Preston Sturges etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Preston Sturges etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ekim 2016 Cumartesi

The Miracle of Morgan's Creek (1944, Preston Sturges)



Filmin Ocak 1944'te gösterime girmesinden yola çıkacak olursak sene 1943. Hiroşima ve Nagazaki henüz yalnızca yer isimleri. Ankara'da Gençlik Parkı açılıyor. İsmet İnönü, Churchill ve Roosevelt'le görüşme halinde. Varlık Vergisi'ni ödeyemeyenler Aşkale'ye gönderiliyor. İstanbul'da tifüs salgını var. Kapalıçarşı yanıyor. 

Aralık ayında Şehir Tiyatrosu'nda Reşat Nuri Güntekin'in romanı Yaprak Dökümü sahneye konuyor. Türkiye sineması savaş koşulları nedeniyle o yıl yalnızca iki film çıkartabiliyor. Savaş her şeyi olduğu gibi ülke sinemasını da etkiliyor. Öncesinde Avrupa ve Amerikan filmleri ülkeye eşit sayıda gelirken Avrupa filmleri gelmez oluyor. Amerikan filmleri ancak Mısır yoluyla Türkiye'ye girebiliyor ve Mısır sinemasını da peşlerine takıp getiriyorlar. Halk kendisine "Holivut"tan daha yakın bulduğu bu sinemayı bağrına basıyor (Nijat Özön, Türk Sineması Tarihi 1896-1960). Böylece Mısır sineması; Türkiye sineması, televizyonu ve dizileri üzerinde yıllarca etkisini sürdürecek bir iz bırakıyor. 

---SPOILER---

O sırada Preston Sturges "acaba şöyle bir film çeksem nasıl olur" diye düşünüyor: Cepheye gidecek genç ve yakışıklı birlikler, hemen öncesinde küçük bir kasabada konaklamış olsunlar. Eh askerlerimizi eğlendirmek, savaşa moralli yollamak vatan borcu. Sabaha kadar dans etmeli, hepsini öpücüklerle uğurlamalıyız. Hah işte, bu kasabada bir de büyük kızı Trudy (Betty Hutton) ve küçük kızı Emmy (Diana Lynn) ile birlikte yaşayan bir Mr. Kockenlocker (William Demarest) var. Emmy 14 yaşında, bilgiçliğiyle biraz Lisa Simpson'ı andırıyor (o da müzik aleti çalıyor). Trudy yaşça büyük ama bir reşit değil. Trudy'nin birlikte büyüdüğü Norval Jones (Eddie Bracken) ona kendini bildi bileli aşık ama Trudy oralı değil. Sonuçta Norval, Sean Penn'i andırsa da bir Clark Gable değil, o yüzden batasıca dünyamızda sevilmeye layık olduğunu kanıtlamak için bir şeyler yapması gerekiyor.



Filmin başında Betty Hutton'ın bir şarkıya play back yaptığı güldürüklü sahne

Trudy bir gece vatani görevini yapmak bahanesiyle bir katalog dolusu üniformalı askerle dans ederken hem içmenin hem de kafasını avizeye vurmanın etkisiyle gecenin bir kısmını hatırlamıyor. Seyircinin görmediği bir noktada kim olduğunu hatırlamadığı bir askerle evlenmiş, sevişmiş, sen bir de hamile kalmış mı! Ortada bir evlilik var ama belgesi yok (kendi ismini de gırgırına yanlış söylediği için kaydı bulunamıyor (evet, yanlış isimle de olsa evlilik akdi geçerliymiş)). Belge yok, çocuk var. Norval bunu bir kahramanlık fırsatı, aşkını ve yüce gönüllülüğünü ispat etmek için bir şans bilerek onu "kurtarmaya" çalışıyor ama işler iyice sarpa sarıyor. Zaten filmdeki bütün parlak fikirler her nasılsa hep erkeklerden çıkıyor.

"Şşş... Ne sen prenssin, ne de ben prenses. Pelerinini de alıp şuradan git" diyemedi ya la.

Sonra inanmazsınız her şey tatlıya bağlanıyor. Yani savaşın olanca hızıyla sürdüğü bir yılda bir kadın savaşı açıkça bahane ederek sayısız oğlanla eğleniyor (neticeyi saymazsak baya da güzel eğleniyorlar bu arada) ve bir noktada hamile kalıyor. Birincisi, tecavüzü ima edecek bir ipucu veriliyor mu diye dikkat ettim ama yoktu (Sonuçta tecavüz 2016'da bile bir güldürü unsuru olarak kullanılabiliyor). Yani Trudy'nın basbayağı keyfe gelip seviştiğini anlıyoruz. İkincisi, evlilik konusu olay örgüsünü çetrefillendirmeye yaramış ama olmasa da olurmuş. Muhafazakarların gazabına karşı bir salvo olabilir. Kocasız belgesiz evlilik, alın bunu gidin uzakta oynayın kendi kendinize.


"Her şeyi anlatacağım ama yemin et kimseye demeyeceğine. İki gözüm önüme aksın ki de."
Bana kalırsa filmde çok vurgulu bir ana fikir var: İkiyüzlülük. Hem de kendisini birden fazla şekilde ifade eden bir ikiyüzlülük. Filmi istediğin kadar evir çevir, her yerden ikiyüzlülüğe çarpıyor. Trudy'nin askerlere veda dansına gitmek için attığı tirat mesela. Hatun savaş halini açıkça kendi çıkarına kullanıyor. Fakat burada Trudy'yi vatan hainliğiyle suçlamak yerine savaş halini kendi çıkarına kullanan ve tirat bakımından Trudy'den geri kalmayan liderlere odaklanmak gerektiğini düşünüyorum. Sonuçta Trudy kimseyi öldürmüyor.

İkinci ikiyüzlülük evlilik. Kiminle olduğu belli değil, belge yok. Öyleyse bu evlilik namus kurtarmaya yeter mi yetmez mi? Namusa halel gelmemesi için tam nasıl evli olmak gerek? Bir kasaba halkının çenesini kapatmak için nasıl evlenilmesi gerekiyor? Hangi format sizi mutlu eder?

Kasaba halkının ikiyüzlülüğünün yanı sıra kızların babası kızlara ar namus nutukları atmaya çalışıyor ama onlara 'gitmeyin' dediği yerlere kendi gidiyor. Bu arada film bekleneceği üzere cinsiyetçi "esprilerle" bezeli, hatta bir açıdan "kız çocuğunu başıboş bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya" sonucu bile çıkarılabilir ama bana öyle geliyor ki o dangozluğun altında bir katman daha var. Demarest'in oynadığı "kız babası", kızlarına "sert baba"yı oynamaya çalışıyor ama örneğin ne zaman Emmy'yle çatışsa kıç üzeri düşen kendisi oluyor. O sahnelerde rasyonaliteyi temsil eden Emmy karakteri. Baba ise höt zöt yapayım derken ancak gülünç duruma düşüyor. Film sona yaklaştıkça iki karakter de (Emmy ve baba) olgunlaşarak uzlaşıyorlar ama sonuçta Sturges'ın çizdiği bu baba karakterini önemli buldum ben. Baba sürekli "kızın mı var derdin var" modunda gezse de eylem düzeyinde terör estirmiyor, iktidar anlamında -elinde tabanca tutarken bile- kendini kızlardan yukarıya koymuyor. Bir ana karakteri bu şekilde oluşturunca araya serpilen cinsiyetçi replikler de göstermelik gibi kalıyor (ya da ben öyle olduğuna inanmak istiyorum).



Filmdeki en bangır bangır ikiyüzlülük toplumun ve politikacıların ikiyüzlülüğü. Filmin sonunda artık her şey boka sarmışken Trudy'nin doğuma girmesiyle siyah beyaz film şeker pembesine dönüyor. Teoride evli de olsa ne idüğü belirsiz bir adamdan hamile, toplum baskısı nedeniyle kasabadan taşınmak zorunda kalmış ve ne idüğü belirsiz babanın peşine düşüp onu 6 ay aradıktan sonra bulamayıp geri dönen Norvalcığı yine gerisin geri hapsi boylayan Trudy altız doğurunca her şey birdenbire "mucizevi" bir şekilde değişiyor. Sanırsın ilk çağ, bir şenlik ateşleri eksik. Belediye reisi devreye giriyor, bu büyük olay şerefine Norval'ın cezası affedilmekle kalmıyor hayali olduğu üzere sırtına janjanlı bir de üniforma geçiriliyor (çünkü yaşasın militarizm), Trudy'nin teorik evliliği bir çırpıda iptal ediliveriyor, Norval'la evlendiriliveriyor, Trudy'nin babası terfi ettiriliveriyor ve bunların hepsi, karakterlerin başarmak için haftalar aylar yıllar boyunca uğraştıkları şeyler. Demek ki aslında her şey yalnızca önemli bir adamdan gelecek bir telefona bakıyor? Demek ki çektiğimiz onca çilenin anahtarı birilerinin iki dudağı arasında saklı? Demek uğruna cinayetler işlenen o genel ahlak, gücü elinde tutanın işine geldiği gibi yoğurabildiği bir oyun hamuru. Bak sen. 


Eddie Bracken (1915-2002) çekimler sırasında Betty Hutton'dan rol çalmak için epey uğraşmış diyollar.
Ahlak bekçisi ikiyüzlü toplum da sanki 20 yıllık komşusu Kockenlocker ailesini bir çırpıda silip atmamış, kasabadan kovmamış gibi onları bağrına basıyor, ulusal kahraman ilan ediyor. Toplumsal hafıza bir çırpıda yeniden yazılıyor. Aslında Trudy çok eğlendiği bir parti gecesinde hamile kalmadı, o Norval'ın iffetli eşi. Hem içinden 6 çocuk çıkarınca bonus olarak yüzüne nur da indi, kutsal Meryem'e bağladı. Hepimiz rahatladık. 


"Işık şefi nerde olm? Hangi açıdan inecek bu nur?"

Buradan film triviasına yumuşak geçiş yapabilirim. O sırada nüfuzu olan Catholic Legion of Decency, filmin reytingini "Olmaz olsun böyle film"den "Bazı yerlerde gözünüzü kulağınızı kaparsanız izleyebilirsiniz"e çekmek için değişiklik talep ediyor ve yönetmen bir gün boyunca revizyonları çekmekle uğraşıyor. 

Filmin sonunda vargücüyle devreye giren siyasi oportünizm, altız doğumunu yalnız ulusal değil uluslararası düzeyde bir reklam aracı olarak kullanıyor. Çeşitli ülke gazetelerinde haber manşetten veriliyor. Hatta haberi duyunca öfkeden kuduran, saçını başını yolan bir Mussolini ve bir Hitler görüyoruz çünkü Faşist İtalya ve Nazi Almanya'sı, ülkelerinin nüfuslarının artması için anneliği, doğurganlığı, doğurmayı teşvik etmekle meşguller (tanıdık geldi mi?). Savaş koşulları da olsa Allah rızkını verir. Artık karneyle marneyle. Sen fazla düşünme, doğur sadece. E bu durumda altız doğurmak büyük olay tabi. 

