14 Eylül 2011 Çarşamba

Fade In India


Şaka maka Hindistan’a gidiyorum. Gitmeme bir şey kalmadı. Mutfak alışverişi yaptıktan sonra fark ettim bunu. Keşke yapmadan fark etseydim. Daha var gibi geldi hep. Yokmuş.

Bundan iki ay öncesine kadar, aylak bir küçük burjuva tonlamasıyla “yurt dışına gidesim var” diye iç geçiriyordum. Korkarım ki iç geçirmekle kalmayıp yazmış bile olabilirim. Evet, hayal kurmuştum. Burjuvalığımdan utanıp sıkılmamı gerektirmeyecek kadar kendi halinde, zararsız bir hayal. Söze dökülünce biraz itici olabiliyor ama şiddetle Paris’i özlemiştim. Paris’i şiddetle özlemiştim. Bir hafta sonu için bile olsa gidesim vardı. Esasen, bilmediğim bir dilin konuşulduğu bir şehrin daha önce hiç geçmediğim sokaklarında tek başıma kaybolasım vardı. Bu bakımdan Paris, iyi kötü anladığım bir dilin konuşulduğu ve daha önce geçmiş olabileceğim sokaklarıyla güvenli bir şehir benim için. Ne yabancı, ne aşina. Güvenli bir mesafe. Ürkekçe bir basıp gitme. En önemlisi, tek başıma. Biraz başka şansım olmadığı, biraz da ihtiyacım bu olduğu için. Ne bir arkadaş, ne bir sevgili. Sevgili mi? Uzun zamandır yoktu ve çok daha uzun bir zaman da olmayacağa benziyordu. Yalnızlığa alışmak konusunda ilerleme kaydetmeliydim artık. Bunu yaparken kendime acıma olasılığımın en yüksek olduğu mekan Paris’ti. Kendime meydan okuyordum. Ortada acıklı bir durum filan yoktu ama neyse ki ortada para filan da yoktu. Olduğum yerde kaldım.

Hayatımda gittiğim en uzak yer Portekiz; ve ne kadar gerzekçe olduğunu bilsem de yurt dışından anladığım Avrupa idi. Küçük burjuvanın küçük dünyası. Öte yandan, Batı’nın çizdiği yolu izleyerek gelişmemiş ülkelerin “egzotik” insanlarını Japon işi fotoğraf makinelerine sığdırıp hapsetmeye çalışan turist kafalı turistlere içten gelen bir tiksintiyle bakmaktan da kendimi alamıyordum. Hala da turizmin özüne ilişkin, midemi bulandıran bir şeyler var. Özellikle de “gelişmiş” ülkelerden “gelişmemiş” ülkelere akın eden turistlerin gözündeki bir şey, o şey, oldum olası rahatsız eder beni. Kimse yerinden kıpırdamasın ya da dünya alem Louvre’a doluşup, tek medeniyetin Avrupa medeniyeti olduğu algısını harlayalım demiyorum. Bana öyle geliyor ki bahsettiğim o bakış, eğitim-öğretimle ya da bilinçlenme-farkındalık sahibi olmayla giderilebilecek bir şey değil. Basitçe aşağılama değil, kökü daha derinlerde olan bir şey. Ötekilikten alıp yürünür elbette ama yeter mi bilmiyorum. Sosyolojiden ne kadar koptuğumun resmidir. Belki de biliyorum ama bildiğim affettirmeye yetmiyor. Ne bilirsem bileyim, “Batı”dan “Doğu”ya giden çoğu turiste “sen kimsin ki, kim oluyorsun ki” diye çıkışabilecek kadar “primitif” hissediyorum kendimi. İnsanın yontulamayan bir tarafı hep kalıyor işte. Belki de kalmalı, bilmiyorum.

