Ankara etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ankara etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Kasım 2013 Çarşamba

Ankara Revisited

...
Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil unutulur şey değil
Çaresiz geliyor aklıma.

Melih Cevdet Anday, "Anı" şiirinden


Bundan 4 yıl önce ılık bir akşamüstüydü. Boş evimizin her odasına son kez bıraktım gözlerimi, sonra kapıyı arkamdan usulca çekip kapadım. Kapı tokmağında asılı duran küçük süsü alıp çantama attım anı olsun diye. Koca bir kentin başlı başına anı olacağını bildiğim halde, alıp attım çantama.

Bahçeli 3, nam-ı diğer Azerbaycan Caddesi’ne açılan apartman kapısından önce annem çıktı. Ben onu biraz gönülsüzce, arkadan izliyordum. Arkamdan gönülsüzce sürüklenen orta boy valizi ve de ayaklarımı sürüyerek yürüyordum. Yağmur çiselemeye başladı. Yağmur sevdiğim bir semboldü o zaman. Gözlerim dolmuştu.

Ankara’yı terk etmek yalnızca Ankara’yı terk etmek değildi. Kayıp bir aşkı ve geri gelmeyecek bir gençliği geride bırakmaktı. Okumak için bu şehre geldiğimde yepyeni bir şeylerin başladığını biliyordum. O an ise, başlayıp biten her şeyi geride bırakıyordum işte. Bu boktan şehre aşkla bağlanmıştım, bir otobüsle terk edebileceğime inanamıyordum. En boktan yanı da İstanbul’a dönmesiydi. Bozkırı olmayan şehre.

3 yıl önce bir bahar şenliğiydi. Akşam yaklaşırken çimenlik bir tepede durdum, biraz aşağıda birbirine hararetle kenetlenmiş bir kızla oğlanı izledim. Buz kesti içim. Ankara beni o gün orada terk etti. Bahar da şenlik de bitmişti. Bir daha bahar şenliğine gitmedim.

2 yıl önce lanet bir kış günüydü. Hocamın cenazesi için gittim Ankara’ya. Kalmadım. Ölüm vardı. Hatırladım.

1 yıl önce çene takırdatan bir kış günüydü. İş için Ankara’da olmak da vardı, güldüm. İzmir Caddesi’ndeki otel odamın penceresinden bulvara düşen karı izledim. Bir gece kaldım yalnız. Otel odasından iş dışında hiç çıkmadım. Ankara’ya hala küstüm ve nezaketen kondurduğum gülümseme idareten duruyordu yüzümde.

Geçen hafta İstanbul’da kapalı bir sonbahar günüydü Ankara’ya doğru arabayla yola çıktığımızda. Anterior servikal diskektomi için revan olmuştuyola. Ziyaretçi değil refakatçi olmaya gidiyordum bu defa. Ankara’nın beni nasıl karşılayacağını bilmiyordum. Beyaz bir sayfa gibiydi içim. Arka koltukta sol yanıma devrildim, yarin kucağına bıraktım başımı.

Ankara’ya yaklaştıkça içim şenlendi, bahar geldi sanki, güneşler doğdu içimde. Üstündeki ağaçları tek tek sayabileceğim kuru düzlükleri izledikçe içim yeşerdi, Doğu Karadeniz ormanları bitti gözlerimin içinde.

Bu şehre okumak için elimde valizimle gelmemden tam 10 yıl sonra elimde bir elle geldim Ankara’ya. İlk defa görüyordum sanki. Sanki gözlerimle değil de ellerimle görüyordum şehirleri ve elimdeki elle Tunalı, Kızılay, Olgunlar, Esat ve hatta Söğütözü bile bambaşka görünüyordu gözüme. Bambaşka, Umutlu...

O, benim geldiğim yaşta terk etmişti Ankara’yı. Onun İstanbul’da yaşadığı gençliği ben Ankara’da yaşamıştım. Hızla geride kalan gençliğime selam çakar gibi tavaf edesim vardı bildiğim anlamda Ankara’yı. Seri halde mekan ismi sayıyordum. Sorsalar, İstanbul’da bu kadar mekan bilmiyordum. Ankara, Limon’la başlamıştı benim için; Gölge ile devam etmişti. SSK’dan çıkıp Sakarya’da köfte veya kokoreç yerdik. Rumeli’de tuzlama, biraz sonra. IF her yolun çıktığı, her gecenin bittiği yerdi. Overall’da düşünmezdik eğlenirken, bodyguardları sapır sapır öldürülürdü halbuki. Su’dem vardı, Aylak Madam ve Sakal. Olgunlar’daki o binayı olduğu gibi yıktılar sonra. Çok üzülmüştüm önce. Şimdi biraz hoşuma gidiyor. Tamtam’ın mekanı Soul Pub Olgunlar’da şimdi. “Çekmiş yine converseleri, 20 yaşından farkın yok” diyebilen eski bir tanıdık. Rembetiko’da yaptığım gibi bar taburesine tüneyip kalabildiğim mekanlar açan adam Tamtam. Hoş, 3-4 yaşımdan beri severim barda oturmayı. Huyum kurusun.

IF’le hasret giderdikten sonra yeni açılan bir yere gittik. En iyi orada dank etti zamanın geçtiği. 18-20 yaşındaki kızları izlerken buldum kendimi. Onlar bendim ama artık değildim. Genç bedenlerinin doyasıya tadını çıkarıyor, bütün dünyanın da onları görmesini ve beğenmesini istiyorlardı. Kendilerini dünyanın hâkimi gibi hissediyorlardı. Biliyordum. Yeni mekanda takılmamız yalnız bir bira sürdü. Rumeli’nin kapısını açıp da sarımsak kokulu bir sıcaklık içinde tuzlamamızı, kelle paçamızı beklemek ise bir ömür sürdü sanki. Ama sarımsak tabağıyla birlikte gelen o saadet… “Hayır, almayın. Kalsın.”

Devrez’de yediğimiz gün kalp krizi geçiriyordum az daha. Tavukçu’da yiyip içtiğimiz gün ise ölmezdik, biliyordum. Café des Cafés hala keyifli, Ezgi Çayevi’nde hala küçük taburelere oturuluyor ve Siyah Beyaz’a gitmediğim için pişmanım hala.

Ankara’daki ilk göz ağrım Mülkiyeliler’di. Amma keyif alırdım tek başıma gidip şarap içerek kitap okumaktan. Okuduğum kitabı da anımsıyorum: Tutunamayanlar. Unutmak mümkün mü? Yıllar sonra tezimi ithaf edeceğim ve teşekkür mail’ini aldıktan yalnız birkaç gün sonra cenazesine katılmak için apar topar Ankara’ya geleceğim hocamı ilk orada tanımıştım. Bir konudan bahsederken zarafetle kullandığı ellerini izlerken duyduğum hayranlık bakidir. Ankara’nın beyaz saçlı güzel adamları ekseriyetle Mülkiyeliler’de rakı içer akşamları ve kanserlerine de birer kadeh doldurur fakat kadehlerini hayata kaldırıp içerler.

Dost’a uğradım. Birkaç kitap aldım gitmişken. Karakter Aşınması /Richard Sennett, Kahkahanın Zaferi /Barry Sanders ve Cogito’nun Heidegger: Varlığın Çobanı sayısı. “Dost’un önünde buluşalım. Büyük Dost.”

Ankara’da yaşama fikri peyda oldu ilk defa. Daha önce düşünmemiştim çünkü hatırlayış ve özleyişin dokunmadığı kaldırımı yoktu. Şimdi ne olmuştu da… Çok sevişin ama vazgeçişin başkenti değil artık Ankara. Benim gençliğim, en güzel hislerimle dolu sayfaların ardından Ankara bembeyaz bir sayfa şimdi. Parkın kuğuları, düşen ilk kar kadar beyaz.

Kurtuluş’ta bir evi ekledim Ankara’da sevdiğim yerlere, bir anne ve anneanneyi ekledim Ankara’da sevdiğim insanlara. Elini tuttum bir adamın, sıcacıktı. Avucuna bıraktım yüreğimi, ne isterse yapsın. Emanet değilim onda, ne olacaksa olsun. Kimse gelip beni almayacak, Ankara artık surat asmayacak.

2013’ün Kasım ayında Tunalı’da el ele yürümüş olmanın mutluluğu ve içime dolan huzur aklımdan hiç çıkmayacak.





