19 Kasım 2012 Pazartesi

Bizim Büyük Çaresizliğimiz


Bizim büyük çaresizliğimiz, Ankara.
Tekel'in cep kanyaklarından içerdim o zaman.
Filmi izlerken ise Metaxa içiyordum bilmem kaç yıldızlı.
Balkonun kapısını açtım içerisi soğusun, Ankara gibi olsun diye.
Hafif üşüyerek uyumaya alıştığımdan sıcak odada uyuyamıyorum hala, kalorifer kapalı olacak.
Kış günü küpe taktın mı iğnesinin kulağının içinden geçtiğini hissederdin soğuktan, acıtırdı, ama ne güzeldi.
Kış günü Erzurum'a da gittim ben, hem de kaç kere. Ankara kadar soğuk yer görmedim.
Onca yıl nasıl olup da hiç üşümedim bilmiyorum. Ankara'da üşüdüğümü bilmem.
Ama buzda kayıp düşmüşlüğüm vardır. Canımın acıdığını bilmem.
Soğuk uyuşturduğu içindir belki. Belki de ışık yılı uzakta kaldığı için anımsamıyorumdur.
Evleri, sokakları, sokak lambaları, yağmuru, karı ve barları, meyhaneleri ile Ankara; ancak bir daha asla görmezsem sevgiyle anmaya devam edebileceğim eski bir tanıdık gibi. 
Uzaktan sevmenin en güzel değil, tek yol olduğu bir şehir.
"Dünyanın en güzel şehri" diye geçiriyorum bazen içimden. Sesli söyleyince absürd bir espri gibi geliyor kulağa.
Sevdiğim insanlar öldü Ankara'da. Başka yerlerde de öldü. Ama insan Ankara'da ölünce daha çok ölüyor sanki.
Yine de "huzur" denince Emek geliyor aklıma. Sokak boyunca gölge oyunu yapan uzun boylu ağaçları ile Emek. Gece sabaha karşı düşen ilk kar. Geniş penceremin önündeki çalışma masamdan kalkıp pencereye gidişim, camı açışım, havayı koklayıp karın yağışını sokak lambasının düşen ışığından izleyişim geliyor aklıma ve kendimi sokağa atışım. Çok değil az önce gökyüzünde süzülen karın üstünde sessizce yürüyebilmek için. Ankara uyurken.
Eski mobilyalar hiçbir yere Ankara'ya yakıştığı kadar yakışmıyor ve uzun koridorlu dar evler.
Dün gece rüyamda Olgunlar'ı gördüm. Henüz test kitapları değil gerçek kitaplar sattığı zamanlarda. Köşeyi dönünce fark ettim Olgunlar olduğunu. Ve bunları yazarken anımsadım rüyamı. Ne işim vardı ki orada.
İçinde Ankara geçen şarkıları oldum olası sevdim ama filmleri, dizileri izlemekten imtina ettim nedense. Görmek istemedim. Hem içimi kaldırıyor, hem içim kaldırmıyor.
Bizim büyük çaresizliğimiz Ankara hocam. 
Şimdi İstanbul, engelli bir koşunun sonunda varılan alan gibi. 
Ama ne Emek'e benzer ne Tunalı'ya. Ankara aşinalık demek. Doğup büyüdüğüm yerden başlamamış da buraya varmışım sanki. Doğduktan sonra hiç gidip de görülmeyen memleketler gibi Ankara. Bir daha hiç gitmesem, hiç görmesem de olur.
Şimdi kalkmış memleketlimi sevmem tesadüf mü peki? "Hocam burası bizim Ankara barlarına benziyor" dediğim barın müdavimi kesilmem? "Hocam" derken duyduğum huzur? Beşeriyi aldım bu deryalı diyara getirdim. Ankara'nın çaresizliğini Ankara'da bırakıp, sevdiğim anları, anıları, insanları alıp getirmedim mi başucuma? 
Yalnız şu Tekel kanyak üretmeyi bırakmayaydı iyiydi...



Avram'dan :)

17 Kasım 2012 Cumartesi

Oynatmama Az Kaldı, İsmail Nerede?


Avazım çıktığı kadar bağırasım var bir süredir. Mecazsız, mübalağasız. Gözlerimi yumarak ve çömmekle çömmemek arasında bir pozisyonda, akciğerim ve ses tellerimin gücü yettiğince, alfabeden bir sesli harf seçip -çok da uzağa gideceğimi sanmıyorum, "A" işimi görür- alabildiğine geniş ve boş bir alanda bağırmak...tercihen Karadeniz'e karşı. Hırçın bile dengi dengine.

Avazım çıktığı kadar bağırasım var ama ben içime atıp susuyorum. Aklımdan geçenle ağzımdan çıkan birbirlerini yolda görse tanımazlar. Ne kadar öfke, üzüntü, endişe, korku, hayalkırıklığı varsa hepsi içimde. Dilimde ise "peki", "tamam", "evet", "haklısın", "haklısınız", "yaparım", "ederim", "giderim"... Asabiyetten hazzetmem, tamam da, çatışmadan bile kaçar bir halim var. Değil kavga etmek, tartışmaya bile mecalim yok sanki. He deyip geçiyorum, he deyip geçiyorum. Sen bilirsin deyince kavga olmazmış. Niye ki, bir olsa çok rahatlayacağım halbuki.

Annemin şu pembe kurdele hastalığına yakalandığını öğrendiğimiz sıra bende değişen bir şeyler olduğunu fark ettim. İnsan arkadaşlarını yanında görünce iyi hissediyormuş, iyi geliyormuş. Tek çocuklarda fazladan bir yalnızlık korkusu vardır belki de bilmem. Söz konusu sağlık olunca desteğe ihtiyaç duyuyormuş insan. Eskiden bu kadar yüklenmezdim arkadaşlık kavramına. Hep önemliydi, bilirdim ki adamlar gider arkadaşlar kalırdı yanımıza. Şimdi daha da önemli işte. Böyle durumlarda anlıyor insan arkadaşlarının seçilmiş bir aile olduğunu. Seçimlerini gözden geçiren de oluyordur eminim. İşte ben onu beceremiyorum. Nefes bile almadan kendine acımanın ve herkesten nefret etmenin, sevmeye üşenmenin yakınından geçtim çünkü. Tatsız bir yer, insanı içine çeken bir karanlık. Galiba sağlam bir tokat atmak istediğin insan hala önemsediğin insan oluyor. Bunun başka bir açıklaması yok. Ne hayatın ne de insan ilişkilerinin rasyonel olduğunu düşünmüyorum ve bu iyi bir şey. Jane Jacobs'ın şehirler için düşündüğünü her şey için düşünüyorum: planlanmamış, enformel, doğaçlama anlar bütünü. 

Bu da değil ki sadece. "Diyemedim ya la" anları fazlaca birikiyor bu ara. Ama ben biliyorum pis huyumu. İçime atıp atıp bir anda patlarım. Ucunda bir piyanonun asılı durduğu bir ipe benziyor sabrım. İp piyano taşır mı hiç? Lif lif kopuyor, yavaş yavaş. İnceliyor, inceliyor...geriye kalan tek bir lif bile taşıyor piyanoyu ama o da kopunca gürültü kıyamet. Piyano da pek elit bir metafor oldu. Türkçesi "skerler!" anı. 

İşte o an yaklaşıyor, duyuyorum. Her bir lifin kopuş sesini duyuyorum. İyi ki açık iletişime inanıyorum, bir de inanmasam ne olacak! Eskisi gibi inanmıyorum galiba. Bir hayrını görmediğimden olabilir. Sivri köşelerimi törpüleyeyim derken önünü mü alamadım ne yaptıysam. Bilenmekle törpülenmek arası bir şey yok mu lan, postmodern heykele döndüm anasını satayım!

İyi şeyler de var. Annemin sağlığının iyi olması gibi. Burcu'nun içinde hızla büyümekte olan çocuğun iki ay sonra aramıza katılacak olması gibi. Adam haklı aslında, "nefes almak" gibi. Dertli adama cinnet geçirtir belki ama sakin kafayla düşününce doğru. "Her şeye eyvallah de geç" kafası değil nefes almaya inanmak. "Bir çaresi bulunur elbet, enseyi karartmaya ne hacet" kafası daha ziyade. 

Neleri dert ediyoruz bütün gün. Öyle öyle ayları yılları zehir ediyoruz kendimize. Arada bir "değer mi" diye sormak lazım. Sonra, bir şeyler yapmak lazım mesela. Bana geldiler, geliyorlar hocam. 



12 Kasım 2012 Pazartesi

Çıplak Ayaklı Kontes


"Çıplak ayaklı kontes"... halhaldan başka bir şey taşımayan ayaklarımla oradan oraya koşarken, yürürken veya dans ederken böyle derlerdi bana... Mazı'da. 
"Olsa olsa bir kitap adıdır" diye düşünürdüm. Halbuki kimbilir hangi yıl hangi tarihte izlemiş olduğum bir filmmiş. "Fark etmeden" izlemişim. O kontesin bu kontes olduğunu da fark etmeden.
Pencereden dışarı bakarken yüzünün hatları ne kadar da anneanneme benzedi Ava Gardner'ın. Anneannemin gençliği. Siyah beyaz fotoğraflardan başka bir yerde görmüşüm gibi. 
"Bir kadının mezarı başında biten filmler" diye bir kategori olabilir mi? Rembetiko geldi aklıma. İster istemez. İstemem çünkü en ufak bir benzerlik yok iki finalde. Sevilmiş ama tam da ulaşılamamış genç bir kadının cenaze töreninin ardından dağılan erkekler dışında. Bunda bir hüzün var. Garip bir hüzün. Hoşuma gidiyor. Kendi adıma, '54 yapımı Holywood'dansa '83 yapımı Ferris'e benzemesini isterdim. Bir kadın daha ne ister.