Ben olsam semi-periphery complex diye isim uydururdum buna. Hane reisi tarafından ezilen ve aynı hınçla çocuklarını ezen annenin durumunu andıran bir tarafı da yok değil, merkez ülkeler tarafından aşağılanan ve çevre ülkeleri aynı hınçla aşağılayan ülke insanlarının. Oryantalizmi içselleştirmek gibi. “Doğu”nun, daha “doğu”sunda kalanları hor görmesi. Ekonomi ne kadar kötü olursa olsun kültürü aşağılamakta anlamlı bir taraf göremiyorum. Bilmeden, istemeden yapılan; kökü o derece, yontulamayacak kadar derinlerde olan bir his, bir tavır, bir bakış bu bence.
***
27 yaşımın eşiğinde Hindistan’a gidiyorum. Hayatımı her anlamda düzene sokmam beklenen yaşımın eşiğinde ben kalkmış… Hayatın artık şakasının kalmadığı, iyi bir işi ve ilişkisi olmayanın –ama tabi bunu artık hak ettiği için- hunharca linç edildiği bir yaşa girerken ben… bilmem, belki de en iyisini yapıyorum. Bugüne kadar kaçmayı başardığım şeyin tam kucağına oturmadan evvel gidebileceğim en doğru yere gidiyorum belki de. Komik ama sahiden de biraz olsun aydınlanmak gibi bir beklentim var sanırım Hindistan’dan. Oysa, ne mesai gibi haldır haldır turistlik ederken buna sıra geleceğini, ne de aydınlanmanın oraya değil de buraya gitmekle olduğunu sanmıyorum. Eat Pray Love’ın biraz etkisinde kalmış olabilirim, çok az. Julia Roberts’ın kafasına dank etme sahnesinde hönküre hönküre ağlamış da olabilirim ama o safhayı yurt sınırları ve yıllar içinde, kendi çabamla geçmedim mi ben? Bunun üstüne ne söyleyecek Hindistan: “Yok bak şimdi yaklaşmışsın ama o tam öyle değil” ya da “doğru yoldasın kızım, buradan al yürü”? Bilmiyorum. Şehirleri dinlemekte iyiyimdir aslında. Peki cesaretim var mı Hindistan’ın şehirlerini dinlemeye? Katmandu’ya tüm açık yürekliliğimle kulak kabartacak cesaretim var mı; Everest’in etekleri dibinde durup başımı yukarı kaldırmaya? Kimi zaman cahilane de olsa cesaretim eksik olmadı hiç. Şelalelerden atlamak konusunda mütereddit olabilirim ama tereddüde kapılmaktan hiç korkmadım. Merakım hep ağır bastı; aklımı karıştıracağını, beni zorlayacağını bilsem de söyleyecek sözü olanı dinlemekten imtina etmedim. Hayatımın bu oldukça suskun evresinde doya doya susup dinlemek için doğru bir yere gitmekte olduğumu hissediyorum.


Dedim ya cesaretim var, hep oldu. Önce, pişman olacağım hatalar yapacak; sonra da bu hata ve pişmanlıkları kabul edecek kadar cesurdum. Kabul edip hayatıma devam edecek gücü kendimde her zaman bulamadığımı kabul ediyorum. Fakat bir adamın elini sımsıkı tutabildiğimden beri, yani iki buçuk aydır, yani elini tuttuğum için değil tutabildiğim için güçlüyüm şimdi. Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var ve Hegel’e inat bunu lehime kullanmak niyetindeyim. Sevdiğin için bile olsa severken vazgeçmenin, severek ayrılmanın tarifsiz bir acı olduğunu öğrendim mesela. Bunu bir daha yaparsam kendimi çok zor affederim. Yarına dair hayal kurmamanın, bir gün biteceğini bilmenin ve bunu her gün söylemenin gereksizliği ve anlamsızlığıyla yüzleştim. O yüzden iyice saldım aklımın iplerini, hayal mayal kuruyorum. Kurmamaktan gördüğüm zarardan fazlasını göreceğimi sanmam. Sal gitsin be ayşec. Belki her şey o zaman çok güzel olur.

İlk zamanlardaki şaşkınlığımı üstümden atmaya çalışıyorum hala. Birini seviyorum. İçtenlikle, ne onu ne de kendimi kandırmadan, idealize etmeden. Seviyorum, sevebiliyorum. Yürürken elini tutuyorum. Yürümezken de tutuyorum çünkü içimden öyle geliyor. Hislerimizin karşılıklılığından bahsettiğinde mutluluktan ağlayasım geliyor bazen. Bazen ağlıyorum. Aptalca maptalca ama güzel bir ağlamak bu. Geçen günkü değildi, o başka. Şimdi gitse diye düşündüm, biz olmayı bırakıp yine yalnızca o ve yalnızca ben olsak ne yaparım? Düşünme sürecim sorudan ibaret kaldığı için kısa sürdü. Düşünemedim, gözümde canlanmadı. Ne yaparım, bilmiyorum. Bir kerecik olsun, yani bu sefer, düşünmek istememiş ve sahiden de düşünmemişim. Bu bilememenin yabancılığından ürktüm, gözlerim doldu. Kaçış planım olmadığı gibi B planım da yok. 27 yaşın eşiğinde edilecek laf değil belki ama herhangi bir planım yok aslında. Döndüğümde artık dizimi kırıp tam zamanlı bir işte çalışmak dışında en azından.

