22 Haziran 2016 Çarşamba

Eco Odası

Hava, ışık ve ses geçirmeyen küp şeklinde bir odanın içindeymiş gibi hissediyorum bazen. Çoğunlukla da dert anlatmaya çalıştığım zamanlarda. Bir yabancı dil seviyesi olarak "derdini anlatacak kadar" denir ya. Son derece yersiz bir ifade olduğu kanaatindeyim. Dert anlatmak küçümsenebilecek bir eylemmiş gibi. Kendi anadil seviyem konusunda bile o kadar iddialı değilim mesela. Anamdan öğrendiğim dil bildiğimi anlatmaya yetmiyor. 



Umberto Eco'yu sık sık anar oldum. İletişim kuramında aberrant decoding derdi. Decoding kod açımı diye çevrilmiş. Aberrant'lısının Türkçesini bulamadım ama aberrant da kabul edilen, normal standarttan sapan anlamına geliyor. Eco'ya göre iletişim özetle şunun gibi bir şey: Gönderici mesajını kodluyor, alıcı da aynı mesajın kod açımını yapıyor fakat insanlar birbirlerinden farklı kültürel veya altkültürel deneyimlere sahip olduklarından farklı kodlara başvuruyorlar. Dolayısıyla amaçlanan mesaj ile alınan mesaj hiçbir zaman aynı mesaj olmuyor. Bu kurama göre bizi yakan ön varsayımlarımız: Göndericinin durumunda kişisel önyargılar, yönlendirici koşullar, ifadenin ve muhteva düzleminin kodlanmasına ilişkin muğlaklıklar, altkodların etkisi, ortak bilgi var sayılması. Alıcının durumunda ise yine kişisel önyargılar, saptıran koşullar, tesadüfi çağrışımlar, yorumsal hatalar, altkodlardan medet umma ve alıcının bilgisinin gerçek derinliği. Diğer bir deyişle, yaygın kanının aksine iletişim kuramama o veya bu tarafa atfedilebilecek bir suçun sonucu değil. Farklı sayma sistemlerinde x'e farklı değerler verip yine de aynı x'ten bahsediyormuş gibi konuşmaya çalışmak iletişim. 



Gelelim en baştaki kübik odaya. Adı Eco olsun, Eco Odası. Hem rahmetliye selam (güzelim kavramını sığ sulara çekip karaya oturttuğum için beni affetsin), hem de çırpınırcasına çıkan sesin yankısında yapayalnız kalındığı için. Eco Odası'nı revize edebiliriz, camdan olduğunu düşünebiliriz mesela. Böylece komşu küpteki eşine dostuna çaresizce bir şey anlatmaya çalışırken yaptığın el kol hareketleri azıcık hızlı oynatılan bir sessiz filmde komedi unsuru olabileceği gibi içi boş dramatizasyon veya kibarca abartılı vücut dili olarak da düşünülebilir. Zaten birinin neden bahsettiğini anlamıyorsanız her hareketinin anlamsız hatta aptalca gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Anlamadığımızı anlayabilmekse bir tür paradoks oluyor sanırım. Adı ne olursa olsun, ben bu spora gönüllü yazıldım. Aksi takdirde herkesinkinden uzak bir gezegende mezar taşsız kalmaz mıydık?



İnsan sevdiklerine gezegen mesafesinde olmak istemiyor ama 2+1 kombili Eco Odası da yok maalesef. Adı üstünde, Oda. Tecrit gibi bir şey. İçinde delirebilir insan. Kendini içinde nasıl istersen öyle kurgularsın: ister hep haksızlığa uğra, istersen en kurnaz sen ol; hep yanlış anlaşıl ya da hep yanlış anlat kendini; mağdur, mağrur, hasta, suçsuz, suçlu, mutsuz, mutlu... gönlünce. Odada özgürleştirme olasılığı barındıran bir çatlak, ufacık da olsa bir sızıntı aramak yerine, "ha yani ben..." diye diye, var olmak için öteki'ye muhtaç olan her ben gibi savaş açabilirsin hayali düşmanına, her kimi her neyi dilersen o. Tahta kılıcını havaya savurmaktan bitap düşene kadar. Öyle veya böyle, tahtında yalnız da olsa kralıyız kendi odamızın.



Bazen de cam odandan yanı başındaki cam odaya doğru dalar gözlerin. Çırpınmaktan ağrımaktadır ellerin kolların, volta atmaktan ayak tabanların ve bükmekten boynun. Terin soğumaya başlar yavaş yavaş. Gözlerin mıh gibi çakılmış karşı odaya. İçindeki en iyiyi de en kötüyü de salıvermişsindir çırpınırken, onları saklamak ister saklayamazsın, her yer cam. Bitkin, ümitsiz, tükenik kalırsın olduğun yerde. Bir dalcık papatya bitseydi şu bela gelesi odada da onu göstereydim istersin zeytin dalı niyetine. Yok. En sonunda gözlerini de çekip alırsın daldıkları yerden. Yeşil yosunlarından önce ip gibi, sonra damla damla gözünün denizi akar. Sonra da bir şey akmaz olur. Kendi öfkende, kendi hüznünde kendi kendine kavrulur acırsın bile kendine. Odanın duvarlarından yankılanan sesin tahammülü yoktur saygısızlığa, sonuçta o el kol hareketlerinin anlamı açık der yankı. "Hiç anlamadı." Belki bir papatya filan olsaydı...


14 Haziran 2016 Salı

#direnmenekşe

Bu benim menekşem. Hep böyle değildi, son aylarda yaprakları teker teker kurudu. Ben de kurumuş yapraklara boş yere su çekmeye çalışmasın diye teker teker kestim yapraklarını. Konuşa konuşa, neden kestiğimi anlatarak kestim. Aslında ne yapılacağını bildiğimden değil de sezgisel biraz. 

Sonra temizliğe gelen ablayla konuşurken bir menekşenin beş yıl yaşamasının bile neredeyse mucize olduğunu söyledi. (Duydun mu Vernon?) Keşke bir iki yaprağını kesip toprağa gömseymişim, oradan kök salarmış. Öyle de dedi ama onun için artık çok geçti. Neyse ki "kurumuş bu" diye çöpe atmak üzere uzandığı saksıdaki çiçek kolay pes etmemeye karar vermişti ve neyse ki çiçeğin kurumadığını, direndiğini göstermek üzere ben oradaydım. İnatla hayata tutunan çiçeğimin bir yanlış anlama sonucu çöpü boyladığını öğrenseydim hatırı sayılır bir müddet toparlayamazdım kendimi.

Her şeyden önce bu anısı olan bir çiçek. (Şu blogda "menekşe" diye aratınca çıkan yazıların sayısına ben bile şaşırdım az önce.) İstanbul'a geri taşındığım zaman evde başka bir saksı menekşe vardı. Tezimi yazarken yoldaş olmuştu bana, ben de ona çok bağlanmıştım. O zaman çalışma masam pencerenin önünde, ikimiz de pencere önü çiçeği yani. Benim pencereyle aramda bir de monitör var tabi ama olsun. Tez bitti. Gel zaman git zaman sararmaya başladı yaprakları. Vitaminler aldım, yapraklarını temizledim, kâr etmedi. Can çekiştiği sıralarda güneş görsün diye balkona koyduğum bir gün kuşlar devirip yere düşürdüler saksıyı. Cinayet mahalli gibiydi o saçılan toprak. Oturdum ağladım başında. Ve duyduğum kederi de yazdım buraya. Biraz zaman geçti aradan. Vernon'la birbirimizin blogunu okuyoruz o zaman, görüşmeden tanışıyoruz. Okuya tanıya sevdik birbirimizi, bu iş olur dedik, el ele tutuştuk. Bir akşam üstü iş çıkışı elinde geri dönüşüm kağıdından bir torbayla çıkageldi. İçinde de bir saksı menekşe var. Bu o menekşe işte. Saksı çiçeği almasına mı, yazdıklarımı okuyup ne kadar üzüldüğümü anlayıp aylar sonra böyle bir güzellik yapmasına mı... en mutlu olduğum anlardan biriydi işte.

Yine "gel zaman git zaman", biz kendi yollarımıza gittik. Menekşenin velayeti bende tabi. Neymiş, bunu da öldürürmüşüm ben. İsteyince inanılmaz gıcıklaşabilen bir insan, bunu da söylemeye hakkım var. Hayır gıcıklığı bir yana, içim ürperiyor bir yandan "ya sahiden bu da ölürse" diye. Gözüm gibi bakıyorum. İnadımdan değil ha. Yani Vernon'a inadımdan değil. Bir menekşe ölümüne daha katlanamayacağım için. Avuç içi kadar bir can zaten, dayanamıyor ki insan.

