok sevdiğim bir kadın şarkılar söyleyecekti. Çok sevdiğim, şarkılar söyleyen kadından çok daha fazla sevdiğim bir kadın şarkılardan fal tutturdu. Falımda bu şarkı çıktı:

http://youtu.be/UpwaLgZ8QV8

Şarkılardan fal tuttuğum sırada semtimizin en yakışıklısı, en centilmeni henüz ölmemişti. Dünya biraz daha hırt şimdi. 

25 Eylül 2013 Çarşamba

Batumi, eh Batumi!



Hafta sonu Batum'a gittik. Çok önceden planlanmış bir seyahat olmamasına karşın daha yola çıkarken ikimizin de hasta olacağını öngöremezdik. Bu da yetmezmiş gibi kaldığımız üç gün boyunca hava çoğu zaman kapalı ve yağmurluydu. Aslında üç gün Batum'u gezip görmek için ideal bir süre. Tabi hasta ve halsiz değilsen, tüm gün yağmur yağmıyorsa ve gidiş dönüş yarımşardan tam bir gününü Batum ile Hopa arasında zikzak çizerek harcamak zorunda kalmıyorsan! 

Kısaca açıklayayım: Batum'a gitmek için Hopa'ya ve Batum'a bilet alınabiliyor. Hopa iç hatlar olduğundan daha ucuz, Batum ise dış hatlar olduğundan pahalı. Yine de aynı aynı uçağa biniyor ve Batum Havaalanı'nda iniyorsunuz. Eğer paraya kıyıp Batum bileti almışsanız pasaport kontrolünden geçip ülkeye tıpış tıpış giriyorsunuz. Yok kıyamayıp Hopa bileti almışsanız Batum Havaalanı'ndaki Hopa Lounge'a tıkıştırılıp Havaş tarafından paketlenerek Hopa'ya götürülüyor, oradan dolmuşla Sarp sınır kapısına tekrar dönüp Batum'a resmen giriş yapıyorsunuz. Yürüyerek ve elbette vizesiz. Bütün bu sürecin en tatlı yanı hazır gitmişken Hopa'da içilen çay gibi çay -ki her şeye değiyor.

Bu bir gezi yazısı değil, hayır. Olmasını isteseydim de yazabilecek kadar gezme fırsatımız olmadı. Bu benim Doğu Karadeniz'e ilan-ı aşk ettiğim o yazılardan bir tanesi sadece. Uçak seyahatini hızlı bir Karadeniz turu gibi düşünmesem ve ara ara uyuklamasam o 1 saat 40 dakika nasıl geçerdi bilmiyorum. Batum'dan Sarp'a giderken solumuzda dik yamaçları kaplamış yeşili, sağımızda ışıl ışıl Karadeniz'i ve dağların başını tutmuş, hem de yamaçlarından süzülen bembeyaz sisi görünce ruhum ferahladı. Hopa'da çaylarımızı yudumlarken içimden "boş ver Batum'u, Artvin'le hasret gidersem" diye geçirmedim değil. Bu su koyvermeci düşüncemi hemen paylaştım ama Batum bizi beklerdi. Doğu Karadeniz ileri bir tarihe ertelendi. 




Yolda aklıma geldi: Beni Doğu Karadeniz'e bunca çeken şey ne? Olsa olsa kan çekebilir bu kadar diyorum ama soruyorum soruyorum, ailenin Karadeniz'le bir ilgisi yok. O zaman düşünüyorum, genetik değil yaşanmışlıkla bağlıyım ben bu coğrafyaya. Aşkla özdeşleştiriyorum. Burada aşık olduğum için değil yalnız. Dalgaları... Bu denizin gücü, yıkıcılığı, deli deliliği, engel tanımazlığı aşkı çağrıştırıyor bana; içimdeki hayatı anımsatıyor. Diğer yandan yeşil tepelerini mesken tutmuş siste bir huzur, bir dinginlik var. Dalgalar ne kadar deliyse sis o kadar sakin. Bir bütünün iki yarısı gibi Karadeniz. Tamamlanmış bir bütün. Ve biz ikisinin tam arasında, sahil boyunca yürüyen insanlarız işte... 

Doğu Karadeniz'i kapalı, hafif yağmurlu ve bol sisli sevdiğim doğrudur fakat daha iyi bir zamanlama olabilirdi. Öte yandan kalmak için daha iyi bir mekan seçimi yapamazdık. Piazza Meydanı'nda bulunan Piazza Inn, Batum'da kalınabilecek en ucuz yer değil fakat en keyifli yer olduğundan şüphemiz yok. Zira hemen altında The Quiet Woman Pub adında bir Irish Pub bulunuyor. Eh, aynı pub'ın müdavimleri olmaları sayesinde tanışmış iki insanın ilk yurt dışı tatillerinde vakitlerinin çoğunu pub'da geçirmeleri de pek şaşırtıcı olmasa gerek!




Oteli güzel kılan tek şey pub değildi elbette. Piazza Meydanı 2009 yılında hem yerli halk hem de yabancı turist için bir cazibe merkezi olması amacıyla tasarlanmış. Piazza Management tarafından idare edilen kompleks farklı bileşenlerden oluşuyor (restoran, pub, cafe, otel) ve bizi cezbetmeyi kesinlikle başardı. Bir Avrupa seyahatinin direğinden döndüğümüz için meydanın Avrupa'yı andırmasının beni biraz da teselli ettiğini söyleyerek hainlik etmeyi göze alacağım. 