Filmde ülke gazetelerinin tepkileri montajlanırken Kanada başbakanına da yer verilmiş. Onun da nedeni şu: 1940ların en sansasyonel haberlerinden biri, Kanadalı bir ailenin beşiz sahibi olması. Doğal olarak altız haberi pabucunu dama atıyor. Kanada başbakanı da bunun üzerine "Possible, but not probable" ("Mümkün fakat muhtemel değil") diye demeç veriyor. Mesela yani. 

Filmin ilk dakikalarında beni en çok eğlendiren şey Sturges'ın eski filminden karakterlere çapraz referans yapması oldu. The Great McGinty'deki (1940) McGinty (Brian Donlevy) ve the Boss'un (Akim Tamiroff) o filmdeki rolleri aynen buraya taşınmış. Referans sevdiğim için çok eğlendim.




Konu gereği karakterler çoğu zaman gergin, Sturges karakterlerin birbirleriyle konuşurken sokak boyunca yürümelerini göstermeyi belki de bu sinirli ruh halini seyirciye vermek için istemiştir. Nedeninden emin değilim ama sonuçta o dönem için hayli zahmetli olan uzun takip planları ekibin canını çıkarmış. Altı kişi rayların üzerindeki kamerayı çekiyor, ses ekibi elinde mikrofonlarla onların peşinden koşuyor, ekibin bir kısmı da 300 metrelik kablo, ışık ve reflektörü taşımakla uğraşıyor. Sturges daha en başta, bu konularda kimseye sil baştan dert anlatmamak için, Sullivan's Travels'da (1941) birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni John Seitz'ı filme transfer etmiş. 


William Demarest (1892-1983) yönetmenin gedikli kadrosundan.

Filmin yapım aşamasına dair en ilginç şey temposu. Preston Sturges normalde çok mükemmeliyetçi bir yönetmen ama bu film çok fazla işin arasına sıkıştığı için çekim esnasında Sturges'ın stres seviyesi baya yüksekmiş. Stüdyonun sıkıştırmasına ek olarak mükemmeliyetçiliğinden ödün vermemesi de stresini artırmış olmalı. Hiç yapmadığı bir şey yapıp çekimlere yalnızca 10 sayfalık bitmiş senaryoyla başlamış (neden? çünkü çekime gününde başlanacak!). Her gün, gündüzleri 8 saat çekim yapıyor, geceleri de senaryoyu yetiştiriyormuş. Bir yandan başka işlere de yetişen Sturges'ın sinirleri en sonunda harap olduğundan sette en ufak şeylere patlar olmuş. Kız kardeşleri oynayan oyuncuları birkaç defa ağlattığı söyleniyor. 


Betty Hutton (1921-2007)
Diana Lynn (1926-1971)





















Zamanla yarışıyor ama mükemmeliyetçiliğinden de ödün vermiyor dedim ya. Mesela bütün günü kamerayla prova yaparak geçirmesine ve öğleden sonra 4.00'te elinde çekilmiş tek bir kare olmamasına stüdyo deli oluyormuş ama Sturges 4.00-6.00 arasında 11 sayfalık senaryoyu tak diye çekebiliyormuş ki bu NŞA 3 günlük çekim süresine denk geliyor imiş. IMDB Trivia'nın yalancısıyım, bana olabilir gibi geldi. 

Filmin "mucizesi" son anda belirlenmiş. Hikayeye hem bir anlatı çerçevesi vermesi hem de siyasi oportünizme geçirmek için McGinty'deki karakterlerini oturtmuş telefon başına. Evet, biraz aceleye getirilmiş duygusu geçiyor ama mesajı da alıyorsunuz. Hikaye de çözülüyor mu çözülüyor. Dahası durum evlilikle ne kadar çevrilmeye çalışılsa da "iffetsizlik" eden kadın "cezasız" kalıyor ki bu çok şaşırtıcı. Geçmiş geçmemiş yerli sinemamızda da, sansürcülerin gönlünü etmeye uğraşan eski Hollywood'da da "ahlaksızlığın cezasız kalmadığının gösterilmesi böylece halkın genel ahlakının güçlendirilmesi" esastır. Fakat görüldüğü gibi her zaman değil. 

"Israr etme Norval, seninle evlenemem. Ölürüm daha iyi."
"Gazı açıp intihar edeyim diyorum, ne dersin Norval?"
"Balım, ağzından yel alsın. İki eşliliğin nesi var allasen!"

Preston Sturges'ın filmlerinde kendi kişisel tarihinin izlerini sürmek mümkün görünüyor. Sistem eleştirilerini ince bir alaycılıkla döşerken evlilik-boşanma mevzuları (yine Reno muhabbeti oldu mesela, kendisinin de hızlıca boşanmak için gittiği yer) kendini tekrar ediyor. Altıncı filmde artık adını koyalım: Preston Sturges'ın evliliğe yaklaşımını beğeniyorum. Dönemin sansürcüleri, Katolikleri o kadar beğenmemiş ama bence dalgasını çok iyi geçiyor. Bigami (iki eşlilik) ile ilgili repliklerde baya baya "aman canım çok da şey yapmamak lazım" noktasına varılabiliyor. Sene 1943 diyorum. Bu adam bu filmleri nasıl yedirmiş hâlâ şaşıyorum. Kaliteli komedi yapması sayesinde olabilir. 















18 Eylül 2016 Pazar

Christmas in July (1940, Preston Sturges)

                         "Unhappy the land that needs miracles."