Anlattığım gibi en son bu hale geldi işte. Göz alıcı mor çiçekleri, hatta yaprakları bile yok ama direnişin en yakınımdaki simgesi şu an. Direniyor, yaşama tutunuyor, ben de ona tutunuyorum. Benim de bir yerden güç almam gerekiyor ve şu anda etrafımda bu menekşeden daha fazla yaşamaya istekli kimse yok. Kuru gövdesinden son bir gayretle çıkardığı minik yeşil yapraklarındaki yaşama iradesinin bende uyandırdığı saygı ve hayranlık koca koca saksılarla ölçülebilir ancak. Minicik bir saksı çiçeğinin insana verdiği kuvveti ise -ne kadar denesem de- kelimelerle anlatamam. 



9 Haziran 2016 Perşembe

Öyle Bir Yaş Ki O Kadar Olur!

İnsanın ömründe bir yaş geliyor... Yaşlar genelde geliyorlar zaten. Gelme desen de faydasız. Efendiciğime söyleyeyim, işte o yaşlardan biri geldiğinde sonrası artık pek şey olmuyor. Nasıl diyeyim... dramatik. Bunu Umut'tan öğrendim. Daha doğrusu, söylediği vakit "hakikaten ya" diye şaşırıp hak verdiğim bilgeliklerinden yalnızca biriydi. Sevgilisinden ayrılmış bir çocuğu teselli etmek değil de -öyle teselli olmaz olsun çünkü- yeryüzüne geri indirmeye çalışırken söylemişti. Birebir alıntılayamam fakat aşağı yukarı şöyle bir şeydi: "Daha önce aşık olup ayrıldın mı? Ayrıldın. Bak şimdi buradasın. Buradaki herkes daha önce aşık oldu ve ayrıldı. Hepimiz buradayız. Az çok nasıl bir şey olduğunu hepimiz biliyoruz, geçtiğini de." O durumda söylenecek en hassas şey değildi ama katıksız gerçekti. Gecenin bir yarısı her yaştan ve cinsiyetten insan orada tanışmıştık ve görünüşe bakılırsa hepimiz bira içebilecek kadar hayattaydık. 

Öyle bir yaş geliyor ki insanın ömründe... sonrası biraz tekrara giriyor. Ölmeyeceğini, en azından aşktan ölmeyeceğini tecrübeyle sabitlemiş oluyorsun artık. İçin biraz biraz ölür, ona kimse karışamaz ama sabah o güneş doğar, doğuyor. Buna samimiyetle şaşırdığım sabahları bilirim "bu sabah da mı?" diye. Evet o sabah da. 

Melodram maalesef Muhsin Ertuğrul döneminde tohumları atılmış ve filizlenmiş, sonrasında da hasadına doyulamamış bir janr. Haliyle kültürel kodlarımızın da derinliklerine işlemiş, kuytularına yerleşmiş. Üzerine İkinci Dünya Savaşı döneminde Mısır filmlerinin Yeşilçam'a hakim olmasıyla da ver yansın. 70lere dek süren melodram, 80lerde arabesk, 90larda Yeşilçam nostaljisi derken kaçmaya fırsat bulamamışız. Şahsen ben bulamadım. Aramızdan kafası çalışan arkadaşları da benimle birlikte harcamayayım.

Fakat işte o yaş bir kere gelince, bir daha yutturamazsın artık "TV'de ilk defa" gösterildiğini. "Görüldü" çünkü. Aynısı değil elbet ama gel bir de can acısına anlat bunu. Acı dediğin acıyı bilir yalnız. 20sindeki mi 30undaki mi derseniz... 30umdakini henüz bilmiyorum fakat ultra-dürüst olmak gerekirse ki şuracığa yazdıklarımı okuyanların bu sebeple okuduğuna dair duyumlar alırdım kendilerinden, artık yazmadığım için okuyanımın da kalmamış olması mantıklı- 20nde o toplara giremiyorsun daha; henüz kendini, kendini derken ruhunu ayrı bedenini ayrı tanımakla meşgulsün, çok şanslıysan eğer aynı şekilde ikinci bir insan yoldaş oluyor sana. "O toplar"dan kastım "çeyrek altın dünyası" ve bileşenleri ve sonu oraya çıkacak herhangi bir patika.