13 Ağustos 2013 Salı

Leylâ: Yılan Hikâyesi


Burada yüzlerce yazı var. En iyi bildiğim şey hakkında, aşk üzerine yazıyorum. Cam büfenin en üst rafında duran porselen bir çay takımı ya da girilmesi yasak bir misafir odası değil aşk benim için. Bildiğimi söylemekte mahsur görmüyorum. Âşık olduğum ilk adam gibi tıpkı:
“kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin” 
Bilmek de anlamak gibi çözmeye yetmiyor, o ayrı.
Yazmak için yeterli oluyor ama.
Bir adamı çok sevdim.
Ayrı düştüm.
Yoksa yazamazdım.
Hasret dayanılmaz olduğu için yazmaya başladım. Şarkıdaki gibi, gündüz düşlerinde hep ona vardım. Üç yıl önce buraya yazmaya başladım. Üç yıl önce yazmaya başladığım zaman üç yıldır her gün, ama her gün ayrılığın ilk günü gibi ağlıyordum. Ayrılığın ilk günü tam üç yıl sürdü. Birlikteliğimizden bile uzun.
Çok sevdim be abi.
O da beni çok sevdi. Keşke o kadar sevmeseydik birbirimizi.
Bir daha birlikte olamayacağımızı bildiğim için hep yazdım. Sarı Işık da o, Karanlık da. Yazmak acımı dindirdi. Bazen de çoğalttı. Ben o acıyı da sevdim, alıştım, besledim, büyüttüm onu. Âşık olduğum adamdan ayrıldığımda onu hala seviyordum. Zaman, o sevgide donup kaldı.
Sevgimizin, aşkımızın üstünden sene geçti, ay geçti… Ne birleştik, ne ayrıldık biz… Bu aşkın, bu sevdanın üstünden hayat geçti, ömür geçti, yaş geçti.” Tam tamına altı yıl, on üç gün ve gençliğimiz.
Bunca yıl kukuma kuşu gibi oturup beklemedim. O yalnız eski filmlerde olur. Kırk odalı konak gibi kalbim. Onu aldım en güzel odasına yerleştirdim. En deniz gören ama rutubetsiz. Sonra üzerine kapıyı kitledim. Çok şanslıydım, elini tutacak kadar sevdiğim insanlar tanıdım. El ele tutuşmak deyip geçmemeli, önemli. Bir Mayıs gibidir, safları sıklaştırmaktır el ele tutuşmak. Sevmediğim kimsenin elini tutmadım. Sevmeden tek bir adım atmadım. Yukarıdan ayak sesleri geldiği zaman inandırmakta zorlanırdım ama içim rahat, gönlüm ferah.
İki yıl önce yeniden olabilir miyiz diye merak etti. Gözlerimde korkuyu görünce vazgeçti. Meydan okuyan, çekip giden, uçan kaçan, elde avuçta durmayan kadın yoktu yerinde. İçi titreyerek bakan bu yeni kadını sevmedi. Bunda onu terk edecek yürek yoktu artık. Oysa bu kadını elde tutmaya çalışmak da onun meydan okumasıydı ve terk edilmeyi bile sevmişti o. Bu kadın ise kendini bıraksa onu bırakamazdı artık. Geldiği uçakla geri döndü Almanya’ya. “Vazgeçmek” denetimli kullanılması gereken şiddetli bir fiildi.

Confrontation
İki yıl sonra dört gün önce, yine bir ayın 23’ünde çıkageldi. Apartmanın girişinde posta kutusu niyetine duran plastik sehpanın üzerindeki mektupları karıştırdı, Paris’ten attığı kartı bulup çıkardı. Bana Amsterdam’dan sarı laleler almış, Paris’ten “burda olsan gezsek” diye biten bir kart atmıştı. Daha önce de Amsterdam’dan sarı laleler alındığını söylediğimde biraz bozuldu. Demek ki Amsterdam’a gidildiğinde yapılması gerekenler listesinde “Leyla’ya sarı laleler almak” gibi bir madde vardı. Paris’ten attığı kart da benim içimi burdu. Neden orada değildim ki? Onun bensiz ne işi vardı oralarda? İki çocuk gibi karşılıklı bozulduk.
Sabahtan girmiştim mutfağa. Birkaç meze hazırladım. Taze fasulye pişirdim etin yanına. Rakıya koyacak buzumuz var mı diye buzluğu kontrol ettim, vardı. Güzel, sade bir elbise giydim. Saçlarımı açtım çünkü Bengi olsa “toplama şu saçlarını, açık bırak” derdi, biliyordum. Mutfak önlüğünü giydim yemek yaparken, kafama da yemeni bağladım. Türk sanat müziği açtım radyoda. Hiç sevmezdi Türk sanat müziği, benim yüzümden dinlerdi. Benim yüzümden dinlerdi; Türk sanat müziği dinlerken yüzümün aldığı şekli severdi.
Konağın en deniz gören ama rutubetsiz odasının kapısını araladım. Onu neredeyse on yıldır tanıdığımı fark ettim. Çoğu ayrı geçen koca koca yıllar, bir Alman kenti ile İstanbul arasındaki mesafe kadar uzak yollar girmişti aramıza. Saçları daha da beyazlamış, göbeği alıp başını gitmişti. Kokusu bile bir değişikti sanki. Ama işte komik gülüyordu hala, ben onu güldürmeyi seviyordum ve ezberimdeydi adımlarının melodisi.
Mutfakta yemek hazırlarken geri sardı zaman. Leylâ değil bir kız çocuğuydum közlediğim patlıcanlar olmuş mu diye kaşıkla dürterken. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Bir Jager içtim, sonra bir tane daha. Yanaklarım pembeleşti hafiften. Patlıcanlar da kahveye çalıyordu, aldım fırından. “Hiç Leylâ değilim şu an, hiç Leylâ değilim” diye söylendim kendi kendime. Leylâ değilsem kimdim? Hafızasını kaybedip kim olduğunu hatırlamayan insanların saldırganlığı çöreklendi yüreğime. Leylâ değilsem kimim ben? O kim şimdi, nasıl biri?
“Gözlerinde korkuyu görünce olmayacağını anladım” deyişini anımsadım. Gittim aynaya baktım. Portmantonun taraf loştu biraz, gidip banyodaki aynada baktım yüzüme, gözlerime. Bir tür makyaj yapmak gibiydi gözlerimdeki korkuyu silmek. Hangi kapatıcı, hangi fondöten kapatabilir yara almaktan korkan âşık bir kadının korkusunu? Çok kötü adamlar tanıdım ben. Evet bayım, yüreği nasırlaşmış gerçekten kötü adamlar ama onlardan hiç korkmadım. Gözümü bile kırpmadım gözlerinin içine bakarken. Korkmadığım için onlar korktu benden. Pabuç bırakmadım. Kötü adamları ne çok sevdim Tanrım. Ne besbelli, ne kolay adamlardı. Akmaz kokmaz şam şeytanları! İyilik öyle mi ya? İyilik zordur, kırılgandır, ağırdır. Evet, ağırdır. Sıvı cıva gibi bronşlarının en ucuna varasıya doldurur akciğerini. İyilik ürkütür beni. Islak fayansta yürümek gibidir iyi bir insanla aynı havayı solumak. Eskisi kadar iyi bir insan olmadığını biliyordum elbet. Yıllar geçtiğimiz yolların haritalarını çizmiştir tenimize, yeni gibi olmaz a! Kabul ediyorum, kötü bir adam olmasını istedim içten içe. Sorular bildiğim yerden gelsin ister gibi istedim. Oysa en iyi bildiğim yer oydu bir zamanlar. Yeteri kadar zaman çarçabuk geçsin de bir an önce kavuşalım birbirimize de istemiştim.
Gözlerimden sildim korkuyu. Mutfak önlüğü ile yemeniyi çıkardım. Leylâ oldum yeniden. Biledim hislerimi, meydan okumaya hazırladım kendimi. Savaş ilan ettim. Ölebilirdim bu savaşta ama korkusuzca ölecektim. Bir sofraya bir kendime baktım. Âşık olunacak kadındım yeminle!
Kapı çaldı. Açtım. Üst kata çıkmasını bekledim. Bavulu ağırdı. Ben sığardım içine. Sığmamış mıydım zaten? Almanya’ya giderken uzaklaşmak, yeni bir hayat kurmak vardı aklında. Ama işte bu bavula sığmış ve onunla birlikte gitmiştim Mannheim’a. Bu defa da ben saklansam içine, giderken alıp götürse beni de… Anlaşıldı, Leylâ yoktu onun yanında. Bir kız çocuğundan öteye gidemeyecektim. 29 yaşında görünmeye çalışan 19 yaşında bir kızdım düpedüz. Aperatif olarak cin tonik hazırlayacak kadar 29 yaşında fakat yeşil Bodrum mandalinalarını ince ince doğrarken eli titreyecek kadar 19 yaşındaydım. Bardağını verip karşısındaki kanepeye kurulurken elimi ayağımı nereye koyacağımı bilmiyordum. Halbuki ne kadar rahat görünüyordum. Görünebiliyor muydum? Beni bir kitap gibi okuyabilen adama poz mu kesiyordum? Ne salaklık ama işte her şey mubah aşkta ve savaşta, özellikle de ikisi bir arada olunca.
Onu izledim. Ağzını izlediğim için ağzından çıkanları dinlemediğim anlar oldu. Ellerini, bileğini, burnunu, kulaklarını izledim. Saatler geçti. Ben onu izlerken ne konuştuk bilmiyorum. Sonra konuşmaya başladık. “Tamam” dedik, “en azından denemeliyiz bunu”. En az iki sene daha orada, uzaktan nasıl olacak diye düşündükçe nefesim kesilir gibi oldu. Ona bakınca geçer gibi oldu. Geçmedi.
Günler geçti. Hem tanıdık, hem yepyeni. Elini tuttum yeniden. O sucukları doğradı, yumurtaları çırptı ben öyle seviyorum diye. Çay demledim ben. Bana da bir sigara sardı, içtik. Birlikte karşıdan karşıya geçerken arabaların geldiği tarafıma geçiyor hala. Mephisto’dan Varlık, Robinson’dan Birikim aldık. Tünel’den Ortaköy’e kadar yürüdük. Yoruldu, terledi, şaşırdım. Evde bol bol bira içtik, dizi izledik internetten. Güldük. Çok güldük. Güldükçe anladık sevgi duvarını aştığımızı. Üzerine gitmedik birkaç gün. Özlemiştik. “Kimi özlediğimi unuttum artık” dedim ama özlediğim gerçeğini değiştirmiyordu bu. Yaptığım, yazdığım, yaşadığım her şeye bu özlemin kokusu sinmişti. Şimdi ise evim bellediğim adam karşımda, yoğurt bulaşmış bıyığıyla beyaz beyaz bana gülümsüyordu.

Closure
“Bu işte bir terslik var” dedik. Çırılçıplak kalmak gerekiyordu bunu diyebilmek için. Yıllarca karşılıklı uzaktan büyüttüğümüz aşkı bile soyup çıkardık üstümüzden. İki insan kaldık. Daha da kötüsü bir psikolog ve bir sosyolog. Fazla irdelemenin meslek hastalığı olduğunu ve ilişkilerin ıncık cıncık irdelenmemesi gereken şeyler olduğunu bildiğimiz halde elimizde değildi, yine yatırdık masaya. İki bira daha getirdi buzdolabından. Iron Maiden sesi gelmiyordu stattan. İnadına sessizdi Beşiktaş. Karanlık balkondan sessiz Beşiktaş’ı izleyerek konuştuk.
Nasıl mümkün olabilirdi bu? Ayrı kaldığımız altı yıl geçmemişti sanki aradan. Sanki o televizyon izlerken ben su içmek için iki dakikalığına mutfağa gidip dönmüştüm. Nasıl bu kadar rahat olabilirdik birbirimizin yanında? O zaman anımsamaya başladık, birbirimizi severken nasıl ayrıldığımızı. Biz sevgi duvarını çoktan aşmıştık. “Bana âşık mısın?” sorusunun cevabını bildiğimden emindim. Ta ki gözlerimin içine bakıp sorana kadar. “Çok fazla sevgi var. Çok fazla şefkat ve güven. O kadar çok sevgi var ki insan bu kadar sevgiyle ne yapar, nasıl baş eder bilmiyorum.” Ağlıyordum. Gözümde bir elma canlanır onu düşünürken. Yarısı o, yarısı ben. Hala öyleyiz fakat toplamı aşk eden iki sevgili değiliz artık. İki can dostu, handiyse aynı annenin çocukları.
Bunu idrak etmek de, kabul etmek de çok zor benim için. Her şeyden zor. Bu artık ne ona ne de bana dair bir mesele. Aşk bile değil, bu bir varoluş meselesi artık. Bundan sekiz yıl önce beni severek var etti sanki. Önce annem, sonra o doğurdu beni. Beni sevmediğini düşündüğüm zamanlar öksüz yetim hissettim kendimi. Ona duyduğum aşk ve özlem tanımladı, var etti beni. Ana hatlarımı çizdi, içimin renklerini taşırmadan boyadı. Annemden öğrendiğim gibi tatlı ve yoğun kokan bir şefkatle sevdim onu ve bana nadir bulunan ipek bir kumaşmışım gibi davranmasını izledim artan bir şefkatle. İki rayı gibiydik bir tren yolunun…
Tembel bir öğleden sonra sarısı huzur içinde nasıl huzursuzlandığımı anımsıyorum şimdi. Bir koza gibi ılıcacık sarmıştı beni. Oysa ben meydan okumak, meydan okunmak istiyordum. Biraz çatışmaya özlem duyar olmuştum. Oyun oynamak istiyordum, dans etmek istiyordum. Şefkat bağımlılık yapıyor ama tutkusuz yaşayamıyordum. Sanıyordum ki bu bir gençlik hastalığı, delikanlılık çağı… Yaşar doyarsın, sonra yerine yerleşir ve bir daha da uğraşmazsın. Öyle olmuyormuş. Şimdi ikimiz de aynı şeyi istiyoruz ama istediğimiz şey birbirimizde yok. Zaman zaman kıskanıyoruz birbirimizi, özlüyoruz, arıyoruz, “hala seviyoruz”… Sonra o başımı göğsüme yaslıyor ve ben onun neredeyse tamamı ağarmış olan saçlarını okşuyorum. Buradan bir aşk çıkmıyor. Bu da beni deli ediyor. Bir insanın bir insanı bu kadar sevebilmesi mümkün mü? Peki ya âşık olmaması? Ne ki aşk? Tanrım, ne ki? Hiç vazgeçecek miyiz onu aramaktan? Peki ya bulabilecek miyiz? Bulunca anlayacak mıyız? Eğer bu değilse ne, o değilse kim? Kendimi kaybolmuş hissediyorum.
Bengi bunun iyi bir gelişme olduğunu düşünüyor. Bunu yıllarca bir yük gibi taşıdığımı ve artık bundan özgürleştiğimi... Geleceğe daha umutlu bakmalıymışım. Haklı olduğunu biliyorum ama yük dediği bir parçam olmuştu benim. Elim, gözüm, ruhum olmuştu. Şimdi özgürüm ama ne halt edeceğimi bilmiyorum. Sabitini kaybetmiş denklem gibiyim. Ona âşık olmadığım bir hayat tasavvurum hiç olmadı ki. Ayağımın altından yer çekilmiş gibi. Çırılçıplak hissediyorum kendimi. Bir tek onun Leylâ’sı olamadım. Küçük kızı, kız kardeşi, annesi oldum. Şimdi nasıl hissetmem gerektiğini bile bilmiyorum. Şu an, şimdi. Onu annesine doğru yolcu etmiş ve kendimle baş başa kalmışken ne düşünmeli, nasıl hissetmeliyim? Ben şimdi ne yapmalıyım, ne yapacağım? Kim oldum şimdi, biri miyim hala?

Boşandık.
Boşan.
Boş.
Boşluk?
O, bir an dipsiz gibi görünen bir boşluğa düştü; ben, ancak boşanırken fark ettim esasen evli olduğumuzu. İki eski eşiz şimdi, iki ilk eş. İlk eşlik mühim müessese, belki evliliğin kendisinden bile güzel, derin, anlamlı… Kim bilir belki ilk seviştiğin ama illa ki geçmişte kalmaya yazgılı. Sartre ve Beauvoir gibi olmayı düşlerdim hep. İçimden tabi. Güzellemem gerekiyor ya illa ki!
Birlikte geçirdiği yıllardan fazlasını ayrı şehirlerde, ayrı ülkelerde, ayrı insanlarla geçirmiş iki eştik, birbirinin zihninde yaşayıp büyüyen iki düş. İki düştük, iki eş, düşledikçe ayrı düştük.
“Bu aşk değil” dedik birbirimize, “aşk bu değil”. Yazıldığı kadar kolay okunmuyor, okunduğu gibi söylenmiyor. Kolay değil, hiç kolay değil hem de. Hiçbir şey olmasa on yıl var neredeyse. On yıllık aşinalık; rahatlık, içtenlik, kendiliğindenlik on yıllık.
“Biraz daha beklesek” dedi, “birkaç yıl daha”. Kolay değil hemen kızıp köpürmek, “bana hiç mi saygın yok” demek. Bozuk bir musluk gibi ağlamak ne kolay hâlbuki. İplik gibi ince ince, yavaş yavaş ve daim. Neden olduğunu bile bilmeden ama mütemadiyen, bir boşluğa bakıp konuşmaya devam ederek. Su sızdıran bir dinginlikle devam etmek konuşmaya, konuşurken ‘neden su sızdırıyorum lan ben?’ diye arada kendine kızarak. Kolay değil bir çırpıda bulmak cevabı. Sevgiye evrilmiş bir aşkın yatağında, derinden öfkeyle, kırgınlık, yorgunluk ve umutsuzlukla aktığını izlemek kolay değil. Ne duymak, ne görmek kolay. Hiç kolay değil.
Günler geçmesi gerekti. Kendimden başka kimseyle, hatta kendimle bile konuşmadığım günler. Boşluğu uzun uzun seyretmem gerekti. İçine düşmeyeceğim o boşluğun, hayır. Ne boşluklar içime düşüp kafasını yardı benim. Kolay değil kendimi yeniden bırakmam. Bırakırsam tekrar bulamam. Artık değil. Ben o değilim artık.
İpotekli geçen yıllarıma yenilerini eklemeyeceğim, hayır. Ömür geçiyor; ömrüm, ömrümüz geçiyor. Zaman beklemiyor, ben de artık beklemeyeceğim; hayır. İçimden yükseldikçe yükseldi sesim; taştı, dizlerime kadar yükseldi: Hayır!
İki ilk eş, iki eski düş, bir odada karşılıklı oturmuş konuşuyorduk. “Bana müsaade” dedi adam. “Ben de kalkıyordum, beraber çıkalım” dedi kadın. Beraber girdikleri odadan beraber çıktılar. En son kadın çıkıyordu kapıdan, son bir kez arkasına dönüp odaya baktı. Işığı kapattı çıkarken. Hafif bir düğme sesi duyuldu önce, sonra demir kapı kapandı. Adam ve kadın böyle boşandı.
Sokak kapısından çıkarken adam durup kadına –eski alışkanlıkla- ne yapacağını sordu. Şöyle bir düşündü kadın, bu defa cevabı biliyordu: “Seninle aynı şeyi yapacağım” –eski alışkanlıkla- “canım” dedi kadın, “gidip birini çok seveceğim, ama çok… Sevince nasıl sevdiğimi en iyi sen bilirsin, öyle çok seveceğim. Gündüz düşlerimde hep sana döndüm, artık dönmeyeceğim. Yerime kimseyi koymayacaksın; yerine kimseyi koymayacağım.  Yeni düşler, yeni denklemler kuracağım bundan böyle. Zırhlar kuşanmayacak, duvarlar örmeyeceğim. Sen de öyle yapacaksın. Biliyorum, her şey daha güzel olacak ikimiz için. Hoşça kal ankaram, kırkikindi yağmurlarında şemsiyesizliğim… Hoşça kal ilk eşim.”



19 Ocak 2012 Perşembe

En Soğuk Ankara

Ankara'ya iş için gelmek de varmış...ve tabi soğuk otel odasına tıkılıp bilgisayarda çalışmak, görüşme yapmak için geldiğim insanlar dışında kimseyle görüşmeden başka şehirlere geçmek de. Ankara hiç bu kadar soğuk olmamıştı, olduysa da ben bilmemiştim. Eksi on dört derece. Yerler cam gibi, şehir beyaz. İzmir Caddesi'ndeki otelin penceresinden Kızılay'a bakıyorum. Karlar yukarı doğru ve mavi yağıyor çünkü pervazlardaki ışıklandırma mavi. Ankara'da hiç bu kadar üşümemiş ya da hiç bu kadar yalnız kalmamıştım. Bu kadar yalnız hissetmemiştim hiç. Minibarı tırtıklıyorum. 


Yine de Ankara'yı özlemişim, Ankara'yı seviyorum. Demiştim ya bu çoğu şeyden ve çoğu insandan bağımsız artık. Bu şehirde beni çeken çok acıklı bir şeyler var. Zaman zaman gözümü kör etmiş olan kendi hikayem haricinde hem de. Bu şehir bizatihi acıklı. Baharı bile gülümserken yüzü gölgelenen insanlar gibi. Ne yaparsa yapsın yüzü tam anlamıyla gülmeyen, gülmeyecek bir şehir Ankara. Onun için üzülüyorum, onu alıp göğsüme bastırasım "boşver" diyesim geliyor. Denmez, saçma.


Yarın burada olmayacağım için memnunum. Yarın 19 Ocak. Hocamızı kaybetmemizin ilk senesi doluyor. Bir başka kaybımızın ise çok senesi doluyor ama örgüt yokmuş neyse ki... Yarın Konya'ya geçiyoruz, sonra Adana ve Antep. Aslında Kilis'i de görmek isterdim ama şimdilik Antep'in yemekleriyle avunabileceğimi düşünüyorum. Hocamı çok özlüyorum. Ben bir çok insanı ve bir çok şehri de çok özlüyorum. Dedim ya özlemek ehlileştirilemeyen, dişleri ve tırnakları olan bir duygu. İşte öyle özlüyorum. 


Ankara'dan geçip gitmek de varmış... ama "gitme" diye bacaklarıma sarılan iki yaşındaki Deniz içimi ısıttı bugün. Büyüyünce beni hiç hatırlamayacak, beni yarın bile hatırlamayacak ama "gitme" diye bacaklarıma yapışıp küçük elleriyle parmağımı sıkıca kavradığında beni nasıl mutlu ettiğini bilmesini isterdim. "Tamam, gitmiyorum" dedim. Yalan. Yetişkinler yalan söyler. Otobüsle Ankara'ya gelirken yine o eski his gösterdi kendini: Gitmek. Ufak bir sırt çantasıyla mümkün olabildiğince uzağa, mümkünse daha önce hiç gitmediğim bir yere ama yine de varmak için değil, gitmek için gitmek. Seviyorum, tutkunum bu hisse. Kök salmayı istemek başlayınca insan bu hissi bir daha duymaz sanıyordum, yanılmışım. Başka türlü bir şeymiş bu, öyle böyle değil. Keyifli bir yol arkadaşına itirazım yok elbette ama yalnız da güzel. Emekli çocuk doktoru profesör bir hanımla tanıştım gelirken, dertleştik. İnsanlarla tanışmayı seviyorum hala... kısa süren ama çoğunu hiç unutmadığım tanışmalar. 


Konya'ya Adana'ya Antep'e daha önce hiç gitmedim ama Ankara hiç olmadığı kadar soğuk. Ben hiç olmadığım kadar yalnızım bu şehirde. Önce biraz buruldum ama sonra geçti. İnsanı çalışmak kurtarıyor derlerdi, inanırdım, sahiden öyleymiş. Otel odalarını sevmekle gitmeye tutkun olmak arasında bir bağ var mıdır acaba? Kesin vardır. Köhne ve soğuk da olsalar seviyorum otel odalarını. Otelde yaşayan insanları anlamakta hiç zorlanmıyorum ama yine de biraz ters gelmiyor değil otel mantığına... han ve yolcu ilişkisine daha doğrusu. Han biraz soluklanmak içindir, kalmak için değil. Gitmek için yine yola çıkarsın. Yarın sabah yapacağım gibi.


Yapayalnız fakat iyi olacağım aklıma gelmezdi hiç. Tezel gibi bir cep kanyağı alayım dedim yolda yanıma ya bulabilene aşk olsun. Tutkunu olduğum uzun otobüs yolculuklarından birinde er ya da geç Tezel'lik yapacağım elbet. Serde bir Tezel var, kanyaklı veya kanyaksız. 

Bu raporlar bitecekse bu gece uyku yok bana. Tavukçu'ya gitmeyi hayal ediyordum oysa. Tek başına yiyip içen kadın olmakla bir sorunum yok ama üstüme yapışan bakışları taşıyamıyorum her zaman, yudumlarım boğazıma diziliyor. Rembetiko'ya gideyim dedim, yerine Fikrim açılmış. Ankara'da barların köşe kapmaca oynar gibi bir hali var (bkz. Gölge). Köfteci Doktor Amca'ya gittim, ben geldim diye teybe nihavent kaseti koyan bir adam var en azından hala diye... o da yerinde yoktu, boşverdim köfteyi. Cep kanyağı aradım bir iki Tekel'de, onu da bulamadım. Voodoo'ya hangi sokaktan girdiğimizi yine hatırlayamadım. Dün akşam öyle geçti. Bu akşam da böyle. Bu raporlar bitecekse uyku yok bu gece. Yalnız amma soğuk be... Rumeli'de amma güzel tuzlama içtik bu akşam. Çıkınca bir cigara bile yaktım. Chopin diye meyhane varmış, oraya gideceğim bir gün. Aklımda bulunsun. "geç olmuş. hem son solfasol otobüsü gelir birazdan, bir takım şopenleri alıp bir takım yoksun hüzünlere gark edecektir daha."

Burnum üşüyor. Burnum düşecek gibi soğuktan. Haddinden fazla soğuk ve acıklı bir şehrin tam ortasında yorgun, uykulu ve yalnızım. Her gün birilerinin sevdiği birileri öldüğü halde bizim için ölümün damgasını vurmuş olduğu gün yarın ve buna rağmen nasıl hala güzel kalabiliyor hayat, nasıl mümkün olabiliyor bu... akıl alır gibi değil be abi. 

26 Aralık 2011 Pazartesi

Aşktan Öte, Aşktan Ziyade

Bu Ankara bana iyi geldi. Tezi teslim edeli bir yıl oldu, gidem de şu master diplomamı artık alam dedim. Hem Kingus çıkacakmış sahneye, bu kaçmaz. İyi ki gitmişim, sevgiden şımarıp döndüm.

Hayatımın erkeği tez hocamla görüştük. Gerçi hem şımarttı, hem ağzıma sıçtı o. Tez hocam o benim, şımartır da ağzıma da sıçar. Her türlü yetkiye sahip bu konuda. Bir yandan aslan sütüyle besliyor hem. Güzel yüzlü, inatçı, küçük hayal kırıklığıyım onun. Doktoraya devam etmememden son derece hoşnutsuz. Çok güvendiği öğrencilerini kast ederek bir “you were one of those” deyişi vardı, ben öyle tokat gibi past tense duymadım hayatımda. Wish you were here’ın were’ü filan halt etmiş yanında. Yine de benden umudunu tamamen kestiğine inanmıyorum. Bir kere böyle harika bir adamın benden yana umudu olması başlı başına muhteşem bir şey. Bir bildiği vardır diye düşünüyorum, öyle umuyorum. Genelde aşka dair anlatılır ama hani hayranlık derecesinde sevdiğin insan seni geri sevince bir afallarsın ya. Öyle yüksek bir yere koymuşsundur onu ve sen onun yanında öyle değersizsindir ki onun tarafından değer görünce o yüksek yeri bir sorgularsın. Bir nevi “beni sevdiğine göre o kadar da mükemmel değil demek ki, mükemmel olsa (mükemmel olmak?!) benim gibi paçoza ne diye gönül indirsin”. İşte bizim durumumuzda öyle olmadı, bir an bile hoca da tırtmış diye düşünmedim. Bende ışık görüyorsa doğrudur, vardır ama hakkını veremiyorumdur, o da benim mallığımdır. Ne hayranlık ne aşk. İnsan olarak da akademisyen olarak da en saygı duyduğum adamlardan biri bu, hele sevgimin haddi hesabı yok. Bazen böyle dertleşmek için seni kenara çeker, seni kendi gibi bildiğini cömertçe hissettirir ya mutluluktan ölürüm öyle zamanlarda. Bu adam beni bu kadar ciddiye alıyorsa o kadar da fasulye olmayabilirim lan. Ben onu zaten ciddiye alırım. Herkes her şeyi söyler mesela ama o söylerse ciddiye alırım, ne söylerse söylesin. Ne dediği önemlidir. Bir de rakımı koymuyor mu, ayşec. şundan da ye bak ben bunu çok seviyorum demiyor mu… Tez savaşlarımız geliyor da aklıma. Direniş kavramını kullanmamı asla onaylamadı, hala da onaylamıyor ya ikimiz de meydan okumanın hastasıyız. Benim bir de inadım inat, bunu sevdiğini biliyorum. İçine sinmedi filan ama hayır, bu direniştir hocam dememden hep bir keyif aldı. 35 numara ayaklarıma bakmadan karşısına geçip ona pabuç bırakmamamı seviyor. Ben de onun yalnızca düşünceye dair değil hayata dair her mevzuu aynı içtenlik ve tevazuuyla konuşabilmesini seviyorum. Seviyor da seviyorum yani. Bir usta çırak ilişkisi ancak bu kadar sevgi muhteva edebilir.

O akşam öyle bir posta şımardım. Sonraki gün Kingus çıkacaktı Voodoo’da. Yanılmıyorsam daha birinci sınıftaydık kurulduklarında. Biz de daha yeni tanışıyoruz zaten. Sakarya’nın Sakarya olduğu zamanlar, Limon daha açık o zaman. Gölge’nin de Gölge olduğu zamanlar ama Gölge Pub tercihim. Rembetiko’yu ise daha bilmiyorum. Voodoo Blues yeni açıldı sayılır ama sanki hep varmış gibi. Dün biraz erkence gidip oturduk bir masaya. Sonra o masa doldu taştı… Her yüz tanıdık, herkes aşina. Bir yandan çalma listesi karalanıyor küçük bir kağıda, bir gitar eksik ama sıkıntı yok, yüzler gülüyor. Oradan rahat bir “ne olacak ya, yılların blues’cusuyuz” da gelince bir hoşuma gitti, bir hoşuma gitti. Saat sekizi gösterdiğinde masadakiler sahnedeki yerlerini aldılar. Biz de yavaş yavaş içeri geçtik, en öndeki masaya kurulduk. Kafamı yanıma yöreme her çevirişimde bir tanıdık yüz daha. Mekan bizim sanki. Ben Ankara’dan ayrılırken Voodoo ya açılmamış ya da çok yeniydi. Buna rağmen bana bile benim gibi geldiğine göre bu Tamer’in başarısı olmalı. O gece de öyle keyifli geçti işte.

Ankara’ya hep çok anlam yüklediğimi sanırdım ama hak ettiği anlamı hiç yüklememişim aslında. Bunu dün de değil bu akşam üstü AŞTİ’de, dünyanın en sevimsiz otogarında beklerken anladım. Yıllar boyunca Ankara ve hatta ODTÜ ve beşeri, kaybettiğim mitik bir aşkın başkentiydi her şeyden evvel. Bu kente dair en olmadık detayları sıkıp keder çıkarmasını bildim. Yağmura yüklediğim anlam mesela aslında karın bu şehre ne kadar yakıştığını fark etmemi engelledi. Aşk benim için bir varoluş şartı ama tüm algımın da içine eden bir şey. Sanki Ankara’yı ilk defa görüyorum. Ya da bu adamları. Ne güzel insanlar tanımışım ben, aferin lan bana. Ne güzel bir üniversite hayatım olmuş, ne çok eğlenmişim. Ben Ankara’yı sevmişim, farkında değilim. Hayatı aşkla algılayan bir kadın olarak bir şehri bir aşktan ayrı algılamam çok zordu ama Ankara hak ettiği anlamı buldu sonunda.

Bir keresinde eskimekten söz etmişti Vernon. İlişkilerin eskimesinden kötü bir şey gibi bahsetmişti, neyi kast ettiğini tam anlamamıştım o zaman. Dostlar yıllanıyor, bu çok güzel işte ama kimi ilişkiler eskiyor hakikaten ve bu kötü bile değil de acıklı biraz. Önü alınması mümkün olmayan sert bir gerçek ve gerçek karşısında her türlü drama sönük. Aslında her şey ne kadar basit ve anlaşılır, hemen gözümüzün önünde. Hiç o kadar sofistike değil, hatta o kadar önemli bile değil. “Bayağı” demezdim de…ne bileyim, köfte ekmek kadar basit mesela. Hayat yani. Vapurlar filan, tuhaf da bir yandan. Ama kesinlikle güzel. İnsanlara, şehirlere, yemeklere, yağmura kara duyduğum bu sevgi aşktan öte, aşktan ziyade. Bu yaşa gelip de bu kadar sevgiyi içinde hala nasıl muhafaza edebilir insan. Budandıkça sürgün mü veriyor nedir.