Preston Sturges'ın The Great McGinty'den (1940) sonra hem yazıp hem de yönettiği ikinci film olan Christmas in July yönetmenin görece gözden kaçan filmlerinden biri. Filmin senaryosu Sturges'ın 1931'de yazdığı "A Cup of Coffee" isimli bir tiyatro oyununa dayanıyor. Oyun ancak yazılmasından elli yedi yıl, Sturges'ın ölümünden ise yirmi dokuz yıl sonra sahneye konmuş.


Seçim öncesinde sempatik görünsün diye kucağına bebe tutuşturulmuş başkan adayı suratıyla Preston Sturges.

Yalnızca 67 dakika uzunluğundaki film bana kalırsa incelikli bir kapitalizm eleştirisi. Dick Powell ve Ellen Drew sevişen genç bir çift rolünde. Aileleriyle birlikte aynı yoksul mahallede, aynı binada yaşıyorlar. Yanılmıyorsam İrlanda göçmenleri. Evlenmek istiyorlar ama para yok. Adam mütemadiyen ödüllü yarışmalara katılıyor ama kazanamıyor. Filmin başında bu defa da bir kahve şirketinin sloganını belirlemek için açtığı yarışmaya katıldığını ve milyonlarca insan gibi yarışmanın kazananını öğrenmek için radyoya yapıştığını görüyoruz. Evet, milyonlarca insan. Buhran Dönemi etkisini sürdürmeye devam ediyor. Umutlar lotaryada, yarışmada. Birincilik ödülü 25 bin dolar (2014 yılında 420 bin dolara denk geliyor). Bugünkü 25 bin dolarla alakası olmadığını, arkadaşlarının eşek şakası yüzünden yarışmayı kazandığını sanan Jimmy MacDonald'ın giriştiği alışveriş çılgınlığından anlıyoruz. Kendine bir takım elbise dışında bir şey almayan kahramanımız bütün mahallenin çocuklarına oyuncak alırken Hollywood'da adeta mutlu küçük yeşil çamlar bitmeye başlıyor. 



















Köşeyi dönmek isteyen yoksul genç ve sinirli küçük kapitalistlerin iki dudağı arasında oyuncak olan hayatı... O kadar karanlık ki göz kamaştırıyor. Kolay içilsin diye şeker basılmış bir öksürük şurubu gibi film. Şaşkın kapitalistler, onlara karşı yoksulun yanında saf tutan ve hatta "Sen kendini Hitler mi sandın ibiş" diye posta koyan polisler, herkesin birbirini tanıdığı mahallede esen bayram havası ve elbette kurtulmak için onca debelenilen yoksulluğu sistemle ilişkilendirmeyip, yine o sistem içinde yırtma umudu, o umut ışığını lütfeden patronlara bin bir minnet ve verilen umudu geri aldıkları zaman da gereğinden fazla sükunet ve tevekkül. Frank Capra, filmi izlediğinde "bunu ben çekmeliydim" demiş midir acaba? Bunu yalnız ben demiyorum, filmin gösterime girmesinden yaklaşık üç hafta sonra Bosley Crowther da Capra'yı anmış



Sattığı malı geri almak için mahalleyi basan kapitalik "herkesi tutuklamanızı istiyorum!" diye höykürünce ona "oldu canım, sen kendini Hitler mi sanıyorsun" diyen polisin bulunduğu sahne. Ardından diğer kapitalik de mahalleye intikal edip aynı talepte bulunduğu zaman ona da Mussolini diye hitap ediyor. Takvim yaprakları 1940 sonbaharını gösteriyor. 

Filmde Jimmy MacDonald'ın annesinin de nişanlısının da ortak sayılabilecek bir hayali var. Annenin hayali, açıldığında iki kişilik yatak olabilen bir çekyat kanepe, bir Davenport. Jimmy tarafından, ancak çocuk doğurana kadar çalışacağı öngörülen sevgilinin hayali ise tek göz bir evin dört odalı bir daireymiş gibi kullanılmasına olanak tanıyan, orasından şömine, burasından küvet çıkaran bir eşya. Açıkçası Buster Keaton'ın The Scarecrow (1920) filminde gösterilen "çok işlevli"o müthiş evi anımsattı bana. Hatta Keaton filminde küvet olabilen bir kanepe de vardır. Kanepe mevzu ilginç burada, her iki filmi birden kast ediyorum. Yoksulluğun içinden çıkılamadığı için yaratıcı çözümlerle o yoksulluğu baypas etmek anlamına geliyor. "Tek göz ev dört odalı bir daireymiş gibi" oluyor ama dört odalı bir daireye erişilemiyor. Vefakar cefakar kadınların hayal gücü ancak bir kanepe kadar açılabiliyor. Diyorum, bu adamın komedileri benim içimi acıtıyor. Bu arada tuşlara basınca orasından burasından bir şeyler çıkan kanepenin tasarlanmasında Preston Sturges'ın da parmağı var. Olmasa şaşardım.