Aslında Batum bugüne kadar gördüğüm en düzgün planlanmış Karadeniz kenti. Sahil boyunca yürüme yolunun yanı sıra bisiklet yolu var ve otomatlardan kolayca bisiklet kiralayabiliyorsunuz. Yolların hemen tamamı Arnavut kaldırım, her ne hikmetse asfalt ya da beton boca edilmemiş. Ustalıkla korunmuş eski yapıların dış cepheleri, sıradan evlerin ferforjeli balkonları, o balkonlarda konumlanmış yaşlı kadınlar ve asılı çamaşırlar bile insanın gözünü okşuyor. Birçok ev, sokağa büyük bir bahçe kapısı ile açılan avluları paylaşıyor. Akşam vakti bile sokakta oynayan çocukların o kapılardan fıldır fıldır geçmesi sayesinde o evlerin yosun kaplı dış merdivenlerini görebiliyorsunuz. 




Normal şartlar altında üç günde didik didik gezilebilecek Batum'u mevcut şartlar nedeniyle tamamen göremeden ayrıldık. Misal, dünyanın en ünlü botanik bahçelerinden bir tanesi burada. Yüzölçümünün  %7'si koruma altında olan bir ülkeden bahsediyoruz. Milli park olayı ilk defa ilgimi çekiyor. Sonra, dans eden fışkiyeler var ama biz sadece doğu tarafındaki ufak versiyonu görebildik. Çalan müzikle birlikte yükselip alçalan suyun bu denli etkileyici bir şey olabileceğini tahmin etmezdim. 




Etkileyici demişken, Batum limanının orada Aşk Heykeli var. Heykeltıraş Tamara Kvesitadze tarafından yapılan heykel Azeri genç Ali ile Gürcü kız Nino'nun aşkını anlatıyor. İki metal heykel 10 dakikada bir açı değiştirerek iç içe geçiyor. Yazık ki bu etkileyici heykeli gördüğümüzde aklımıza ilk gelen, Türkiye'de olsa "ucube" olarak adlandırılıp "böyle sanatın içine tükürüleceği". Heykelin hemen yanı başındaki Ferris Wheel'e binerek kenti 55 metre yükseklikten görmek ya da yükseklik korkunuz olup olmadığını keşfetmek mümkün. Ferris'in hemen batısında bir de Alfabe Kulesi bulunuyor. İsmi kulağa garip gelen 130 metre yüksekliğindeki kule henüz geçen sene (2012) yapılmış. Kökeni 5. yüzyıla kadar uzanan ve yaşayan 12 alfabeden biri olan Gürcü alfabesine ithafen tasarlanıp inşa edilmiş. 




Batum'da İngilizceden ziyade Türkçe iletişim kurmak daha olası ve kolay. Her ne kadar şehircilik bakımından fersah fersah ileri olsa da Türkiye'den fazla uzakta olmadığınızı sürekli hatırlıyorsunuz. Lüks otellerin kumarhaneleri ve seks işçisi kadınların vitrini durumundaki club'ların müşterilerinin çoğu Türk. Kesin bilgi. 

Yeni yerlerle ilgili favori başlığım yemeğe gelecek olursak... Piazza'da Gürcü mutfağına ait lezzetler bulmak mümkün, hatta bunlara Mimino'da şık sunumlar eşlik ediyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, her öğünü Piazza'ya yalnızca 5 dakika yürüme mesafesinde olan Shemoikhede'de yemek daha makul. Fiyatlar daha düşük ve lezzeti daha iyi. Yalnızca harçodan yola çıkarak bile bunu söyleyebilirim. Harço bir Gürcü çorbası. Shemoikhede'de başka herhangi bir şey sipariş etmeden önce çorbanın endamını görmekte fayda var. Koca bir tas içinde gelen inanılmaz doyurucu bir çorbadan bahsediyoruz. Tipine bakınca "karalahana çorbası bu" deyip geçilebilir ama içinde bir sürü farklı yeşil yaprak, pirinç, kafam kadar dana kuşbaşı parçaları ve bolca baharat var. Hasta gittiğimiz Batum'da bizi biraz olsun kendimize getiren şey bu çorba oldu. Acısı accıcık kulaklarımızdan çıkmış olsa da kesinlikle lezzeti bastıran türden bir acılık yoktu. Piazza'daki Mimino'da sunulan harçonun ise -sanıyorum turistleri kaçırmamak adına acısı önemli miktarda azaltılmıştı. 


Shemoikhede

Hinkali namlı dev mantı ve yalnız ama çokça peynirle yapılan haçopurinin detayına girmeyeceğim. Öte yandan güveçte şaşlık kebabı yenesi. O da harço gibi tek başına bir öğün gücünde. Domuz eti daha yağlı olduğundan danaya kıyasla daha çok yakışıyor. Kaldı ki yalnız bir kaç kuru soğan halkası ile birlikte sunulduğundan etin kuru olması kolay çekilir bir şey değil. Tarhunlu veya armutlu natakhtari (gazoz) bile ağızda bıraktığı kuruluğu gidermeyecektir.