Oysa 30lar -yalan söylemeyeyim "lar" kısmını henüz görmüş değilim- ilk yılından anladığım kadarıyla sahiden de kadınların en güçlü hissettiği yıllar olabilir. Yani gene ağlayıp sızlanıyorsun ama aynı debide değil. Gene yıllar sürer mi bir oğlanın üstesinden gelmek? Sürebilir. Fakat ölüm her geçen gün biraz daha gerçek bir hal aldıkça yaşam da bir o kadar gerçek ve vazgeçilmez bir hal alıyor. İnsanların nasıl bir anda, hiç beklemezken ölüverebildiklerini görünce her an değer kazanıyor. Gözünün görebileceği her renk, kulağının işitebileceği her ses, alabileceğin her tat ve koku... Safi yaşam değer kazanıyor. Bu son boşluğuna kadar doldurmak istediğin yaşamda yoldaşını bulursan ne âlâ, bulamazsan da yaşam hâlâ senin. Kime sesleniyorum ben? 20 yaşımdaki bana mı? (Pişşt, yazı bitince arka tarafa gel, bir şey diyeceğim.) 

Ne diyordum? (Yaşlanmakta olan insan sorusu, kaç kaç kaç.) Evet, öyle bir yaş. Hele bir de içinde yaşadığın tarihin ve coğrafyanın (yalnızca ders isimleri değilmiş, onu da sonra çakozluyorsun) dayattığı tuzaklara düşmediysen kraliçesin, kendi kalenin kraliçesi. Artık ruhunu ve bedenini az çok tanıyorsun, biraz biraz barışıyor, uzlaşıyorsun. Öte yandan, o yoldaşlık müessesesi karşı koymakta zorlandığın, aslında karşı koymak da pek istemediğin tek müessese olup çıkıyor. Bulunca bırakmak istemiyorsun. Ama sen istemesen de akıl almaz engeller çıkıyor önüne (engel çıkmasını niye isteyesin zaten). "Ulan keşke Aliye Rona'yla Atıf Kaptan çıksaydı" diyorsun. En azından onlarla nasıl başa çıkacağını biliyorsun çünkü. E döndür döndür izleyince ister istemez öğreniyor insan. 

Gelgelelim (ki kendisi fazla "akademik" olduğu için sinema tarihi çevirimden çıkarılmış bir sözcüktür, respect please) 30 yaşında bir insan da olsan insansın hâlâ. Göğe ermiyor başın, nur inmiyor yüzüne veya herhangi bir yerine. Kafana kakıla kakıla hücrelerine işlenen kültür ne derse desin, buralarda hâlâ yenisin aslında. Her şeyi başarabilirim gazıyla bir bok da başaramadığın yaştasın. Başarıyı, başarmayı boş ver... Elinden gelmeyen şeylere uzaktan bir bakıp iç geçiriyorsun hâlâ. Garson boy gibi yaş, ne öyle ne böyle. Şu şiiri kaç yıl var ki anmadıydım... ama işte öyle biraz. Halin memleketin hali gibi boktan. Ne istediğini de biliyorsun ama elinden gelmiyor vaziyet-i umumiyi değiştirmek, gücün yetmiyor. Sonra işte böyle söylenen bir ihtiyar olup çıkıyorsun. Öyle bir yaş geliyor yani insanın ömründe. 




6 Haziran 2016 Pazartesi

Sezen Aksu revisited

Bir iki genelleme yapıp yatacağım. Birincisi, bir kadın olarak sevdiğim kadınların yarattığı hayal kırıklıkları sevdiğim erkeklerin yarattıklarından ağır gelir, daha zor karşılarım sanırdım. Atıyorum, Uğur Polat gidip saçma sapan bir şey yapsa üzülürüm ama bir yere kadar. Oysa Sezen Aksu, sezenaksuluğa ters olduğunu düşündüğüm odaklara öpücükler gönderdiğinde içten içe sarsılmıştım, o daha derin bir ihanet gibiydi. Bu toplumda bir kadın olarak kimliğini inşa ederken kaçamadığın iki pop isimden biri Ajda Pekkan ise diğeri ve en kaçınılmazı Sezen Aksu'dur. Benim kuşağım için öyleydi en azından. İnşa ettiklerini kumdan kaleler gibi yıktığını hissettiğimden beri içimden gelip de bir şarkısını açmamıştım. Bugün açıp dinledim, yıllar sonra ilk defa. İlk genellemeyi çürütmese de ona istisna teşkil ediyor. Ben'i inşa sürecime öyle içkindi ki ne yaparsa yapsın tamamen çıkmayacak sanırım. Daha da önemlisi, eğer o Sezen Aksu açılıyorsa bir şeyler değişip dönüşüyor, bir şeyler oluyor, olmuş veya olacak demektir. Sürekli oluyor ama biraz daha fazlası. Bu da ikinci genelleme. Carrie Bradshaw'a bağlamadan yıllık istihkakımı tükettim sanırım. 