Bu sene yeni yaşıma, adının nasıl okunduğundan henüz emin olamadığım bir yerde gireceğim. Doğum günü çok derdim değil. Geçen seneye kadar neden uzunca bir süre doğum günü kutlamadığımı yazmıştım. Geçen sene, Ankara’daki arkadaşlarım bu duruma bir son verdi. Kaç Ece ajandası eskitmiştim. Her sene, bir saat boyunca bütün seçenekleri tekrar tekrar gözden geçirerek itinayla seçtiğim ajandamın ambalajını açar açmaz yaptığım ilk şey 23 Eylül’ün Cuma’ya denk gelip gelmediğine bakmak olurdu. Sanki o 23 Eylül gibi Cuma’ya denk gelse…ne olacaktı, ne bekliyordum? Hiçbir şey. Kendimi alamıyordum işte. Hiç denk gelmedi. Ta ki bu seneye kadar. 23 Eylül en son 2005 senesinde Cuma’ya denk gelmişti. Böylesi garip bir bilgiyi bunca önemsemek daha da garip. Delilik biraz.

23 Eylül 2011 tarihinde, adını henüz telaffuz edemediğim bir yerde, 27 yaşımdan gün tırtıklamaya başlayacağım. Sıtma ilacı kullandığım için içmeden kutladığım ilk doğum günüm olacak. “Bugün 23 Eylül, Cuma” diye geçecek mi aklımdan? Kuvvetle muhtemel geçecek: “İşte o ne olacağını bilmeden ama bir şey olacağını umarak sabırla beklediğim 23 Eylül, Cuma. Bak neredesin, nerelere geldin. Çok, çok uzaktayım. Altı yıl önce hayatımı değiştiren o günden, tahmin edemeyeceğim kadar uzaktayım. İşte olan bu.”


8 Eylül 2011 Perşembe

Geç Olsun Güç Olmasın?

Çok şey var ve hiçbir şey yok. Bir kere dağılıyoruz. Bizim 8 kadından ikisi İngiltere’ye biri Amerika’ya gitti/gidiyor. Ankara dosyası desen tamamen kapanıyor, büyük ihtimal geri kalanımız kompil İstanbul’da olacağız. Öyle ki Ankara’ya gittiğimizde nerede kalacağımızı filan düşüneceğiz. Sahi mezuniyet törenine gitmeyince master diploması da okulda kaldı, bir ara gidip almak lazım onu. Öyle bir tez süreciydi ki ne tören ne diploma görmek istedim. Yazdım bitti, verdim kurtuldum. Sonra ne yaptım? Sonrası biraz flu. Doktoraya hazırlandım. Bir iki küçük iş yaptım o arada, para neyin kazandım. Kazandığımı yedim. Doktora patlayınca ne yapacağımı şaşırdım. Teknik olarak elimden geleni yapmıştım ama gidip kimseyle konuşmamıştım mesela. Patlamasında bunun belirleyici olduğunu biliyorum, çok istememiş olmama bağlıyorum bu yarı bilinçli ihmalimi. En azından hocama verdiğim sözü tuttum diyeceğim ama o okula başvuracağımı duysa başlı başına hayal kırıklığı olurdu. Ölü insanların hayalleri kırılmaz, benimkiler hala kırılıyor. Heidegger’i anlatan bir roman okuyunca daha çok özledim hocamı. İkisi özdeş zira.


Kurt Cobain, Janis Joplin, Jimi Hendrix’inkine benzemese de 27’nin laneti üstümüzde. Eee tez de bitti, ne bok yiyeceğiz şimdi? Millet 27’sinde CEO oluyor da arada iki de bebe fırtlatmış oluyor. Bir de bize bak. Kalakaldık iki diplomayla. Akademik desen değil, plaza kadını desen hiç değil. Bir garabet, bir ucube. Elinde bulaşık eldivenleri, çamaşır suyuyla gez dur evi artık. Vasıflıyken vasıfsızlaştım, vasfımla rezil oldum yemin ederim. Ev kadınlığı ayrı bir vasıf, ev kadınlarını tenzih ederim fakat her Türk kadını ev kadını doğar, yaylalar yaylalar bebeğim. Dolayısıyla sardı mı beni bir panik. Gerçi panik dediğin yersiz olur, bu gayet yerli yerinde. Peki ben ne yapıyorum? Hindistan’a gidiyorum. Ne bok yiyeceğimi dönünce düşüneceğim. Bok var çünkü. Var yani. Arayınca bulunuyor, bok gibi var hem de.

İşsizim ama huzur bende. Valla. İşsizliğin verdiği huzursuzluğu saymazsak acayip bir iç huzuruna ermiş durumdayım. Ben gitmesem de Hindistan bana gelse yeri.  Öyle bir kafa. Her şey olur, sıkıntı yok. Can sıkmaya değmez, ucunda ölüm yok. Her gün yeni bir gün falan filan. Bir nevi “her şey olur, her şey büyür, her şey geçer, hayat kalır.” Kalır da 30’a da 3 kaldı ayşec hanım, sen hala leylalık peşindesin. Aman diyeyim, 30 ne lan?! İdealizm için geç, pes etmek için erken. Üstüme olmayan faturaların verdiği rahatsızlık tarif edilemez. Döndükten sonra, mutlu olduğuma dair kendimi kandırabileceğim kadar içime sinen bir işten alacağım vasat bir maaşla tüm faturalarımı ödeyebilir olduğumda huzurumun tam olacağına eminim. Nasıl olsa geriye kalan parayı harcamaya işten vakit kalmayacak. Kalırsa da “kendimi şımartmak” suretiyle kendime küçük mutluluklar satın alırım (12 taksitle ayfon, ayakkabı ya da çanta?). O zaman tam bir insan, yani “adam” olacağım ve işgücünden sonra kaçınılmaz döngüdeki yerimi de almış bulunacağım (iş, evlilik, çocuk, iş, öl). Ölünce de yanıma bir check atarlar artık.

Peki hal böyleyken uzak diyarlara nasıl gidiyorum? Elbette ki maaile. Yani emekliliği hak etmiş ve hak ettikleri gibi bir emekliliğin keyfini süren insanlarla birlikte. Onlar gitmedikleri, eksik kalan ülkeleri tamamlarken (Mısır check, Güney Amerika check, Hindistanx2 check) bir noktasında peşlerine takılıyorum. Döndüğümde gireceğim şu döngüye, başım da göğe erecek. Plan bu. 

(İşsizliği güzelliyormuşum gibi bir anlam çıkarsa vallahi darılırım. Otur otur kafayı yedim, demem o yani. Tanıdığım, aynı durumdaki başka birkaç insanın varlığından bulduğum yüzle yazdım bunu da, yoksa utanç ve endişe içinde kıvranmıyor değilim.)

5 Eylül 2011 Pazartesi

Bygones

I couldn’t help but wonder whether we could honestly let bygones be bygones. Not that we lie about it but is it actually possible to forget all the unpleasant memories and move on? I dare to assume that having a few of those memories is not a sporadic human condition but rather a sign of imperfection inherent to that condition. So what do we do with them?

Not all reminiscence is cheery after all. You might have called it a mistake then or much later; might have suffered from utter remorse every now and then. It can be anything: an unsaid word, an unborn child, a reluctant intercourse, an unintended remark whether bitter or sweet, a slap in the face of a beloved, a betrayal as well as ignoring a betrayal…anything. Do they literally go by as the name implies or do they stick to our present and ruin our future which is already fragile and ambiguous? Or, do we stick to them?

The human condition is too complicated for anyone to pontificate about it. One can never fully understand but give previously acquired hence limited meanings to incidents, give meaning to things that will never have a meaning if we don’t give them any, almost forcing them to mean something so that we understand, so that we know. Of course, if only knowing were that easy.

Unpleasant memories require a lot of time and effort to go by. The good news is they do leave eventually. They have to because they have no other choice, as we have no choice other than moving on with our lives. I know I got that one straight. It’s as if stepping on your past mistakes. You might either sink into them and get drowned or simply use those long dead, stone hard memories to move further. It’s a matter of choice, speaking of which, I had made mine quite some time ago and I plan to stick to it.

