Yolda
Otobüslerdeki bu film izleme işi iyi oldu. İki, haydi bilemedin üç filmde İstanbul-Ankara tamam. Bütün otobüse şoförün gönlünce yayın yapan o tek ekrandan bahsetmiyorum elbette. Her koltuğun kafasının ardına yerleştirilen, seçenekli meçenekli olanlardan bahsediyorum. Eskiden ne çok düşünürdüm şu yolda. 6 saati sadece düşünerek geçirdiğim olurdu. Pencereden akan ağaçları, bulutları, evleri izlerken fark etmezdim bile düşündüğümü. Dalar giderdim. Kulağımda bir şarkı, belki o bile yok. Hiçbir şey düşünmüyorum şimdi. Yanımda tezim var, okumuyorum. Düşününce burulmam gereken kimse de yok. Ben de oturmuş iyi niyetli bir yerli romantik komedi izliyorum. Otobüs mola yerine yaklaşıp da görüntü kesilince fark ettim aptal aptal gülümsediğimi. Hemen düzelttim yüz ifademi. Neredeyse aptal yerine konmak kadar nefret ediyorum aptal görünmekten. Aksi gibi hiç eksik olmuyor başımdan. Basbayağı aptal olduğum için olabilir ama bu çok can sıkıcı bir ihtimal. Arabanın içindeyken camlara dışarıdan hortumla su tutulmasına bayılıyorum. Islanacakmışsın gibi ama cam var. Çok süper teknoloji değil mi şu cam, su geçirmiyor lan. Hava geçirip su geçirmeyen ayakkabı üretecekler mi acaba bir gün? Kafamı kaldırınca Bolu’nun tepesinde gördüğüm kar bu sene gördüğüm ilk kar. Ankara’ya yaklaşırken düzleşecek yeryüzü, ağaçlar seyrelecek. Bir ton tabela var, gişeler, sınırlar…halbuki hepsinden önce bozkır müjdeliyor Ankara’ya az kaldığını. Müjdelemek? Evet, güzeldir Ankara. Özledim.
Denizlere çıksa da sokaklar, bozkırlardan geçer yolumuz…
İstanbul’da da oluyor bazen. Simmel’in blasé’siyle açıklanabilir mi emin değilim. Boğaz Köprüsü’nden geçtiğimi fark etmiyorum, fark etsem de fark etmiyorum. Dikkat etmeye çalışıyorum halbuki. Alışmamaya, şımarmamaya çalışıyorum ama elimde değil. AŞTİ’de inmiş, valizimi almak için beklerken AŞTİ nostaljisi kafasını uzattı on sekizinci peronun kapısından. Bi siktir git dedim, aklından bile geçirme. Karşılamalar, kucaklaşmalar, vedalaşmalar, ağlaşmalar ve buna benzer bütün o sahneler…defolun gidin başımdan. Hırçınım evet, ve buna hakkım var. Kendimi güç bela attığım taksi terminalden çıkarken bir an için gider gibi oldu aklım ama yakaladım. Binalar, ışıklar…bakıyor görmüyordum, Ankara’da olduğumun ayırdına varamıyordum. Hep böyle olsun, arkandan ışıklar akıp giderken sen hep orada kal. Sol tarafta Bahçeli’yi görene kadar dank etmedi bir türlü. Cinnah’ın yeşil ışıklandırmaya maruz çınar ağaçlarını görünce iyice anladım: Ankara’dayım. Geri dönüp durduğum şehirde. Oysa bundan sonra bahar şenliği bile getiremez beni buraya. Cüppemi giyip, diplomamı aldığım gibi vın. Görüşmeyelim.
Yarın bölüme gideceğim. Gün, mekan basma günüdür. Yapacak bir şey olmayınca yapacak bir şey olmuyor. Ben de istemiyorum cazgırlık yapmak ama serde sosyologluk da olunca o elin o bele gitmesi farz oldu. Serde var mı sahiden? Pek sanmıyorum. Zaten cazgırlığım kapısına kadar sürecek muhtemelen. Kapısını tıklatacağım, ne ses gelecek ne kapı açılacak. “Hocam orada olduğunuzu biliyorum, açar mısınız” diyeceğim. Duymayacak. Telefon edeceğim, “haa içerdeyim yaa dur açıyorum” diyecek. Gülerek açacak kapıyı, “n’aber ya, ben sana dönmedim değil mi” diyecek. “Hayır hocam, dönmediniz” diyeceğim ve olaylar gelişecek.
O değil de…ODTÜ kampüsünü sevmekten vazgeçemeyeceğim ben. Beşeri binasını, bahçesini evim gibi hissetmekten vazgeçemeyeceğim. Ben vazgeçmeye pek yatkın değilim. Onu anladım. Uçarım, kaçarım, akarım, kokarım hatta içine sıçarım ama vazgeçmem. Çoktan vazgeçtiği halde saksı gibi duran insanlar vardır, bir de hiç vazgeçmediği halde en uzağa kaçan. Anladım ki ben kaba saba genellemeler diyarında ikinci gruptanım.
Ne olur hiçbir şey bozmasın bu sefer keyfimi. Arkadaşım bugün master oldu; ben atılmadan evvel toplayabilirsem jürimi master olacağım… yakın arkadaşlar, güzel şehir, rakı, şarap, bira…daha ne? Keyifsizlik şımarıklık olur şu durumda. Gerek yok. Hayat güzel…kar filan.
hava geçirip su geçirmeyen, su geçirip hava geçirmeyen ayakkabının ikisi de yapıldı ki.
YanıtlaSilohaa, harbi mi? ben ve teknolojiyle olmayan ilişkim..
YanıtlaSil