İnternetten bakıp burnumuzun dibindeki Shemoikhede'ye alternatif olsun diye şehrin biraz dışında kalan Megrul Lazuri'ye de gittik. Orada içtiğimiz ev şarabını bir yana koyacak olursak gitmesek de olurmuş. İç bahçesi olan, iki katlı, oldukça geniş bir mekan. Bahçesi güzel havalarda eminim çok keyifli oluyordur ama o orta yaşlı suratsız kadın çalışan, insanın içindeki yemek yeme ve dâhi yaşama sevgisini şak diye dibe çekiyor. İkimizde de ilk 5 dakika içinde mekanı hızla terk ederek oradan uzaklaşma isteği uyandırmayı başardı. Yalnız hakkını teslim edeyim, Megrul Lazuri'de yediğimiz ceviz soslu patlıcan Shemoikhede'kinden iyiydi. Bizdeki patlıcan sevgisi bir yana, bir dahaki sefer -bahar veya yaz ayı bile olsa- Megrul Lazuri'ye gitmezsek hiç üzülmem. İki güler yüz görmedikten sonra şarabı da, patlıcanı da eksik olsun. 

Hastalıkta yağmurda bir hafta  sonu boyu beraber olduğumuz Batum seyahatinden aklımda ne kaldı... Batum kusura bakmasın ama Sarp'ın bu tarafında, Hopa'da içtiğimiz çay kaldı. Batum sahilinde Karadeniz'le buluşmamız (paçalarımı sıyırmama rağmen dalgalara yakalanıp ıslanışım), sahil boyunca sakin ve telaşsız adımlarla yürümemiz, kulağımızdan duman çıkaran harço ve The Quiet Woman Pub'da geçirdiğimiz keyifli saatler. Mimino'da yemek yerken bir anda elimden tutup beni götürmeye çalışan sarı kıvırcık saçlı küçük Rus oğlanı da unutmayacağım sanırım. Babası çocuğu masalarına götürdükten sonra annesinin elini bağrına koyarak "senin annen benim" demesi baya komikti. Sen gene annesi ol, iki oynasak kime zararımız dokunacaktı ki sanki. 

Bütün bir Pazar günü yağmur yağdı. Kalkıp da ufacık odadaki yarı aralık pencereden dışarı bakmaya bile halimiz yoktu. Yağmurun çatılara vuran sesinden anladık yağdığını. Yağmurlu bir Pazar günü boyunca yan yana hasta yattık. Sırayla öksürüp burnumuzu çektik. Huysuz, suratsız ve çekilmez haldeydik. Asıl, paylaştığımız o hastalık uykusunu, o hastalık uykusunu paylaşmamızı unutmayacağım.



13 Ağustos 2013 Salı

Leylâ: Yılan Hikâyesi


Burada yüzlerce yazı var. En iyi bildiğim şey hakkında, aşk üzerine yazıyorum. Cam büfenin en üst rafında duran porselen bir çay takımı ya da girilmesi yasak bir misafir odası değil aşk benim için. Bildiğimi söylemekte mahsur görmüyorum. Âşık olduğum ilk adam gibi tıpkı:
“kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin” 
Bilmek de anlamak gibi çözmeye yetmiyor, o ayrı.
Yazmak için yeterli oluyor ama.
Bir adamı çok sevdim.
Ayrı düştüm.
Yoksa yazamazdım.
Hasret dayanılmaz olduğu için yazmaya başladım. Şarkıdaki gibi, gündüz düşlerinde hep ona vardım. Üç yıl önce buraya yazmaya başladım. Üç yıl önce yazmaya başladığım zaman üç yıldır her gün, ama her gün ayrılığın ilk günü gibi ağlıyordum. Ayrılığın ilk günü tam üç yıl sürdü. Birlikteliğimizden bile uzun.
Çok sevdim be abi.
O da beni çok sevdi. Keşke o kadar sevmeseydik birbirimizi.
Bir daha birlikte olamayacağımızı bildiğim için hep yazdım. Sarı Işık da o, Karanlık da. Yazmak acımı dindirdi. Bazen de çoğalttı. Ben o acıyı da sevdim, alıştım, besledim, büyüttüm onu. Âşık olduğum adamdan ayrıldığımda onu hala seviyordum. Zaman, o sevgide donup kaldı.
Sevgimizin, aşkımızın üstünden sene geçti, ay geçti… Ne birleştik, ne ayrıldık biz… Bu aşkın, bu sevdanın üstünden hayat geçti, ömür geçti, yaş geçti.” Tam tamına altı yıl, on üç gün ve gençliğimiz.
Bunca yıl kukuma kuşu gibi oturup beklemedim. O yalnız eski filmlerde olur. Kırk odalı konak gibi kalbim. Onu aldım en güzel odasına yerleştirdim. En deniz gören ama rutubetsiz. Sonra üzerine kapıyı kitledim. Çok şanslıydım, elini tutacak kadar sevdiğim insanlar tanıdım. El ele tutuşmak deyip geçmemeli, önemli. Bir Mayıs gibidir, safları sıklaştırmaktır el ele tutuşmak. Sevmediğim kimsenin elini tutmadım. Sevmeden tek bir adım atmadım. Yukarıdan ayak sesleri geldiği zaman inandırmakta zorlanırdım ama içim rahat, gönlüm ferah.
İki yıl önce yeniden olabilir miyiz diye merak etti. Gözlerimde korkuyu görünce vazgeçti. Meydan okuyan, çekip giden, uçan kaçan, elde avuçta durmayan kadın yoktu yerinde. İçi titreyerek bakan bu yeni kadını sevmedi. Bunda onu terk edecek yürek yoktu artık. Oysa bu kadını elde tutmaya çalışmak da onun meydan okumasıydı ve terk edilmeyi bile sevmişti o. Bu kadın ise kendini bıraksa onu bırakamazdı artık. Geldiği uçakla geri döndü Almanya’ya. “Vazgeçmek” denetimli kullanılması gereken şiddetli bir fiildi.