Yeni yıla inanmıyorum ama bu defa bir umut var. Yeni yılla birlikte işe başlayacak olmamdan da kaynaklanıyor olabilir, bilmiyorum, ama güzel şeyler olacak gibime geliyor. Hem niye olmasın ki, ne sebep var, öyle değil mi? Kimi ilişkiler eskiyip matlaşıyorsa da insanlar değil, benim için değil. Hayatımın müzesi gibi gelen ODTÜ’de yürürken yirmi yaşındaki insanlara bakıp onları kıskandım. Ben de oradaydım, ben de yirmi yaşındaydım. Ha çok mu yaşlandım sanki, hayır, önemli olan bu değil. Önemli olan, bir daha asla yirmi yaşında olmayacağım. Yıllar boyunca beni kederlendiren temel sebeplerden biri de zamanın bu geri döndürülemezliğiydi belki. Yitip giden ve yitip gittikçe mitleşen bir geçmişe ağıt. Halbuki hayat ne kadar kısa, bizi seven ve sevdiğimiz insanlar ne kadar güzel, dostluklar ne kadar değerli… Her an bir daha geri gelmeyecek bir an. Her şehir birbirine aşık insanlar barındırıyor ve asıl, hayatı aşkla sevince, AŞTİ’den bozkır güneşinin batışını izlemek bile keyif veriyor. Ankara güzel la…

14 Ocak 2011 Cuma

Kelimeler Kafi

İçme sonrası sersem sabahlardan biri. Yasak bir kere gündeme geldi ya her yudum direniş, her yudum biraz daha tatlı şimdi. 

AŞTİ'ye adımımı atar atmaz daha valizleri almak için otobüsün öteki tarafına geçerken demiştim arkadaşıma, "havasından mıdır nedir bira çekti canım". Çünkü Ankara öğrencilik ve öğrencilik de bira, dolayısıyla Ankara biradır. Bu anlamda dün bol bol hasret giderdim.

En güzeli Bahçeli'ye gidişimiz oldu. Taşındığımızdan beri ikimiz de uğramamıştık öğrenci evimizin semtine. İkişer bira içmiş kalkarken Limanlı Bahçe'den, az ötedeki evimize gideceğimizi sandık. Küçük tatlı bir an için. Limanlı Bahçe'den Beşevler metrosuna yürümek uzun zamandır bana en çok keyif veren şeydi. Mekanlarla kurduğum güçlü bağlardan bahsetmiştim ya işte öyle bir şey. Emek metrosundan Bahçeli'ye yürümek biraz azap olabilirdi aslında ama içimdeki boşluk ve yanımdaki arkadaşım korudu beni. Son yazdıklarımın palavra olmadığını iyice anladım. 

Belki şarkılara söz olduğu içindir ama oldum olası romantik gelir Ankara'da evi olmak, Ankara'da yaşamak, dahası Ankara'da yaşamış olmak. Gelmesi zordu, gitmesi ayrı zor geliyor şimdi. Gene de bir an evvel dönmek en iyisi. 


3. Cadde boyunca yürürken yoklama yaptık arkadaşımla. Tekel, tamam. Kuaför, tamam. Çiçekçi, tamam. Nasıl da park yeri bulamaz, sekiz defa dönerdik şurada...ve evimiz. Kim oturuyor şimdi? Ne kadar çirkin perdeler onlar. Klimt'imin olduğu yere ne asmış o öyle? Apartman kapısını yenilemişler. Hemen yanımıza Tekel, karşımıza Şok açılmış. Pes yani, biz varken neredeydiniz. Kim bilir kaç elli metreyi boşu boşuna yürümüşüz! Bir evin yakınında olması gereken her şey vardı caddemizde: kuru temizleme, tekel, kuaför, spor salonu, ptt, market, bankalar, kahve dükkanı, biracı, kozmetikçi ve caddemizin üstünde olmasa da elbette metro durağı. Ego bile aldık bu ziyaretimizde. Ankara'nın akbili. İndirimli ego için öğrenci kimliği kabul etmeyip ille de paso isteyen sinir gişe memuru bile yerli yerindeydi. Memur farklı ama sinirliği aynı. Hem öğrenci kimliklerimizi de iade ettik zaten. Kabul etse de gösteremeyiz. 

Sekiz sene sonra ilk defa ODTÜ öğrencisi değilim artık. Bir mezunlar derneği kimliğiyle kalakaldım. Sadece bir kart değil, tam anlamıyla kimliğimizdi o bizim. Biraz da ona içlenip içtik zaten. Bize bahane yokmuş gibi. İçerken de eskileri andık. Biraz kırgın, çok az buruk fakat sevgiyle, sükunetle. Birer yudum daha aldık. 

Beşevler metrosuna yaklaşırken iyice keyiflenmiştim çünkü aklım kendine oyunlar oynuyor, aradan geçen zamanın aslında geçmediğine inandırıyordu kendini. Tam şu eğimde tutan buzda her seferinde nasıl da kaymayı ama düşmemeyi başardığımı anıyordum ki B. dedi yine diyeceğini. Biz olsak da var işte 3. Cadde, olmasak da. Hayat devam ediyor. 

Basit gerçeklerin vuruculuğu. Bir ölünün ölü olduğunu belirtmek, yani bu ayan beyan gerçeği dillendirmek azaltmaz ölümün dehşetini. Zamanın geçip hayatın devam ettiğini söyleyivermek de öyle. Ayan beyan ve dehşetengiz.   


Henri Cartier Bresson'la yollarımızın kesişmesi ne kadar Tanpınarvariymiş. Etkisi altında kalarak saçımı siyaha boyadığım şarkı sözlerinin Tanpınar'a ait olduğunu çok geç öğrendiğim gibi HCB'nin de uzun zamandır hayatımın önemli bir parçası olduğunu yeni fark ediyorum. "İnsan 20-22 yaşındayken her şeyi fark edemiyor" diye çıkışmıştım anneme. Doğru değil, yaşla ilgisi yok bunun, aptallıkla var. Sadece benim gibi aptallar yaşamak zorunda anlamak için, bazıları cevap anahtarıyla birlikte doğuyor. Bilmiyorum, bana artık öyle geliyor.


(MFÖ'den geliyor...Kelimeler Kafi.)


13 Ocak 2011 Perşembe

Ankara'ya yaklaşırken

Ankara'ya yaklaşırken engebeler azalır, irili ufaklı tepeler tepelenmeyi bırakıp düzelirler. Hiçbirşey değil ama yol düzelir. Yedi tepeli şehrin iniş çıkışlarından sonra usulca huzur vaat eder Ankara. Duyana, görene, anlayana.
Bu sefer engebeler silinmekle kalmadı, çevre yerleşimlerin ışıkları aktılar birer birer, sonra hep beraber. Karanlıkta yaklaşırken Ankara'ya bu sefer, evlerin ve sokak lambalarının çoğu sarı pırıldayan ışığı aşağı süzüldüler. Ne ay tutabildi onları, ne kirpiklerim, ne de bekçiler.

Neredeyse dört yıldır içimde ikinci bir insan gibi büyütüp yetiştirdiğim, kendi aklı, kendi kalp atışı olan ve gözümden bile sakındığım acının yerini koca bir boşluğa bıraktığını anladım. Gene de bir oysa yalayıp geçti aklımı. Oysa ne kadar sürerse sürsün, nasıl biterse bitsin her hikaye bir hikayedir ve gayriihtiyari de olsa aşk barındırır içinde. O yüzden saygıyı yitirmek, unutmaktan bile acımasızca geldi bir an. Sonra o da geçti. Işıklar yere aktı, boşlukla biz kaldık gene. 
Bir eşik var ama hissizlik demeye ne dilim varıyor ne o dile geliyor. Bütün kızgınlıkların, kırgınlıkların üstüne örtülen yılların ardında bıraktığı; havada asılı kalan sözlerin, vaatlerin, hayallerin kırık boyunları ve sallanan ayaklarıyla her aşkı gölgesinde bırakabilecek kadar hatsız hudutsuz, kendi büyüdükçe insanı küçülten bir kin. Kafiye olsun diye değil ama bir din? Bazen.
Ankara'ya değil kendime yaklaşıyordum sanki. Işıklarını gördüğüm bendim ve hala akıyorlardı. Anneme söylediklerimden pişmanlık duyarak başladı mesafelerin azalması. Belki de güçsüzümdür derken inanmıyordum bile söylediğime. Gücümü toplayacak gücüm yok sadece; yaşamayı sevecek, hayata dört elle tutunacak. Oysa biliyorum güçlü olduğumu çünkü ben severek ayrılmayı biliyorum.
Ankara'ya yaklaşırken iyiden iyiye büyüdü içimdeki boşluk. Etrafında ben, kuru bir deri parçası gibi kaldım.
Bu benim hikayem. Kim gelip geçmiş olursa olsun, benim hikayem olmaya devam ediyor. Ne gelip geçene kızdım, ne de kendime bu sefer. Ankara'ya yaklaşırken durdum artık.
Yolda yürürken yüzüne boğazın ılık havası çarpınca gülümseyenlerden kim kaldı? Daha fazla böyle olmamalı öyle bir kadın. En nihayet terk edişlerim bile terketti işte beni. Acıtan yokluklar acılarını da alıp gittiler bilmek istemediğim bir cehenneme. Varsın biraz daha aksın ışıklar, onlar da sokaklar gibi denize varır. Yokluk, bütün sıfatlarını kaybedince yok oluyor asıl.
Bir hayat uzanıyor önümde. Bana istediğini yap der gibi davetkar, hatsız, hudutsuz. Bir manim yok madem -varsa da kalmamış, yoksa da ben anlamamışım- davete icabet etmemek olmaz. Bir hayat ki sevmeyi bahara bırakmayacağım. 

 

Bu sadece bir Bach değil. Bu hem değerli bir yadigar, hem de bana hayatın anlamını söyleyen zarif bir fısıltı. Bir bardak su gibi müsekkin. Henüz erken değil mi yaptığım ve yapılan hatalara müteşekkir olmam için? Bilmem. Yalnız tek bildiğim, durgun bir göl ya da uçsuz bucaksız bir denizi izler gibi sakinleştirdiği içimdeki boşluğu izlemenin.

9 Ocak 2011 Pazar

Klasik

Bu bir klasik: Kamil’in tek kişilik koltuğu, en arka. Ayağımın karşı koltuktaki ayak koyma zımbırtısına ulaşmaması: bu bir klasik değil ama olsa olur. Bu kadar aralık bırakırken kıyak geçtiklerini düşünmüşlerdir muhtemelen. Sağ ol Kamil.

Evlerinde bir ay misafir kalabildiğim arkadaşlarım olduğu için şanslı olduğumu düşündüm AŞTİ’ye gelirken. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Buna benzer başka şeyler için de ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Sonra iç sesim kontrolden çıktı. AŞTİ’de bulunmaktan, hatta kendi parfümümden bile burulabildiğim için –daha doğrusu bu burukluğa sebep olacak kadar güçlü anılar biriktirmiş olduğum için şanslı saydım kendimi. Öyle böyle değil, beni bu otobüse bindirecek kadar yoğun bir burukluktan bahsediyorum. Aslında bu da bir klasik: Ne kadar saçma/zararlı/tehlikeli olduğunu bilsem de yaparım yapacağımı. Öyleyse daha da yaparım hatta. Yapardım, biraz duruldum. Sadece biraz, yoksa challenge accepted hala.

Tez jürim için geldiğim Ankara’da bir ay kaldığım halde birkaç gün daha sürecek olan tez teslim ve mezuniyet işlerini tamamlamadan İstanbul’a dönmem tam bir klasik ve bu saçma hareketimi en az açıklamak zorunda kaldığım insanlar, senelerdir aynı şeyi anlattığım halde beni dinlemekten vazgeçmemiş insanlar. Bazen kendimden ölesiye sıkıldığım -kendimi kendimden çıkarıp atmak istediğim halde benden sıkılmayan, sıkılsa da sevgisini esirgemeyen insanlara en az kelimeyle anlatabiliyorum neden böyle saçma şeyler yaptığımı. Bir şehir insana nasıl basar, nasıl üstüne üstüne gelir insanın ve bir şehirden nasıl neden kaçılır…uzun uzadıya açıklamalara gerek yok.

Uzman sosyolog oldum. Fakat -ne yalan söyleyeyim, neden yalan söyleyeyim- beceremedim sevinmeyi. Üstüne üstlük daha fazla beklentiyle karşı karşıyayım şimdi. Doktora yapmalıyım. İsteksizliğimle savaşmayı bırakıp kaderime boyun eğecek ve yapacağım gibi görünüyor. Hocalarımın, arkadaşlarımın, ailemin beklentisi bu yönde. Kendim için bir şey beklemeyi beceremediğime göre halihazırdaki bu beklentiye uyacağım ben de. Bölümün koridorlarında yürürken çıkan topuk sesini dinleyerek hoca olduğunu hayal eden bir insanın beklentisi , ümidi, planları değil ama hayal meyal bir hayali olduğu söylenebilir en azından. Akademi, iyisi mi sen al beni kollarına.


Bir gününüzün ayrı geçmediği, içini içiniz gibi bildiğiniz insanın sesini bir kapının, bir duvarın ardından ve ses çıkarmadan, varlığınızı belli etmeden dinlemenin acıklılığını anlatabilecek kelimelerim olsun isterdim. Dramın kraliçesi öyle değil böyle olunur diye hareket çekiyor sanki hayat. Öyle durumlar yaratıp içine atıyor ki insanı, kendi küçük dramalarımı cebimden çıkarmaya utanıp saygıyla eğiliyorum karşısında. Sonra da böyle kaçıyorum işte. Eee eski kaçaklardan kim kaldı! Sıkıştın mı topuk. İki gün sonra tekrar gelmen gereken şehirden uzaklaşmakta olan bir otobüsün en arkasındaki tek kişilik koltukta buluverirsin kendini. Yazık ki bu şehirler arası otobüslerin yalnızca insan taşıyanını yapamadılar hala. Eşlik eden ne kadar hayal kırıklığı ve ümitsizlik varsa hepsi de peşinden geliyor yolcuların. Sahiden de yol gidiyor ama bizim bir yere gittiğimiz yok. We’re just two lost souls swimming in a fishbowl year after year der ya kadınların en çok sevdiği Pink Floyd şarkısı da. Wish you were beer.

Bir yüz belirdi tepemde. “Gördüm ama sen olduğuna emin olamadım” diyerek şaşkınlıkla tebessüm eden tanıdık bir yüz. Beş yıl evvel birlikte çalıştığım bir arkadaş. O zamandan beri görüşmedik ama evlendiğini, İngiltere’ye yerleştiğini, çocuğu olduğunu biliyorum. Sadece beş yıl geçtiğine inanmak çok zor. “Nasıl da yaşlanmışsın” döndü dilimin ucundan. O da beni tanımakta zorlanmış. Üstüm başım aynı halbuki. Aşağı yukarı aynı kilodayım. Yalnız saçım uzun ve kendi renginde artık. Hayır, onun için aklımdan geçenlerin bir benzeri geçti onun aklından da eminim. “Vay be ayşec.. Nerede o aşık olduğu oğlanın etrafında pervane olan 19-20 yaşındaki hayat dolu kız, nerede şu kucağında laptopla dışarı yorgun bakışlar atan suratsız kadın…vay be”. Ne o bana bir şey dedi, ne ben ona bir şey dedim. Bir yandan ne yapıp ne ettiğimizi anlatırken bir yandan da “ne kadar değişmişsin” bakışlarıyla gülümsedik birbirimize. Sadece beş yıl. Haydi bilemedin altı. Gene de ne tuhaf. Ne kadar az, ne kadar çok.

Bugün bir iyilik vardı insanlarda. Alibeyköy’de otobüsten inip servise binmeye çalışırken –delikanlılığa bok sürdürmek pahasına- “yardım eder misiniz” dedim çalışanlardan birine. Onun yerine yanı başımda sigara içmekte olan bir kadın üstüne alınıp tuttu valizin ucundan. “Yok yok size demedim” diyebildim şaşkınlıkla. “Ne olacak canım” dedi dünyanın en doğal şeyiymiş gibi. Doğal, teklifsiz, tebessüm ederek. İçim ne kolay aydınlanıyor.

Fakat nasıl zorlanıyorum kendimi saklamakta. Alibeyköy’den bindiğim servisten Taksim’de inip bir taksiye attım kendimi. Cumartesi gecesi Taksim’i. Herkes zom, trafik kilit. Söylenmeye başladı amca:
-         Üşümüyorlar da…sabaha kadar böyle. O saatte niye dönüyorsun madem, devam et güne. Sabah 5’e kadar böyledir burası. Siz bilmezsiniz. Benzemiyorsunuz yani.
-         Bilmez olur muyum, İstanbulluyum ben de.
-         Yok yani gece hayatı filan.
-         Yoo bilirim. Hem eğlence ciddi bir sektör…ekonomi de dönmek zorunda.
-         Tabi tabi…orası öyle.

Ben “öyle” olmayayım istedi taksi şoförü. Benzetemedi, bundan olmaz dedi. Sen de bozuntuya verme değil mi, hayır, illa ilan edeceksin kendini. Oldu olacak “bilmem mi canım sabah 6’larda az dönmedim eve, o kadar içtikten sonra üşümüyor insan” diye tüy dik. Saha deneyimi olan sosyolog bu da kim sorarsa. Pabucumun uzman sosyologu. Neye benziyor da neye benzemiyordum acaba, nasıl bileceğim şimdi. Boşboğaz. Abbasağa’dan geçerken Müzeyyen başladı radyoda. Sesini açmasını rica edince toparladım küçük ilişkimizi. Parayı uzatırken Safiye Ayla başlıyordu. İnmeyip dinleyeyim istedim. İndim. “Dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey…” dedi Nazım. “Ben artık şarkı dinlemek değil şarkı söylemek istiyorum” dedim. En güzel şarkıyı da olsa yarıda bırakıp indim. İstedim ki bırakmayayım ama evime geldim.