Kadın haftada 18 dolar kazanıyor, adam haftada 22 dolar kazanıyor ve elimizde görmüş olduğunuz şu kanepe ise yalnızca 198 dolar bayanlar baylar ve bunda hiçbir problem yok.
Reklam sektöründe çalışanların bilhassa ilgi çekici bulacağını düşündüğüm filmin başından sonuna kadar tekrarlanan, MacDonald'ın kahve şirketi için bulduğu reklam sloganı: "If you can't sleep at night, it isn't the coffee, it's the bunk" (eğer geceleri uyuyamıyorsanız nedeni kahve değil, ranzadır). Jimmy filmin başından sonuna kadar bunun neden iyi bir slogan olduğunu açıklıyor. Viyanalı bir doktor tüm fikirlerin batıl inanç olduğunu söylüyormuş. Kahvenin insanları uyanık tutması da öyle bir şeymiş. Gece uyuyamayan insanlar zaten sinirleri bozuk insanlarmış ve elbette suçu başka bir şeye, bu durumda kahveye atmaları gayet doğalmış. Jimmy MacDonald'ın sloganı bilimsel (!) olmakla kalmıyor, aynı zamanda kelime oyunu da içeriyor. İlk anlamı ranza olan bunk sözcüğünün ikinci anlamı da saçmalık. Yani diyor ki uykusuzluğunuzun nedeninin kahve olması saçmalık, yok öyle bir şey. Kahvemize bok atmayın, bize para verin, kahvemizi alın. 


Sinirli küçük kapitaliste kükreyen Mr. Bildocker rolünde Sturges'ın gedikli kadrosundan William Demarest (1892-1983)

Preston Sturges'ı sevmemin nedenlerinden biri de bu kelime oyunları olabilir. Mesela Franklin Pangborn'un canlandırdığı radyo sanatçısı Don Hartman (Paramount'un yazarlarından birinin adı) milyonlarca insanın beklediği haberi ilan edemediği zaman ortamı yumuşatmak için programı "cellat ipi bulamadığında mahkumun söylediği gibi 'No noose is good noose'" diye bitiriyor. Kulağa "no news is good news" (haber olmaması iyi haberdir) gibi gelen cümle aslında "en iyi ilmik olmayan ilmik" gibi bir anlama geliyor. (Pun'lardan manyakça keyif alanlar online mı?)


"He Jimmy, he"
"Anni?"
Bu arada Jimmy filmin başında kadına sloganı anlatmaya çalışırken öyle kaba davranıyor ki filmin geri kalanında kendisine karşı sempati besleyemedim. Hatta Jimmy'ye katlandığı için kadına da besleyemedim. Ancak parayı bulduktan sonra sinirler yatışıyor, nezaket hatırlanıyor. Sturges bunu kasten yapmış olmalı. Stres altındayken en yakınındakine, mümkünse kadına esip kükremek. Ah orada "He Jimmy, he" diye adamı eyleyeceğine oklavayla kovalayacaksın, bak sinir stres kalıyor mu. Sanki bir onun hayatı zor. Çamaşırını anası yıkıyor, yemeğini anası önüne koyuyor. Bir işe gitmek mi zor geliyor. E nişanlın hem seninle aynı işte çalışıyor hem de ev işlerini yapıyor? Kadına bir terslenmeler, bir küçümsemeler, bir aptal muamelesi. Preston Sturges'ı seviyorum ama senaryolarında kadına yaklaşımıyla sorunum var, kesinlikle var. Dönemin baskın yaklaşımını yansıtıyor mu yansıtıyor, amenna fakat bu sorun etmeyeceğim anlamına gelmiyor. Esip kükreyen adam karşısında pısık pısık alttan alan kadın görmeye dayanamıyorum. Ama bir parası olsun, bak o zaman ona evler arabalar alacakmış. Alma eksik olsun. Sen o ağzını bir topla, başka ihsan istemez cimicip. 


Director cameo: Ayakkabılarını boyatırken son dakika penaltısını dinler gibi radyoya kitlenen bıyıklı Preston Sturges.

Mr. E.L. Waterbury: I used to think about $25,000 too, and what I'd do with it. That I'd be a failure, if I didn't get a hold of it. And then one day I realized that I was *never* gonna have $25,000, Mr. MacDonald. And then another day... uhh... a little bit later - *considerably* later - I realized something else - something I'm imparting to you now, Mr. MacDonald. I'm not a failure. I'm a success. You see, ambition is all right if it works. But no system could be right where only half of 1% were successes and all the rest were failures - that wouldn't be right. I'm not a failure. I'm a success. And so are you, if you earn your own living and pay your bills and look the world in the eye. I hope you win your $25,000, Mr. MacDonald. But if you shouldn't happen to, don't worry about it. Now get the heck back to your desk and try to improve your arithmetic.

***


Raymond Walburn (1887-1969)
Dr. Maxford: I wish they died a lockjaw. What good are these contests anyway? They interrupt the entire organization - they make ya millions of enemies - and all they prove is you're making too much money in the first place, since you can afford to toss a large chunk to some sap head who probably never had a cup of your coffee in his life but lives on goat's milk.




***



Ernest Truex (1889-1973)
Mr. J.B. Baxter: I'm no genius. I didn't hang on to my father's money by backing my own judgment, you know. I make mistakes every day. Sometimes, several times a day. I have a whole warehouse *full* of mistakes. I should say it *would* make a difference. You see, I think your ideas are good, because they sound good to me. But I know your ideas are good, because you won this contest over millions of aspirants.



***



Ellen Drew (1915-2003)
Betty Casey: It is practical, Mr. Baxter. It's the most practical idea you ever had. He belongs in here because he thinks he has ideas. He belongs in here until he proves himself or fails and... then... someone else belongs in here until he prove himself or fails and somebody else after that and somebody else after him and so on and so on for always. Oh... I don't know how to... put it into words like Jimmy could, but... all he wanted, all any of them want is a - is a chance to show - to find out what got while they're still young and burning like a short cut or a stepping stone. Oh, I know they're not gonna succeed, at least most of them won't, they'll all be like Mr. Waterbury soon enough, most of them, anyway. But they won't mind it. They'll find something else, and they'll be happy, because they had their chance. Because it's one thing to muff a chance once you've had it... it's another thing never to have had a chance. His name's already on the door.



15 Eylül 2016 Perşembe

The Palm Beach Story (1942, Preston Sturges)


The Palm Beach Story'yi izlerken "1942'de bunlar söylenebiliyor muydu" diyerek şaşırdığım yerler olsa da bir erkeğin zekasıyla, bir kadınınsa ancak fiziğiyle bir yerlere gelebileceği teması şaşkınlığımın ömrünü epey kısalttı. Buna rağmen, izlediğim dördüncü filminde Preston Sturges'ın komedi anlayışını benimsemeye başladığımı hissediyorum. Yazdığı (ve sonra yönettiği) senaryolarda döneminin normlarına meydan okuyan pek çok unsur, geçirilen pek çok laf var. Hatta diyalogların bu denli hızlı akmasının nedeni dönemin tarzının yanı sıra biraz da geçirdiği lafları arada kaynatmakmış gibi geliyor. Kaçırıp geri döndüğüm yerler oluyor. Kaçırmayıp yakaladığım halde sırf çok iyi yazmış olduğu için geri döndüğüm yerler de oluyor. Preston Sturges'ı geç buldum ama iyi ki buldum.


Tom Jeffers (Joel McCrea) ve Gerry Jeffers (Claudette Colbert)

Filmin konusu kabaca şu: Sınıfının üzerinde bir hayat süren evli genç bir çift var (Sullivan's Travels'dan Joel McCrea ve Capra harikası It Happened One Night'tan Claudette Colbert). Adamın bir projesi var ama parası yok. Kadın bir şey yapmıyor, o yalnızca güzel olmakla iştigal. Beş yıl boyunca adam ha başardı ha başaracak diye beklemiş, kocasını da seviyor ama bir noktada canına tak ediyor ve evi terk ediyor. Bir kadının bir adamı terk edişi bu kadar mı dramasız, hatta bu kadar mı absürt derecede komik anlatılır. Komikten kastım buz kutusu Joel McCrea'nin kadının arkasından koşarken donsuz kalması veya merdivenlerden yuvarlanması değil (McCrea'nin gözü yuvarlanmayı kesmemiş de Preston Sturges bir şey olmayacağını göstermek için önce kendisi yuvarlanmış!) Aslında komediden başka bir şey bu. Onlarca yüzlerce yıldır dram biçiminde aktarılmış durumları iyi bir mesafeden, serinkanlılıkla seyredip ele almak yaptığı şey. Kalemi de çok kuvvetli olduğu için tadından yenmiyor.




Film, evliliği ve boşanmayı çok hafife aldığı gerekçesiyle sansürün pek hoşuna gitmemiş. Hatta aslında filmin adı başta Is Marriage Necessary? (Evlilik Gerekli Midir?) imiş! Bence sansür iki baş rol oyuncusu arasındaki kimyadan da fazla hazzetmemiştir. Tesadüf olduğunu düşünüyorum ama yine Claudette Colbert'in oynadığı It Happened One Night'ta (1934) olduğu gibi bu filmde de zerre çıplaklık veya o denli direkt bir referans olmadan seyirciye müthiş bir cinsel enerji hissettiriliyor. Bunu yalnızca Joel McCrea'nin devadamlığı veya soğuk güzelliğiyle açıklamak imkansız. Capra da Sturges da cinsel çekimin basit mekaniğine hakim yönetmenler. 



Gable ve Colbert'in öfleye pöfleye oynadığı fakat sonra 5 Oscar'ı ve en önemli 5 Oscar'ı (En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo&Uyarlama) kazanan It Happened One Night'ta Capra, Colbert ve Gable'ın birlikte uyumak zorunda kaldıkları ("Clark Gable ile aynı odada uyumak zorunda kalmak" anlatım bozukluğu) odanın ortasına perde çeker. Hiçbir şey olmaz. Öte yandan, Gable faktörünü kesinlikle göz ardı etmeden perdeye hakkını teslim etmek gerektiği kanaatindeyim. "Dişe dokunur" hiçbir şeyin olmadığı bu sekans, bugün dahi, gördüğüm en seksi sekanslardan biri. Aslında bunu filmin tamamı için söylemek mümkün. 


Clark Gable ve Claudette Colbert Frank Capra'nın It Happened One Night'ında (1934). Direnmek anlamsız, tekrar izlemek için ölüyorum. Ayda bir kere izleyebilirim sanırım. 

Sturges'a dönecek olursak, yönetmenlik işinde biraz mükemmeliyetçi olduğu söyleniyor. Genel çekim içine sinmeden yakın planlara geçmiyormuş. Fakat asıl yazdığı senaryolar konusunda çok titiz olduğunu okudum. Oyuncu tek bir kelimeyi bile değiştirse bütün sahneyi baştan çekiyormuş. Bu filmdeki roller doğrudan belirli oyuncuların üzerine yazıldığı için çekimler çok rahat geçmiş. Bir tek Claudette Colbert'in rolü Carole Lombard için yazılmış fakat Lombard çekimlerin öncesinde bir uçak kazasında öldüğü için rol Colbert'e verilmiş. Lombard'ı bu rolde rahatlıkla düşünebiliyorum. Kaldı ki senaryoda vurgulanan göz kamaştırıcı güzellik Colbert'ten ziyade Lombard'da mevcut. Clark Gable'ın büyük aşkı.

Clark Gable ve Carole Lombard

Onun dışında Sturges The Maltese Falcon'ın (1941) yıldızı Mary Astor'la biraz sıkıntı yaşamış. Astor yıllar sonra "Bana göre değildi" diye yazmış çünkü Sturges'ın istediği tarzda konuşmayı kıvıramamış. Seri, tiz, uçuşkan. Bana kalırsa gayet iyi kıvırmış ama evet, bu rol ona ait değilmiş gibi.


Mary Astor, Humphrey Bogart'la The Maltese Falcon'da (1941)
Sağda, bir yıl sonra The Palm Beach Story'de.















Neyseciğime, Geraldine veya Gerry (Claudette Colbert) eşinden kaçarken "güzel bir kadın tek kuruş harcamadan istediklerine sahip olabilir" noktasını kanıtlamasına son derece uygun bir şekilde bir vagon dolusu milyoner amcanın arasına düşer. O trende John D. Hackensacker III de seyahat etmektedir ve adı, John D. Rockefeller'ın yandan yemiş versiyonudur. Hatta filmdeki yatının adı 'The Erl King' aslında "oil king" (petrol kralı) şeklinde telaffuz edilmektedir. Sonuçta Standard Oil'un sahibi Rockefeller bir petrol kralıdır. 


Filmde Rudy Vallee'nin söylediği şarkı.

John D. Hackensacker'ı dönemin radyo yıldızı Rudy Vallee oynuyor. Hatta en başta tüm senaryo onun üzerine yazılıyor. Şöyle ki, Preston Sturges bir gün sinemaya gidiyor fakat bir saat erken gelince bir önceki seansın sonunu izlemeye koyuluyor. O film de bir Rudy Vallee filmi. Gelgelelim Sturges filminde Rudy Vallee'yi oynatmak konusunda Paramount'u zor ikna ediyor çünkü Vallee ne kadar büyük bir radyo yıldızı olursa olsun daha önce çektiği filmler hep fiyasko olmuş. Neyse ki stüdyo ikna oluyor ve hatta Vallee'nin Sturges filmindeki performansı üzerine onunla kontrat imzalıyor. 

Director cameo: Preston Sturges, Colbert ve Rudy Vallee yattan indikten sonra Colbert'in eşyasını taşıyan adam rolünde. 


Boyu biraz kısa geldi ama yüz tutuyor. Valizleri taşıyan, yönetmen Preston Sturges.

Filmde anlam veremediğim tek şey Toto adlı tipti. Karakter değil, komik desen değil, hiçbir şey değil. İllaki bir yerde gereklidir, sonunda çok acayip bir şey yapacaktır diye bekledim ama hayır. Belki gerçek yaşamdaki birine göndermeydi, belki de sırf beklenti yaratmak için yaptı Sturges. Anlayan olursa bana da desin.


Soldan sağa Joel McCrea, Mary Astor, Preston Sturges, Claudette Colbert ve Rudy Vallee.

Bu defa kendime engel olmayıp filmden birkaç alıntı paylaşacağım (Alıntıları alırken evli çiftin adlarının birlikte Tom&Gerry olduğunu fark ettim. Resmen iki günümü aldı, Umut olsa şak diye fark ederdi):

Wienie King: Cold are the hands of time that creep along relentlessly, destroying slowly but without pity that which yesterday was young. Alone our memories resist this disintegration and grow more lovely with the passing years. Heh! That's hard to say with false teeth!

***

Tom Jeffers: So this fellow gave you the look?
Gerry Jeffers: At his age it was more of a blink.
Tom Jeffers: Seven hundred dollars! And sex didn't even enter into it, I suppose?

Gerry Jeffers: Sex always has something to do with it, dear.

***

John D. Hackensacker III: You don't marry someone you just met the day before; at least I don't.

Princess Centimillia: But that's the only way, dear. If you get to know too much about them you'd never marry them.


9 Eylül 2016 Cuma

The Great McGinty (1940, Preston Sturges)

İlk uzun metrajlı komedi senaryosu Easy Living'i 1937'de yazan ama aslında 1932'den beri yönetmenlerin senaryolarını "mahvettiğinden" yakınan Preston Sturges bir gün Paramount'a, o güne dek stüdyo sisteminde görülmemiş bir teklifte bulunur. O sırada adı The Biography of a Bum olan The Great McGinty'nin senaryosu için stüdyodan yalnızca 1$ talep eder ve karşılığında filmi yönetmesine izin vermelerini ister. Senaryo o kadar iyidir ki Paramount bu cüretkâr teklifi kabul eder. "Bum" sözcüğü Avustralya'da kötü bir anlama geldiğinden filmin adı değiştirilir, ayrıca 1$ ayıp olacağından Sturges'a 10$ takdim edilir. Böylece perdede ilk defa "Written and Directed by" ifadesinin ardından yalnızca tek bir isim görülür: Preston Sturges. Dolayısıyla Özgün Senaryo dalında Akademi Ödülü kazanan en ucuz senaryo ünvanını da kapmış olur.
Paramount adama gıcık mı olmuş nedir, bir afiş bir filmi bu kadar mı anlatmaz be kardeşim.

McGinty için siyasi hiciv denilebilir. Film kısa bir yazıyla açılır (bu adam seyirciye mektup yazmayı, tatlı sürprizler yapmayı seviyor). Yazı,"Sahtekarın talihsizliği bir delilik anında düzgün iş yapmaya çalışması, düzgün insanın talihsizliği de bir delilik anında sahtekarlığa soyunmasıdır" minvalindeki ana fikri verir ve Rick'in Yeri'ni anımsatan bir sahneden Rick'in Yeri yanında batakhane gibi kalan bir bara gireriz ve alışılageldiğin aksine bu defa barmen anlatmaya başlar, biz dinleriz. Gerçi Casablanca'da (1942) da dinlediğimiz Rick'in hikayesiydi...neyse. 

Hikayesini geri dönüşlerle anlatan McGinty bir belediye başkanlığı seçim gecesinde seçim kampanyası nedeniyle kurulan çorba standından diğer evsizler ve muhtaçlarla birlikte çorbasını aldıktan sonra olay örgüsünü başlatan teklifle karşılaşır. Belediye başkan adayını "destekleyen" bir patronun adamları çorba alan yoksullara, seçim sandığına gidip başkası adına oy kullanmaları karşılığında 2$ vermektedir. Ay adeta batının ahlaksızlığı.


McGinty, patrona "o eli bir indir" demeden az önce.

McGinty fırsatın ucunu bir kere yakaladıktan, arkasına da patronu aldıktan sonra onu kimse tutamaz.


"Yav hee he."












Sağ omzunda durup ona çocuk işçiliğinden, gecekondu mahallelerinden, işçilere köle gibi davranan işyerlerinden bahseden bir kadın hariç. İşin doğrusu insan 1940 yapımı bir Hollywood komedisinde çocuk işçiliğinden bahsedilmesini beklemiyor. Güncelliğini koruyan bu sistem sorununu doğru-yanlış ekseninden çıkarıp çözümün karmaşıklığından dem vurmasını ise hiç beklemiyor. Ama zaten Preston Sturges filmlerinde hiçbir şey beklendiği gibi olmuyor.




Burada bir kez daha sığ iyiler ve sığ kötüler yoktur. Herkes içinde her şeyden biraz barındırır. Sistem de onları işine geldiği müddetçe içinde barındırır, semirtir, işi bitince de bir muz cumhuriyetinde sürgün eder. "Saçmalama, Frank Capra filminde yaşamıyoruz!" der film. Hatta André Bazin, Preston Sturges için "anti-Capra" demiştir. Capra'nın Mr. Smith Goes to Washington'ı (1939) namuslu bir adamın çürümüş bir sistemi düzeltebileceği mesajını verirken Sturges bu mesaj karşısında "Bir yürü git!" der. Tam öyle demese de bir sistem sorununun bir, iki veya üç kişiyle çözülecek iş olmadığını söyler. Elbette karizmatik lider ve kurtarıcı figürlerin baskın olduğu coğrafyamızı kocaman bir Capra-land gibi düşünmek mümkün. Hain Sturges. 


Mr. Smith yeldeğirmenlerine karşı

The Great McGinty Preston Sturges'ın gedikli oyuncu ekibini görmeye başladığımız bir film. Her filminde "aa bu şeyde de yok muydu?" dedirten oyuncuların yanı sıra bir de bu "cockeyed" sözcüğüne takıntılı olduğunu düşünmeye başladım. O dönem mi çok revaçtaydı, yoksa adamın favori sözcüklerindendi de punduna getirip kullanmaya mı bakıyordu bilmiyorum. Üç filmde de geçiyor, hatta Sullivan'ın final repliğinde geçiyor. 


Brian Donlevy (1901-1972)
Akim Tamiroff (1899-1972)




Başroldeki Brian Donlevy'yi ilk defa görüyor olmama çok şaşırdım. Pek latif bir bey kendisi. Kesinlikle ilk defa görmediğim Akim Tamiroff da bir harika. Sturges Tamiroff'un replikleri üzerinden sisteme yardırıyor. Ayrıca Sturges'ın senaryoyu gerçek olaylardan esinlendiğini söylemeye gerek yok sanırım (adıyla sanıyla biliniyor esinlenilen gerçek olayların kahramanları). Yani oluyor böyle şeyler. 











The Great McGinty çok düşünmeden önerebileceğim filmlerden biri. Yazık ki otuz yıl önce "ah evet, cık cık cık" diye izleyebileceğimiz bir filmken bugün en hafif tabirle naif kalıyor. Elbette naifliği Sturges'ın tercih ettiği anlatımdan, janr olarak komedi yapmasından da kaynaklanıyor. Yoksa bugün hâlâ başvurulan voliyi vurma, köşeyi dönme tekniklerini 75 yıllık bu filmde de görebiliyoruz. 


Preston Sturges
Preston Sturges'ın henüz üç filmini izlediğim için biraz erken olabilir ama bu adamın Hollywood'un en iyi komedileri arasında sayılan filmleri beni güldürmekten ziyade içimi acıtıyorlar. Bunun sebebi muhtemelen bir seyirci olarak içinde yaşadığım ortam ve bu ortamın algımı şekillendirme biçimi. Yine de Sturges'da acımı paylaşan bir şey var. İşin içinden çıkamayıp "lan ne boktan iş be!" diyerek ince bıyığının altından gülümseyen tavrını seviyorum galiba. Müstehziliğini herkes benim kadar sevmeyebilir ama senaryolarındaki zekayı herkesin takdir edeceğini düşünüyorum. 


Brian Donlevy & Muriel Angelus

ilginç trivia: 

-Sturges, formalite evliliği yapan McGinty'nin bu formaliteyi kullanarak eşine yanaşmadığını seyirciye göstermek zorundadır. Evliliğin üzerinden altı ay geçtikten sonra adam kadınla konuşmak için odasının kapısını tıklatır, "girin" sesi duyulur ama adamın açtığı kapı dolap kapısıdır. Yani öyle böyle yanaşmamıştır, yakınından bile geçmemiştir. Seyirciye mesaj verilmiştir. Sansürün altı kuru ve mutludur.