Confrontation
İki yıl sonra dört gün önce, yine bir ayın 23’ünde çıkageldi. Apartmanın girişinde posta kutusu niyetine duran plastik sehpanın üzerindeki mektupları karıştırdı, Paris’ten attığı kartı bulup çıkardı. Bana Amsterdam’dan sarı laleler almış, Paris’ten “burda olsan gezsek” diye biten bir kart atmıştı. Daha önce de Amsterdam’dan sarı laleler alındığını söylediğimde biraz bozuldu. Demek ki Amsterdam’a gidildiğinde yapılması gerekenler listesinde “Leyla’ya sarı laleler almak” gibi bir madde vardı. Paris’ten attığı kart da benim içimi burdu. Neden orada değildim ki? Onun bensiz ne işi vardı oralarda? İki çocuk gibi karşılıklı bozulduk.
Sabahtan girmiştim mutfağa. Birkaç meze hazırladım. Taze fasulye pişirdim etin yanına. Rakıya koyacak buzumuz var mı diye buzluğu kontrol ettim, vardı. Güzel, sade bir elbise giydim. Saçlarımı açtım çünkü Bengi olsa “toplama şu saçlarını, açık bırak” derdi, biliyordum. Mutfak önlüğünü giydim yemek yaparken, kafama da yemeni bağladım. Türk sanat müziği açtım radyoda. Hiç sevmezdi Türk sanat müziği, benim yüzümden dinlerdi. Benim yüzümden dinlerdi; Türk sanat müziği dinlerken yüzümün aldığı şekli severdi.
Konağın en deniz gören ama rutubetsiz odasının kapısını araladım. Onu neredeyse on yıldır tanıdığımı fark ettim. Çoğu ayrı geçen koca koca yıllar, bir Alman kenti ile İstanbul arasındaki mesafe kadar uzak yollar girmişti aramıza. Saçları daha da beyazlamış, göbeği alıp başını gitmişti. Kokusu bile bir değişikti sanki. Ama işte komik gülüyordu hala, ben onu güldürmeyi seviyordum ve ezberimdeydi adımlarının melodisi.
Mutfakta yemek hazırlarken geri sardı zaman. Leylâ değil bir kız çocuğuydum közlediğim patlıcanlar olmuş mu diye kaşıkla dürterken. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Bir Jager içtim, sonra bir tane daha. Yanaklarım pembeleşti hafiften. Patlıcanlar da kahveye çalıyordu, aldım fırından. “Hiç Leylâ değilim şu an, hiç Leylâ değilim” diye söylendim kendi kendime. Leylâ değilsem kimdim? Hafızasını kaybedip kim olduğunu hatırlamayan insanların saldırganlığı çöreklendi yüreğime. Leylâ değilsem kimim ben? O kim şimdi, nasıl biri?
“Gözlerinde korkuyu görünce olmayacağını anladım” deyişini anımsadım. Gittim aynaya baktım. Portmantonun taraf loştu biraz, gidip banyodaki aynada baktım yüzüme, gözlerime. Bir tür makyaj yapmak gibiydi gözlerimdeki korkuyu silmek. Hangi kapatıcı, hangi fondöten kapatabilir yara almaktan korkan âşık bir kadının korkusunu? Çok kötü adamlar tanıdım ben. Evet bayım, yüreği nasırlaşmış gerçekten kötü adamlar ama onlardan hiç korkmadım. Gözümü bile kırpmadım gözlerinin içine bakarken. Korkmadığım için onlar korktu benden. Pabuç bırakmadım. Kötü adamları ne çok sevdim Tanrım. Ne besbelli, ne kolay adamlardı. Akmaz kokmaz şam şeytanları! İyilik öyle mi ya? İyilik zordur, kırılgandır, ağırdır. Evet, ağırdır. Sıvı cıva gibi bronşlarının en ucuna varasıya doldurur akciğerini. İyilik ürkütür beni. Islak fayansta yürümek gibidir iyi bir insanla aynı havayı solumak. Eskisi kadar iyi bir insan olmadığını biliyordum elbet. Yıllar geçtiğimiz yolların haritalarını çizmiştir tenimize, yeni gibi olmaz a! Kabul ediyorum, kötü bir adam olmasını istedim içten içe. Sorular bildiğim yerden gelsin ister gibi istedim. Oysa en iyi bildiğim yer oydu bir zamanlar. Yeteri kadar zaman çarçabuk geçsin de bir an önce kavuşalım birbirimize de istemiştim.
Gözlerimden sildim korkuyu. Mutfak önlüğü ile yemeniyi çıkardım. Leylâ oldum yeniden. Biledim hislerimi, meydan okumaya hazırladım kendimi. Savaş ilan ettim. Ölebilirdim bu savaşta ama korkusuzca ölecektim. Bir sofraya bir kendime baktım. Âşık olunacak kadındım yeminle!
Kapı çaldı. Açtım. Üst kata çıkmasını bekledim. Bavulu ağırdı. Ben sığardım içine. Sığmamış mıydım zaten? Almanya’ya giderken uzaklaşmak, yeni bir hayat kurmak vardı aklında. Ama işte bu bavula sığmış ve onunla birlikte gitmiştim Mannheim’a. Bu defa da ben saklansam içine, giderken alıp götürse beni de… Anlaşıldı, Leylâ yoktu onun yanında. Bir kız çocuğundan öteye gidemeyecektim. 29 yaşında görünmeye çalışan 19 yaşında bir kızdım düpedüz. Aperatif olarak cin tonik hazırlayacak kadar 29 yaşında fakat yeşil Bodrum mandalinalarını ince ince doğrarken eli titreyecek kadar 19 yaşındaydım. Bardağını verip karşısındaki kanepeye kurulurken elimi ayağımı nereye koyacağımı bilmiyordum. Halbuki ne kadar rahat görünüyordum. Görünebiliyor muydum? Beni bir kitap gibi okuyabilen adama poz mu kesiyordum? Ne salaklık ama işte her şey mubah aşkta ve savaşta, özellikle de ikisi bir arada olunca.
Onu izledim. Ağzını izlediğim için ağzından çıkanları dinlemediğim anlar oldu. Ellerini, bileğini, burnunu, kulaklarını izledim. Saatler geçti. Ben onu izlerken ne konuştuk bilmiyorum. Sonra konuşmaya başladık. “Tamam” dedik, “en azından denemeliyiz bunu”. En az iki sene daha orada, uzaktan nasıl olacak diye düşündükçe nefesim kesilir gibi oldu. Ona bakınca geçer gibi oldu. Geçmedi.
Günler geçti. Hem tanıdık, hem yepyeni. Elini tuttum yeniden. O sucukları doğradı, yumurtaları çırptı ben öyle seviyorum diye. Çay demledim ben. Bana da bir sigara sardı, içtik. Birlikte karşıdan karşıya geçerken arabaların geldiği tarafıma geçiyor hala. Mephisto’dan Varlık, Robinson’dan Birikim aldık. Tünel’den Ortaköy’e kadar yürüdük. Yoruldu, terledi, şaşırdım. Evde bol bol bira içtik, dizi izledik internetten. Güldük. Çok güldük. Güldükçe anladık sevgi duvarını aştığımızı. Üzerine gitmedik birkaç gün. Özlemiştik. “Kimi özlediğimi unuttum artık” dedim ama özlediğim gerçeğini değiştirmiyordu bu. Yaptığım, yazdığım, yaşadığım her şeye bu özlemin kokusu sinmişti. Şimdi ise evim bellediğim adam karşımda, yoğurt bulaşmış bıyığıyla beyaz beyaz bana gülümsüyordu.

Closure
“Bu işte bir terslik var” dedik. Çırılçıplak kalmak gerekiyordu bunu diyebilmek için. Yıllarca karşılıklı uzaktan büyüttüğümüz aşkı bile soyup çıkardık üstümüzden. İki insan kaldık. Daha da kötüsü bir psikolog ve bir sosyolog. Fazla irdelemenin meslek hastalığı olduğunu ve ilişkilerin ıncık cıncık irdelenmemesi gereken şeyler olduğunu bildiğimiz halde elimizde değildi, yine yatırdık masaya. İki bira daha getirdi buzdolabından. Iron Maiden sesi gelmiyordu stattan. İnadına sessizdi Beşiktaş. Karanlık balkondan sessiz Beşiktaş’ı izleyerek konuştuk.
Nasıl mümkün olabilirdi bu? Ayrı kaldığımız altı yıl geçmemişti sanki aradan. Sanki o televizyon izlerken ben su içmek için iki dakikalığına mutfağa gidip dönmüştüm. Nasıl bu kadar rahat olabilirdik birbirimizin yanında? O zaman anımsamaya başladık, birbirimizi severken nasıl ayrıldığımızı. Biz sevgi duvarını çoktan aşmıştık. “Bana âşık mısın?” sorusunun cevabını bildiğimden emindim. Ta ki gözlerimin içine bakıp sorana kadar. “Çok fazla sevgi var. Çok fazla şefkat ve güven. O kadar çok sevgi var ki insan bu kadar sevgiyle ne yapar, nasıl baş eder bilmiyorum.” Ağlıyordum. Gözümde bir elma canlanır onu düşünürken. Yarısı o, yarısı ben. Hala öyleyiz fakat toplamı aşk eden iki sevgili değiliz artık. İki can dostu, handiyse aynı annenin çocukları.
Bunu idrak etmek de, kabul etmek de çok zor benim için. Her şeyden zor. Bu artık ne ona ne de bana dair bir mesele. Aşk bile değil, bu bir varoluş meselesi artık. Bundan sekiz yıl önce beni severek var etti sanki. Önce annem, sonra o doğurdu beni. Beni sevmediğini düşündüğüm zamanlar öksüz yetim hissettim kendimi. Ona duyduğum aşk ve özlem tanımladı, var etti beni. Ana hatlarımı çizdi, içimin renklerini taşırmadan boyadı. Annemden öğrendiğim gibi tatlı ve yoğun kokan bir şefkatle sevdim onu ve bana nadir bulunan ipek bir kumaşmışım gibi davranmasını izledim artan bir şefkatle. İki rayı gibiydik bir tren yolunun…
Tembel bir öğleden sonra sarısı huzur içinde nasıl huzursuzlandığımı anımsıyorum şimdi. Bir koza gibi ılıcacık sarmıştı beni. Oysa ben meydan okumak, meydan okunmak istiyordum. Biraz çatışmaya özlem duyar olmuştum. Oyun oynamak istiyordum, dans etmek istiyordum. Şefkat bağımlılık yapıyor ama tutkusuz yaşayamıyordum. Sanıyordum ki bu bir gençlik hastalığı, delikanlılık çağı… Yaşar doyarsın, sonra yerine yerleşir ve bir daha da uğraşmazsın. Öyle olmuyormuş. Şimdi ikimiz de aynı şeyi istiyoruz ama istediğimiz şey birbirimizde yok. Zaman zaman kıskanıyoruz birbirimizi, özlüyoruz, arıyoruz, “hala seviyoruz”… Sonra o başımı göğsüme yaslıyor ve ben onun neredeyse tamamı ağarmış olan saçlarını okşuyorum. Buradan bir aşk çıkmıyor. Bu da beni deli ediyor. Bir insanın bir insanı bu kadar sevebilmesi mümkün mü? Peki ya âşık olmaması? Ne ki aşk? Tanrım, ne ki? Hiç vazgeçecek miyiz onu aramaktan? Peki ya bulabilecek miyiz? Bulunca anlayacak mıyız? Eğer bu değilse ne, o değilse kim? Kendimi kaybolmuş hissediyorum.
Bengi bunun iyi bir gelişme olduğunu düşünüyor. Bunu yıllarca bir yük gibi taşıdığımı ve artık bundan özgürleştiğimi... Geleceğe daha umutlu bakmalıymışım. Haklı olduğunu biliyorum ama yük dediği bir parçam olmuştu benim. Elim, gözüm, ruhum olmuştu. Şimdi özgürüm ama ne halt edeceğimi bilmiyorum. Sabitini kaybetmiş denklem gibiyim. Ona âşık olmadığım bir hayat tasavvurum hiç olmadı ki. Ayağımın altından yer çekilmiş gibi. Çırılçıplak hissediyorum kendimi. Bir tek onun Leylâ’sı olamadım. Küçük kızı, kız kardeşi, annesi oldum. Şimdi nasıl hissetmem gerektiğini bile bilmiyorum. Şu an, şimdi. Onu annesine doğru yolcu etmiş ve kendimle baş başa kalmışken ne düşünmeli, nasıl hissetmeliyim? Ben şimdi ne yapmalıyım, ne yapacağım? Kim oldum şimdi, biri miyim hala?