5 Haziran 2016 Pazar

Aliyesiz Atıfsız

"Mutsuzluktan söz etmek istiyorum, dikey ve yatay mutsuzluktan..." dedim kendi kendime geçen gün. Doğmama bir ay kala Aşiyan'ın tepesindeki yatacığına uzanan ve aynı havayı hiç soluyamadığım adamın dizelerini tekrarladım kendi kendime. Zaten her şey tekrara giriyormuş gibi geliyor bu ara. Her şey tekrara giriyor. Bak yine oldu.

Yeşilçam filmleri doz aşımından kaynaklı belki, sevip de kavuşamamayı ekseriyetle Aliye Rona, hadi bilemedin Atıf Kaptan, çok talihsizsen de ikisiyle birden bağlantılı bir durum zannederdim. O öyle değilmiş. Sevip de kavuşamamanın bin bir çeşidi varmış. Tam her şeyi gördüm herhalde diyorsun, bundan saçması da olamaz artık diyorsun... Aliye ile Atıf'ı görmek için etrafına bakınıyorsun, Nubar Terziyan'la Şükriye Atav'ın mütebessim yüzleriyle karşılaşıyorsun. Kendi yüzün ise hiç mütebessim değil, yüzünün tüm çizgileri yerçekimine teslim. Son birkaç aydır kalbim sürekli ağrıyor. Biri avucu içine almış da patlatana kadar sıkıyormuş gibi bir his, kulaklarda zonklama ve hesabı sürekli kendisine kaktıran o iç ses. Küçükken ben de radyonun içinde şarkı söyleyen küçük insanlar var sanırdım. Meğer radyo benmişim. Küçük insanlar da şarkı markı söylemiyorlar, sürekli itiş kakış halindeler. 

Biri beni bile ürkütecek kadar güçlü, önünde dağlar dayanmaz. Oysa buraya kazık çakıp kalan da o. O dağları henüz devirmek istememiş sanırım, istese duramazlardı çünkü. İstemediğini de "bu dağ burada olmamış" deyip tuzla buz eder zaten. Bir başkası ağlak bir kadın. Hep bir şeylere maruz ama gıkını da çıkarmıyor. Öyle görmüş herhalde. Biri yılmış her şeyden, "çok uzadı bu hayat, bitse de gitsek" diye bakıyor. Ötekisinin içi titriyor gözleri kapanacak da karanlığın bile var olmadığı bir sonsuzluğa düşecek diye. Bunların arasında bir salak vardı geçmişte yaşayan, neyse ki cebren bastırdılar onu. Baya can sıkıcıydı çünkü. Bir tanesinin gelecek konusunda soru işaretleri var ama geçmişe takıntılının başına gelenleri gördüğünden midir nedir ağzını açamıyor şimdilik. Bir o eksik zaten. Tıklım tıkış minibüs gibi içerisi. Bir tek kucakta zırlayan çocuk eksik. 

Biri keyiflenip iki tek atmak ister, öteki ölesiye tiksinmiş alkolün fikrinden bile. Biri yanına sigara tellendirmek ister, öteki biraz daha uzun ve acısız yaşamak. Biri kapıyı çarpıp çıkacak, diğeri olduğu yerde büzüşüp ağlayacak. Biri ben kendime yeterimci, diğeri sevgi kelebeği gibi ortalıkta dolanıyor. En karmaşık ilişki de onların arasındaki galiba. Yeterimci, "yalnızsın zaten" diye kanatlarını yoluyor kelebeğin. Kelebek inkar etmiyor bunu ama yine de yerçekimine karşı koyup havalanmasını sağlayan bir güç var. İşte dolmuş yolcularının en büyük merak konusu da o güç. Tatmin edici bir cevap bulamayınca "aptallığının verdiği hafiflikle uçuyor herhalde" deyip geçiyorlar. Zekası pek parlak değil sahiden. Neyse ki çok başvurmuyor da. İnsanlık mı diyor, insan sıcaklığı mı...insanlı bir şeyler geveliyor ağzında ama bir sıkımlık canıyla oradan oraya gezdiği için iyi duyulmuyor ne dediği. 

Aliye Rona'lı Atıf Kaptan'lı senaryolar yeğ görünüyor.