I had my share of heavenly times and my share of hitting the pitch black bottom. I had my ups and downs, made some hard but appropriate decisions and made some pretty lousy ones. If not for all of them, how could I be here, writing what I’m writing now? I love neither my tragic mistakes nor my unpleasant memories nor my lousy decisions. On the other hand, I cannot help but see the fact that I owe them.

In fact, it doesn’t seem so astonishing in a world where there is no pure good or pure evil that I’ve turned out to be a bitch and a lover, a child and a mother, a sinner and a saint. While searching for myself, searching for love and searching for the best thing I can do –and searching ‘cos it was not written anywhere- I’ve come close to an answer. The answer has come close to me. And we’ve kissed.



2 Eylül 2011 Cuma

Ne Malum?

"Umarım senden önce ölürüm" dedi.
Kendi ölümünden fütursuzca bahseden bir adama -hem de sevdiği, tarafından sevildiği kadına bundan fütursuzca bahseden bir adama- hem de kadının buna üzüldüğünü bildiği halde ölümünden fütursuzca bahseden bir adama söylenecek daha acımasızca bir şey gelmedi aklına. Varlığı sevilen, yokluğu ihtimalinden daha iyi neyle tehdit edebilir varlığını seveni? Her an yanında olmak istenenin artık bir an bile yanında olunamayacağını bilmek kadar ne koyar insana? Severken ayrı düşmekten büyük acı...yok.
İnsan insana alışıyor. İnsan insana ne çabuk alışıyor. Bir-varmış-bir-yokmuşluğumuza inat sanki. Yokluğun nihai ihtimal olduğu yerde varlığı bunca sevip ona bağlanmak...ne inat ne delilik, hatta hayranlık uyandıran bir iş var bu işte.
Nasıl da içten çıktı sesi. Kendi de beklemiyordu bunu. Ürktü, dehşete kapıldı. Öyle içten dilemişti ki gerçekleşmesinden korktu -önce ölmekten değil, ölmekten. Her içten dilek gerçekleşirmiş gibi. Öte yandan, gerçekleşen bir tanesi karşısında durmuş, kıvrık uzun kirpikli iri ela gözlerini dikmiş ona bakıyordu.


Hiç ölesim yok bu günlerde. Bir bankta ya da kanepede oturup başımı omzuna yaslayarak gözlerimi yumasım var en fazla. Hiçbir sonu düşünesim yok. Bu günlerde hiçbir anlam göremiyorum düşünmekte. Sonlu bir hayat bu ve ona dair her şey de bu sonluluğun izini taşıyor. Kabul etmesi zor kolay bir gerçek.


Sonu düşünmeyi severdim. Biteceğini bilmek rahatlatırdı. Yalnız beni rahatlatan bu gerçeği, hareketlerinin neticesini idrak etmekten aciz yaştaki çocukların acımasızlığıyla paylaşırdım. Bencil, tehditkar ve budalalığına bilgelik atfedecek kadar küçük bir budalaydım. Zaman geçti; anladım ki sonluluğu idrak edebildiğim için değil edemediğim için böyle çocuk kalmıştım. Bir insana bir gün öleceğini her gün söylemek ne işe yarar? Ölmek kolaylaşır mı ya da beklerken alışır mı insan? Sonluluk değil ama sonu kurup durmanın anlamsızlığı içimi burkuyor şimdi.


Bir gün biteceğinden fütursuzca bahseden bir kadını -hem de sevdiği, tarafından sevildiği adama bundan fütursuzca bahseden bir kadını, hem de adamın buna üzüldüğünü bildiği halde ona bir gün biteceğinden fütursuzca bahseden bir kadını bir gün biteceğinden fütursuzca bahseden bir adam -hem de sevdiği, tarafından sevildiği kadına bundan fütursuzca bahseden bir adam, hem de kadının buna üzüldüğünü bildiği halde ona bundan fütursuzca bahseden bir adamdan iyi kim paklar? Hayatın dili olsa da konuşsa "sen misin..." derdi muhakkak. "Sen misin öyle yapan" ya da "böyle söyleyen sen misin, al sana".


Malum-u ilam der ahkam kesmeyi sevenler. Ne malum?