Son günlerde o kadar sık dinledim ki bu şarkıyı paylaşma ihtiyacı hissettim en sonunda.



19 Aralık 2010 Pazar

Beyaz Hava

Gökyüzü beyaz. 
Kalbim kadar beyaz, bu sayfa kadar beyaz bu gökyüzünü bana ayırdığın için teşekkür ederim Ankara. Evden çıkmıyorum. Çıkarsam Kuğulu'ya yürürüm. İyice üşüyene kadar bir bankta oturur, sonra da kalkıp içebileceğim bir yer ararım Tunalı'da. Voodoo çok uzak, Random'la Kıtır çok yakın. Café des Cafés'ye gider sıcak şarap içerim muhtemelen. Gözlerim dalar gider, çıkaramam. O yüzden çıkmıyorum evden. Sanki jürimde the Doctor olacakmış gibi 4. sezonu bitiriyorum. 
Bu akşam başlayacağım sunum için hazırlanmaya. Ne diyordu Lefebvre'le Certeau bir bakarım, Foucault'yu kalben biliyorum zaten. To know by heart'ın çok pespaye bir çevirisi oldu bu, neyse. Yarın ve sonraki gün de kütüphanedeki karellere kapatırım kendimi. Bunalınca çıkar kırmızı koltuklardan birine oturur dışarıyı seyrederim. Aşağı inip bir kahve içer, tekrar kapanırım karele. Geri gelmeyecek sıradan bir günü özler gibi özlüyorum bu rutini. Kitapların arasında olmak müsekkin bir ilaçla aynı etkiyi ediyor, sakinleşiyorum. Her an geçmişin dev dalgalarıyla boğuşup boğulan ruhum baygın fakat nefes alır halde kıyıya vurmuş gibi huzur buluyor. Oysa ki okul, bu dev dalgalardan müteşekkil bir ada. Kütüphane, fırtınanın gözü oluyor bu durumda. 
Ece Temelkuran'ın yazısını okudum sabah. Aylin Aslım'ın bir şarkısına gönderme yapmış. Kullanıldığı diziyi düşününce zavallı şarkı dedim, ne yapmışlar sana. Gene de bilmiyorum, doğru gelmiyor. Geri gelir diyor şarkı. Geri gelmiştim de, fakat sabit alamazsın ne geri geleni ne de geri gelineni. Hem, geri gelmez herkes ve her şey. Misal, zaman. Geri alamayız, gelmez. Arkada gölgelerini, yankılarını, kokusunu bırakarak gider ve gider sadece. Sıcaklığını esirger ki hatırlayış bu kış günü kadar soğuktur hep. 
Ellerim soğuk, gökyüzü beyaz. Geri alınamayan, her an biraz daha geçip gidiyor. 



15 Aralık 2010 Çarşamba

Instead

Yolda
Otobüslerdeki bu film izleme işi iyi oldu. İki, haydi bilemedin üç filmde İstanbul-Ankara tamam. Bütün otobüse şoförün gönlünce yayın yapan o tek ekrandan bahsetmiyorum elbette. Her koltuğun kafasının ardına yerleştirilen, seçenekli meçenekli olanlardan bahsediyorum. Eskiden ne çok düşünürdüm şu yolda. 6 saati sadece düşünerek geçirdiğim olurdu. Pencereden akan ağaçları, bulutları, evleri izlerken fark etmezdim bile düşündüğümü. Dalar giderdim. Kulağımda bir şarkı, belki o bile yok. Hiçbir şey düşünmüyorum şimdi. Yanımda tezim var, okumuyorum. Düşününce burulmam gereken kimse de yok. Ben de oturmuş iyi niyetli bir yerli romantik komedi izliyorum. Otobüs mola yerine yaklaşıp da görüntü kesilince fark ettim aptal aptal gülümsediğimi. Hemen düzelttim yüz ifademi. Neredeyse aptal yerine konmak kadar nefret ediyorum aptal görünmekten. Aksi gibi hiç eksik olmuyor başımdan. Basbayağı aptal olduğum için olabilir ama bu çok can sıkıcı bir ihtimal. Arabanın içindeyken camlara dışarıdan hortumla su tutulmasına bayılıyorum. Islanacakmışsın gibi ama cam var. Çok süper teknoloji değil mi şu cam, su geçirmiyor lan. Hava geçirip su geçirmeyen ayakkabı üretecekler mi acaba bir gün? Kafamı kaldırınca Bolu’nun tepesinde gördüğüm kar bu sene gördüğüm ilk kar. Ankara’ya yaklaşırken düzleşecek yeryüzü, ağaçlar seyrelecek. Bir ton tabela var, gişeler, sınırlar…halbuki hepsinden önce bozkır müjdeliyor Ankara’ya az kaldığını. Müjdelemek? Evet, güzeldir Ankara. Özledim.




Denizlere çıksa da sokaklar, bozkırlardan geçer yolumuz…
İstanbul’da da oluyor bazen. Simmel’in blasé’siyle açıklanabilir mi emin değilim. Boğaz Köprüsü’nden geçtiğimi fark etmiyorum, fark etsem de fark etmiyorum. Dikkat etmeye çalışıyorum halbuki. Alışmamaya, şımarmamaya çalışıyorum ama elimde değil. AŞTİ’de inmiş, valizimi almak için beklerken AŞTİ nostaljisi kafasını uzattı on sekizinci peronun kapısından. Bi siktir git dedim, aklından bile geçirme. Karşılamalar, kucaklaşmalar, vedalaşmalar, ağlaşmalar ve buna benzer bütün o sahneler…defolun gidin başımdan. Hırçınım evet, ve buna hakkım var. Kendimi güç bela attığım taksi terminalden çıkarken bir an için gider gibi oldu aklım ama yakaladım. Binalar, ışıklar…bakıyor görmüyordum, Ankara’da olduğumun ayırdına varamıyordum. Hep böyle olsun, arkandan ışıklar akıp giderken sen hep orada kal. Sol tarafta Bahçeli’yi görene kadar dank etmedi bir türlü. Cinnah’ın yeşil ışıklandırmaya maruz çınar ağaçlarını görünce iyice anladım: Ankara’dayım. Geri dönüp durduğum şehirde. Oysa bundan sonra bahar şenliği bile getiremez beni buraya. Cüppemi giyip, diplomamı aldığım gibi vın. Görüşmeyelim.


Yarın bölüme gideceğim. Gün, mekan basma günüdür. Yapacak bir şey olmayınca yapacak bir şey olmuyor. Ben de istemiyorum cazgırlık yapmak ama serde sosyologluk da olunca o elin o bele gitmesi farz oldu. Serde var mı sahiden? Pek sanmıyorum. Zaten cazgırlığım kapısına kadar sürecek muhtemelen. Kapısını tıklatacağım, ne ses gelecek ne kapı açılacak. “Hocam orada olduğunuzu biliyorum, açar mısınız” diyeceğim. Duymayacak. Telefon edeceğim, “haa içerdeyim yaa dur açıyorum” diyecek. Gülerek açacak kapıyı, “n’aber ya, ben sana dönmedim değil mi” diyecek. “Hayır hocam, dönmediniz” diyeceğim ve olaylar gelişecek.


O değil de…ODTÜ kampüsünü sevmekten vazgeçemeyeceğim ben. Beşeri binasını, bahçesini evim gibi hissetmekten vazgeçemeyeceğim. Ben vazgeçmeye pek yatkın değilim. Onu anladım. Uçarım, kaçarım, akarım, kokarım hatta içine sıçarım ama vazgeçmem. Çoktan vazgeçtiği halde saksı gibi duran insanlar vardır, bir de hiç vazgeçmediği halde en uzağa kaçan. Anladım ki ben kaba saba genellemeler diyarında ikinci gruptanım.


Ne olur hiçbir şey bozmasın bu sefer keyfimi. Arkadaşım bugün master oldu; ben atılmadan evvel toplayabilirsem jürimi master olacağım… yakın arkadaşlar, güzel şehir, rakı, şarap, bira…daha ne? Keyifsizlik şımarıklık olur şu durumda. Gerek yok. Hayat güzel…kar filan.