Boşandık.
Boşan.
Boş.
Boşluk?
O, bir an dipsiz gibi görünen bir boşluğa düştü; ben, ancak boşanırken fark ettim esasen evli olduğumuzu. İki eski eşiz şimdi, iki ilk eş. İlk eşlik mühim müessese, belki evliliğin kendisinden bile güzel, derin, anlamlı… Kim bilir belki ilk seviştiğin ama illa ki geçmişte kalmaya yazgılı. Sartre ve Beauvoir gibi olmayı düşlerdim hep. İçimden tabi. Güzellemem gerekiyor ya illa ki!
Birlikte geçirdiği yıllardan fazlasını ayrı şehirlerde, ayrı ülkelerde, ayrı insanlarla geçirmiş iki eştik, birbirinin zihninde yaşayıp büyüyen iki düş. İki düştük, iki eş, düşledikçe ayrı düştük.
“Bu aşk değil” dedik birbirimize, “aşk bu değil”. Yazıldığı kadar kolay okunmuyor, okunduğu gibi söylenmiyor. Kolay değil, hiç kolay değil hem de. Hiçbir şey olmasa on yıl var neredeyse. On yıllık aşinalık; rahatlık, içtenlik, kendiliğindenlik on yıllık.
“Biraz daha beklesek” dedi, “birkaç yıl daha”. Kolay değil hemen kızıp köpürmek, “bana hiç mi saygın yok” demek. Bozuk bir musluk gibi ağlamak ne kolay hâlbuki. İplik gibi ince ince, yavaş yavaş ve daim. Neden olduğunu bile bilmeden ama mütemadiyen, bir boşluğa bakıp konuşmaya devam ederek. Su sızdıran bir dinginlikle devam etmek konuşmaya, konuşurken ‘neden su sızdırıyorum lan ben?’ diye arada kendine kızarak. Kolay değil bir çırpıda bulmak cevabı. Sevgiye evrilmiş bir aşkın yatağında, derinden öfkeyle, kırgınlık, yorgunluk ve umutsuzlukla aktığını izlemek kolay değil. Ne duymak, ne görmek kolay. Hiç kolay değil.
Günler geçmesi gerekti. Kendimden başka kimseyle, hatta kendimle bile konuşmadığım günler. Boşluğu uzun uzun seyretmem gerekti. İçine düşmeyeceğim o boşluğun, hayır. Ne boşluklar içime düşüp kafasını yardı benim. Kolay değil kendimi yeniden bırakmam. Bırakırsam tekrar bulamam. Artık değil. Ben o değilim artık.
İpotekli geçen yıllarıma yenilerini eklemeyeceğim, hayır. Ömür geçiyor; ömrüm, ömrümüz geçiyor. Zaman beklemiyor, ben de artık beklemeyeceğim; hayır. İçimden yükseldikçe yükseldi sesim; taştı, dizlerime kadar yükseldi: Hayır!
İki ilk eş, iki eski düş, bir odada karşılıklı oturmuş konuşuyorduk. “Bana müsaade” dedi adam. “Ben de kalkıyordum, beraber çıkalım” dedi kadın. Beraber girdikleri odadan beraber çıktılar. En son kadın çıkıyordu kapıdan, son bir kez arkasına dönüp odaya baktı. Işığı kapattı çıkarken. Hafif bir düğme sesi duyuldu önce, sonra demir kapı kapandı. Adam ve kadın böyle boşandı.
Sokak kapısından çıkarken adam durup kadına –eski alışkanlıkla- ne yapacağını sordu. Şöyle bir düşündü kadın, bu defa cevabı biliyordu: “Seninle aynı şeyi yapacağım” –eski alışkanlıkla- “canım” dedi kadın, “gidip birini çok seveceğim, ama çok… Sevince nasıl sevdiğimi en iyi sen bilirsin, öyle çok seveceğim. Gündüz düşlerimde hep sana döndüm, artık dönmeyeceğim. Yerime kimseyi koymayacaksın; yerine kimseyi koymayacağım.  Yeni düşler, yeni denklemler kuracağım bundan böyle. Zırhlar kuşanmayacak, duvarlar örmeyeceğim. Sen de öyle yapacaksın. Biliyorum, her şey daha güzel olacak ikimiz için. Hoşça kal ankaram, kırkikindi yağmurlarında şemsiyesizliğim… Hoşça kal ilk eşim.”



31 Mayıs 2011 Salı

Reminiscence

Market arabasını ittiriyorum. Bisikletten sonra kullanabildiğim tekerlekli tek araç. 
"Aracınızla mı geleceksiniz?"
"Hayır, oradan hangi otobüsler geçiyor acaba?... Anladım. Teşekkür ederim, görüşmek üzere."
Benden küçük, benden büyük; kibirli, kibirsiz bir sürü insanla görüşmeler yapıyorum. İstanbul'u bir baştan bir başa. İETT'yi hatmetmek üzereyim. Akbil en yakın arkadaşım. Ciddi görünmek en büyük iş. Kendimi hiç ciddi hissetmiyorum. Çakma plaza kadını gibi giyinmem bundan. Ciddi görüneyim derken çok saçma görünüyorum. 
İşte aynı saçma kıyafetle ittiriyorum market arabasını peynir reyonuna doğru. Yorgun, bezgin ve uykuluyum ama uzun uzun alışveriş yapma huyum baki işte. O an ekran karlanıyor, değişiyor görüntü. Şimdiki halimin tam aksi, bir market arabasının arkasına basmış hız yapıyor reyonların arasında. Üniversitedeyim. Yalnız değilim. Çocuklar gibi şen, hatta hala biraz çocuğum... Varsın güvenlik görevlisi ters bakışlar atsın. Bize iki ters bir düz o zaman. 
Şimdi istiyor muyum gene arabanın arkasına basıp hız yapmak? Basacak yer var mı diye bakıyorum gayriihtiyari. Yok. Olsa, görece tenha bir reyon seçip belki... Belki içkilerin olduğu reyonda inadına. Ben zaten hep inadına, hep inadıma. Bir dil peyniri, biraz ezine, biraz biberli yeşil zeytin...
Dışarıda hava ılık, ıhlamurlu ve sarı ışık. İçeride zaten hep aynı. Hep biraz sepya hayat artık. Yağmur yağmayacak, hayır. Yağsa da yağmayacak bundan sonra. Ekran hep karlı. Şu uyduyla oynasın biri. 




9 Temmuz 2010 Cuma

Yağmurlu İstanbul Sabahı



"İnsanın kendinden söz etmesi, kendini gizlemenin bir yolu da olabilir" demiş F.W.Nietzsche. Olasılık bildiren bir cümle sarf etmiş olmasına hayret ettim. Lakin olabilir dediği gibi. Madem ki ironi evrenin espri anlayışıdır, o zaman böyle tatlı küçük aporiaları da bizatihi gerçek bellemekte beis görmüyorum. Bu takdirde benim burada tek yaptığım kendimi gizlemek midir o halde? Hoş, tez konumun altında yatan fikir de bundan farklı bir şey mi? En aşina olduğunu en az bilir insan, yahut detektif hikayesi edasıyla söylenecek olursa: Bir şeyi saklamanın en iyi yolu onu ortalık yere koymaktır çünkü kimse oraya bakmayı akıl etmez. Dolayısıyla belli ki adam pekala haklı olabilir tevazu gösterip tanıdığı olasılıkta.


Nietzsche bir yana -gönül ister ki her yana, o ayrı- yağmur yağıyor. Neredeyse Temmuz ortası ama bir Eylül'den pek farkı yok. Şikayetçi değilim. Gözümü alan güneş olmaksızın, yani homurdanmaksızın monitöre bakabildiğim, çalışabildiğim için memnunum. Yağmurlu bir İstanbul'a uyandığımız sabahlar için, sırf bunun gibi sabahlar için bir şarkımız olduğuna memnundan da fazla, bunun için mutluyum adeta. İçinde mahzun olan martılar, sözü dinlenmeyen bir anne ve şarkılar olan bir şarkımız var bugünler için. Anne sözü dinlenecek olsa mahrum kalırdık zaten böyle şarkılardan. Sonu hüsranla bitecek sevdalara soyunmazdık ki hiç. Korur kollardık kendimizi, sakınırdık. Ne zaman ki yaşımız iyiden iyiye yaklaşıyor anamızın yaşına, o zaman öğreniyoruz yavaş yavaş.

Çay demledim. Öyle bir hava ki çaresi yok demleyeceksin. Hayat seni, sen çayı. Bu iş böyle. Biz çayı demli severiz. İki de şeker, bilemedin bir olsun ama tercihen iki. Taş çatlasa üç bardak çıkar bundan, fazlası çarpıntı yapar oldu zaten. Bana dair her şeye içkin bir tekillik batar oldu gözüme de. O neredeyse bağırıyor, ben duymazdan geliyorum. Gülümseyerek gözünün içine bakmaya devam edersem en sonunda delirir de kurtulurum belki. Alıştım gerçi. Yakında, dile getirme ihtiyacı duymayacak kadar kanıksayacağım. Umursamadığım gibi fark etmeyeceğim bile. Dört yıl önceki beni karşıma alsam, ona belli belirsiz acıyarak gülümseyip "yalnızlık öyle olmaz böyle olur" derdim. Sana aşık, senin diğer yarın olduğuna seni ikna eden bir sevgilin ve olabilecek en yakın mesafede yakın dostların varken bu ne şımarıklık! Hani şiddet yanlısı olsam bir tokat atıp, "kendine gel" derdim. Diyemedim tabi. Huşu içinde çayımı yudumluyorum.

Yağmur dindi, biz yağmur dinine inandık. Küçük İskender değil mi.. evet o.



22 Haziran 2010 Salı

Islak Islak

Tezin şu bölümüyle ilgili meclis tutanaklarını okuyorum hala. İçim kıyıldı biraz. Halbuki bir kamera verseler elime, bulutların rengini çeksem şimdi. Havanın kokusundan, denizin tuzundan dem vursam. Önce bu bitecek, biliyorum. Sonra ne halt edersem öyle edeceğim.
Hasta uyandım bugün. Ankara’nın karı koymazken İstanbul’un yaz yağmurundan şifayı kapmışım iyi mi. Ihlamur, nane, limon, tarçın.. elime ne geldiyse bir güzel kaynattım. Irmak çok uzakta, yerini tutmaz ama biraz da bal kattım onun sevgisi yerine. Kim çekecek gene ben çekiyorum hasta nazımı. Kendi kendimi azarlayıp paylıyorum ama sonra, sızlanacağına otur oku şunları da diye. Çoklu kişilikten muzdarip masal kahramanları gibiyim, bir külkedisi bir üvey anne.
Boğazım kötü, hava serin. Bütün gün kapalı, yağmurluydu. Güneş açıp da gözüme girdiği vakit bir homurdanıyorum, bir sinkaflı küfür basıyorum ki geri kaçıyor bulutların ardına.
Bütün gün pıtır pıtır bir ses. Ya yağmur ya kuşlar. Barbaros’a bakan çalışma masamda beni hiç yalnız bırakmayan kumrulara serçeler eklendi bu yağmurla. Sığını-sığınıveriyorlar balkona. Kumrular ayrı, onlarla ilişkimiz eskiye dayanıyor. Her hafta düzenli buğday alıp onları beslediğim, onlarla konuştuğum seneden tanıyorlar beni. Ben test çözerken penceremi hiç boş bırakmazlardı. Komşular şikayet ediyor diye buğday işinden vazgeçeli çok oldu, Ankara’ya gittim döndüm ama gene de bırakmadılar işte. O pırıl pırıl, kömür gibi gözlerini dikip öyle bir bakıyorlar ki.. erken benzemeye başladım anneanneme. Neyse ki hoşuma gidiyor ailenin kadınları arasında nesilden nesile aktarılan böyle huylar. Elini saçına götürüşünde, burnunu sevimli cadı gibi oynatışında ya da ayakkabıyı giyişinde bir başka kadının yaşadığını bilmek çok güzel. Ben de böyle yaşayacak mıyım acaba? Bundan yüz- yüz elli yıl sonra da kısa boylu, geniş kalçalı, kumral bir kadın aynı vurguyla konuşup, gözleri çizgi haline gelene kadar gülecek mi?
Yazmaya başlarken aklımda yoktu hiç bunlar. Aslında fark etmemişim bile yazdığımı. Tutanak okuyordum en son. Bütün gün evden çıkmayıp kimseyle görüşmediğim için de bu kadar sık yazıyor olabilirim. İletişim kuruyormuşum hissi veriyor yazmak. Evden çıktığım oluyor tabi de, sokakta hayat var. Yaz da geldi. Evden burnumu çıkarmadan çalışmak en iyisi. Tezi bir an önce bitirip taze bir yön vermek istiyorum hayatıma. Köprülü kartpostallar atabileceğim bir Avrupa kentine gider miyim gitmez miyim bilmiyorum. O eski kaçmak dürtüsünden eser yok şimdi, nerede mutlu olacaksam oraya gitmek, orada yaşamak istiyorum. Kalmak mutlu edecekse kalmak. Yalnız bir an önce o karar aşamasına gelmek niyetim. Hem, bizi çalışmak kurtaracak öyle ya.
Gene indirdi yağmur. Ankara’da da yağıyormuş, öyle duydum. Orada ayrı güzel yağar ama burası da öyle güzel kokuyor ki şimdi. Tam film izlemelik derlerdi değil mi böyle günler için. Selvi Boylum gelmiş sinemaya hala gitmedim. Bugün şu korkunç tutanakları bitirirsem gideyim yarın öbür gün. Bunu ıskalayamam. Bunu da ıskalayamam.