9 Haziran 2016 Perşembe

Öyle Bir Yaş Ki O Kadar Olur!

İnsanın ömründe bir yaş geliyor... Yaşlar genelde geliyorlar zaten. Gelme desen de faydasız. Efendiciğime söyleyeyim, işte o yaşlardan biri geldiğinde sonrası artık pek şey olmuyor. Nasıl diyeyim... dramatik. Bunu Umut'tan öğrendim. Daha doğrusu, söylediği vakit "hakikaten ya" diye şaşırıp hak verdiğim bilgeliklerinden yalnızca biriydi. Sevgilisinden ayrılmış bir çocuğu teselli etmek değil de -öyle teselli olmaz olsun çünkü- yeryüzüne geri indirmeye çalışırken söylemişti. Birebir alıntılayamam fakat aşağı yukarı şöyle bir şeydi: "Daha önce aşık olup ayrıldın mı? Ayrıldın. Bak şimdi buradasın. Buradaki herkes daha önce aşık oldu ve ayrıldı. Hepimiz buradayız. Az çok nasıl bir şey olduğunu hepimiz biliyoruz, geçtiğini de." O durumda söylenecek en hassas şey değildi ama katıksız gerçekti. Gecenin bir yarısı her yaştan ve cinsiyetten insan orada tanışmıştık ve görünüşe bakılırsa hepimiz bira içebilecek kadar hayattaydık. 

Öyle bir yaş geliyor ki insanın ömründe... sonrası biraz tekrara giriyor. Ölmeyeceğini, en azından aşktan ölmeyeceğini tecrübeyle sabitlemiş oluyorsun artık. İçin biraz biraz ölür, ona kimse karışamaz ama sabah o güneş doğar, doğuyor. Buna samimiyetle şaşırdığım sabahları bilirim "bu sabah da mı?" diye. Evet o sabah da. 

Melodram maalesef Muhsin Ertuğrul döneminde tohumları atılmış ve filizlenmiş, sonrasında da hasadına doyulamamış bir janr. Haliyle kültürel kodlarımızın da derinliklerine işlemiş, kuytularına yerleşmiş. Üzerine İkinci Dünya Savaşı döneminde Mısır filmlerinin Yeşilçam'a hakim olmasıyla da ver yansın. 70lere dek süren melodram, 80lerde arabesk, 90larda Yeşilçam nostaljisi derken kaçmaya fırsat bulamamışız. Şahsen ben bulamadım. Aramızdan kafası çalışan arkadaşları da benimle birlikte harcamayayım.

Fakat işte o yaş bir kere gelince, bir daha yutturamazsın artık "TV'de ilk defa" gösterildiğini. "Görüldü" çünkü. Aynısı değil elbet ama gel bir de can acısına anlat bunu. Acı dediğin acıyı bilir yalnız. 20sindeki mi 30undaki mi derseniz... 30umdakini henüz bilmiyorum fakat ultra-dürüst olmak gerekirse ki şuracığa yazdıklarımı okuyanların bu sebeple okuduğuna dair duyumlar alırdım kendilerinden, artık yazmadığım için okuyanımın da kalmamış olması mantıklı- 20nde o toplara giremiyorsun daha; henüz kendini, kendini derken ruhunu ayrı bedenini ayrı tanımakla meşgulsün, çok şanslıysan eğer aynı şekilde ikinci bir insan yoldaş oluyor sana. "O toplar"dan kastım "çeyrek altın dünyası" ve bileşenleri ve sonu oraya çıkacak herhangi bir patika.

Oysa 30lar -yalan söylemeyeyim "lar" kısmını henüz görmüş değilim- ilk yılından anladığım kadarıyla sahiden de kadınların en güçlü hissettiği yıllar olabilir. Yani gene ağlayıp sızlanıyorsun ama aynı debide değil. Gene yıllar sürer mi bir oğlanın üstesinden gelmek? Sürebilir. Fakat ölüm her geçen gün biraz daha gerçek bir hal aldıkça yaşam da bir o kadar gerçek ve vazgeçilmez bir hal alıyor. İnsanların nasıl bir anda, hiç beklemezken ölüverebildiklerini görünce her an değer kazanıyor. Gözünün görebileceği her renk, kulağının işitebileceği her ses, alabileceğin her tat ve koku... Safi yaşam değer kazanıyor. Bu son boşluğuna kadar doldurmak istediğin yaşamda yoldaşını bulursan ne âlâ, bulamazsan da yaşam hâlâ senin. Kime sesleniyorum ben? 20 yaşımdaki bana mı? (Pişşt, yazı bitince arka tarafa gel, bir şey diyeceğim.) 

Ne diyordum? (Yaşlanmakta olan insan sorusu, kaç kaç kaç.) Evet, öyle bir yaş. Hele bir de içinde yaşadığın tarihin ve coğrafyanın (yalnızca ders isimleri değilmiş, onu da sonra çakozluyorsun) dayattığı tuzaklara düşmediysen kraliçesin, kendi kalenin kraliçesi. Artık ruhunu ve bedenini az çok tanıyorsun, biraz biraz barışıyor, uzlaşıyorsun. Öte yandan, o yoldaşlık müessesesi karşı koymakta zorlandığın, aslında karşı koymak da pek istemediğin tek müessese olup çıkıyor. Bulunca bırakmak istemiyorsun. Ama sen istemesen de akıl almaz engeller çıkıyor önüne (engel çıkmasını niye isteyesin zaten). "Ulan keşke Aliye Rona'yla Atıf Kaptan çıksaydı" diyorsun. En azından onlarla nasıl başa çıkacağını biliyorsun çünkü. E döndür döndür izleyince ister istemez öğreniyor insan. 

Gelgelelim (ki kendisi fazla "akademik" olduğu için sinema tarihi çevirimden çıkarılmış bir sözcüktür, respect please) 30 yaşında bir insan da olsan insansın hâlâ. Göğe ermiyor başın, nur inmiyor yüzüne veya herhangi bir yerine. Kafana kakıla kakıla hücrelerine işlenen kültür ne derse desin, buralarda hâlâ yenisin aslında. Her şeyi başarabilirim gazıyla bir bok da başaramadığın yaştasın. Başarıyı, başarmayı boş ver... Elinden gelmeyen şeylere uzaktan bir bakıp iç geçiriyorsun hâlâ. Garson boy gibi yaş, ne öyle ne böyle. Şu şiiri kaç yıl var ki anmadıydım... ama işte öyle biraz. Halin memleketin hali gibi boktan. Ne istediğini de biliyorsun ama elinden gelmiyor vaziyet-i umumiyi değiştirmek, gücün yetmiyor. Sonra işte böyle söylenen bir ihtiyar olup çıkıyorsun. Öyle bir yaş geliyor yani insanın ömründe. 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder