Ben bu okula aşığım. Kampüse girmemle yüzümün gülmesi bir oldu. They can't take that away from me diyor ya şarkı, onun gibi. Bunu benden kimse ve hiçbir şey alamayacak gibi. Bölümde tez hocamı bulamayıp biraz oyalandıktan sonra tam merdivenlerden iniyordum ki burun buruna geldik ve o muhteşem yüz ifadesi: Hasstir yakalandık. "Ben de seni arayacaktım". Hı hı.
Ondan sonra gene 3 saat blok tartışma tabi. Tezim başıma yıkıldı desem yeri. "Bu tez yanlış" gibi bir noktaya geldik neredeyse ama kanımın son damlasına kadar savundum tezimi. Neden savunma dendiğini anlamış oldum. Her biri istisnasız en az 3 saat süren diğer görüşmelerimizden farklı olarak kendime güvenliydim bu sefer. Yenilgiyle titremeyen sesim yüksek bile çıkıyordu. Konuşan bir ego gibiydim. Akademik hiyerarşide bir böcekle aynı statüyü paylaşıyor olsam da bu tezi ben yazdım. Bu konu beni bunca heyecanlandırdığı için, inandığım için yazdım. Yalnız teorik olarak öyle bir yerde kitlendi ki...eleştirisinin haklı olduğunu görebiliyorum fakat elimden bir şey gelmiyor. Bahsettiğim şeyi karşılayan bir kavram yok, ben de literatürde halihazırda kullanılan bir kavramdan sebeplendim fakat o da yeterli değil, o yüzden de baya eğilip bükülmesi gerekiyordu. Sahi ne dedim ben orada: "Elimizdeki kavramlara uysun diye toplumsal gerçekliği eğip bükmektense toplumsal gerçekliği karşılaması için kavramları eğip bükmeyi tercih ettim". Daha az sümsük ve daha makul bir hareket yeni bir kavram yaratmak olurdu ama böcekliğim ağır bastı. Ben benim jürim olsam "yetmez ama evet" notu verirdim bu teze.
Bu arada henüz tartışmamızın ortasındayken bir arkadaşımız "gözlerim yanıyor" diyerek fırladı karşıdaki odasından. Biber gazı bizim bölüme kadar gelmiş. Bir iki saat içinde sloganlar yükseldi zaten. Tabiri caizse hiç tınmadık. Öğrencilere destek vermeye giden öğretim üyelerine katılmaktansa benle kalıp tezi tartışmayı tercih etti hocam, oysa bıraksa ben de gidecektim. Onun yerine iki çay doldurup geldim, devam ettik. Bizim okulda yürüyüş yapılması, slogan atılması, bir şeyin protesto edilmesi istisnai bir durum değildir. Aksine okulun ruhuna içkin bir şey bu. 1 Mayıs'larda söylediğimiz gibi "ODTÜ yürüyor, gelenek sürüyor". Dolayısıyla biz de işimize baktık. Kafasını masaya vurdurmayı beceremedim bu sefer ama "saçım da yok ki yolayım" dedirtmeyi başardım. "Hocam, sakalınız var, ehe ehe".
Tezin çıktısını alıp jüri üyelerine vermem gerek şimdi. Yarın da olsa savunacak durumdaymışım ama okumaları için vakit verelimmiş tabi. Sunum hazırlamayımmış, sıkıcı oluyormuş öyle. Çıkışta hep beraber Kumsal'a içmeye gidermişiz belki. O jüriden sağ çıkabilecek miyim acaba? Analizimi beğendiğini biliyorum. Aslında aynı şeyleri söylüyoruz fakat literatüre onun kadar hakim olmamam derdimi ifade edecek kavramları bulmamı zorlaştırıyor. "Ben bu işin altından kalkamadım hocam" dedim. Baktı ki süngüm düştü, duygusala bağladım bağlayacağım, verdi gazı verdi gazı. Tezi ithaf ettiğim hocam da aramıza katılıp, ondan da güzel sözler duyunca biraz toparladım. Tezimi ithaf ettiğim hocam, hocamın da hocası. Yıllar var ki arkadaşlar tabi. Beni sevdiklerini, bana güvendiklerini biliyorum. O yüzden her şeyden çok onları mahcup etmekten korkuyorum. Ağzımdan aptalca bir söz çıkacak, analizim tutarsız ve zayıf görünecek diye ödüm kopuyor.
Ama bu akademik havayı nasıl özlemişim, anlatmam kabil değil. Her ne kadar "doktoraya başvurup başvurmayacağımı bu jürinin tavrı belirleyecek" diye saçmalasam da, "ben buraya aitim" diye geçiyor içimden. İnanılmaz bir aidiyet hissi. Sonra, Ankara'da hava öyle güzel ki. O insanı kesen soğuğu başlamamış daha. Yağmurlu ve berrak. Doktorayı da burada yapmak gibi çılgınca bir fikir yalayıp geçiyor aklımı, "saçmalama" diyorum. "Bu şehirle tek bağın akademik değil ve maalesef sen istesen bile kimse alamayacak bunu senden".
If'in kapısında "hoşgeldin ayşec." diye karşılanmak acayip keyifliydi yalnız. Bir gülümseme, bir sarılma, bir adamın masasından edilip masaya konma filan. İnsanın hoşuna gidiyor ister istemez. "Vay be" diyorsun, "iz bırakmışım". E iz bırakanlar unutulmaz. İyi veya kötü ama unutulmaz. Bir ara barın köşesinde oturup If'e baktım. Boğucu kalabalığı ve sigara dumanı eksikti. Gene de özlemişim. Oradan çıkıp Rumeli'de bol sarımsaklı tuzlama içmeyi de. Arkadaşlarımdan blues dinlemeyi de. Aklınızda bulunsun, Ankara'da Voodoo Blues. Reklam mı? Evet, reklam.
Süngümün düştüğünü gören hocam ben odasından çıkarken "tezine inan" dedi. "İnanırsak olur" değil mi be hocam? Çıkışta da gider ıslatırız değil mi? "Keyifli bir tez" keyifli bir kutlamayı hak eder en nihayetinde. Hem hocamın hocasının eleştirdiği analizlerin çok üstüne çıkmışım. "Kimin öğrencisi" dedi gururla. Mutlu olmalıyım değil mi? En kötü ayak planıma sadık kalırım. Çok köşeye sıkışırsam, 35 numero ayaklarımı kaldırıp masaya koyarak "efendi efendi, ben bu ayaklarla tez yazdım, sen daha ne diyorsun" diyebilirim. Ayak argümanı. Hocamın Stalingrad argümanından iyidir. Gülerek hocamıza gösterdi bir de o son paragrafı "bak bak bir de bok atmış bana" diye. Ah be hocam ben sana hiç bok atar mıyım? Sadece biraz dikbaşlıyım, o kadar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder