29 Haziran 2011 Çarşamba

Apartman Toplantısı

"İyi madem, bundan da eksik kalmayayım" diye kalktım gittim. Nitekim bu da bir yönetime katılım biçimidir. Sonradan söyleneceğine kalk da sorumluluk al. "Nasıl olsa" ve "bir şekilde" kabul edilemez. Al sana praksis. Kıçını kaldırıp bir şey yapmaktan âlâ praksis mi olur!


Doktora tez önerimde, devletin siyasi geleneği kendisine yönelik gelişen siyasi aktivizmin yapısını belirler gibi -eminim benden başka kimsenin aklına gelmemiş!- bir kelam ediyorum. Mevzubahis siyasi geleneğin sadece aktivizm değil bir çok alanda tezahürleri olacağını beklemek de yine eminim benim gibi akıllılara mahsustur. Öte yandan bu apartman toplantısındaki naçiz katılımcı gözlemimi -bağımsız olabileceğini zinhar düşünemeyeceğim halde- yalnızca devletin siyasi geleneğinin bir tezahürüne indirgemek büyük haksızlık olur. Toplum kavramının varlığı bir ön kabul olmak üzere, bu toplumun gerçekten çok belirgin bazı özelliklere sahip olduğunu bir kere daha gördüm. Çömez bir sosyolog olduğum gerçeğini göz önüne alırsak, görmelere doyacağımı da pek zannetmiyorum. 


Akşam 8:30'daki toplantıya sırf ilk olacağı için ürkekliğimden 10 dakika geç gittim. Topu topu 7 kişiydik zaten. Fakat ben gelene kadar yeni yönetici ve denetçileri seçilmişti bile. Bir vekilim olduğunu da böylece öğrenmiş oldum. Hatta 70-80 yaşlarındaki bu self-proclaimed vekilim amca yeniden yönetici seçilmiş. Ben intikal ettikten sonra alınan bir kaç kararla birlikte bunun da altına ve yanlış yazılan ismimin altında bana ayrılmış o güzide yere imzamı attım. İmzalar atıldıktan sonra birer ikişer kalkıldı. Çay mı güzel gitti, yoksa sahiden apartman teyzesi mi oldum bilmiyorum, ben kaldım. Şimdi düşünüyorum da içgüdüsel bir şey olmalı. Zira son kalanların dedikodu yapacağı gün gibi aşikardır ve ben dedikoduyu sosyolojik olarak çok ciddiye alırım. 


Tarz olarak Cafer'i aratmayan kapıcımız H. Teyze'yi de yandaş bellediğimden olacak bir elimde anahtarım, bir elimde telefonum, ayağımda terlikler, daha önce hiç gelmediğim bu evde bacak bacak üstüne atmış, köşeme oturmamış resmen kurulmuştum. Kendimi nasıl kaptırmışsam "ay hadi bir tane daha içeyim" demem yetmezmiş gibi "size zahmet olmasın" diyerek ev sahibesini mutfağa kadar takip edip kendi çayımı kendim bile aldım. İşte bundan sonraki bir kaç dakika boyunca H. Teyze, ev sahibesi ve ben, kendimizi beylerin muhabbetinden soyutlayıp uzun uzun "kritik" yaptık. Bir saat içinde ne kadar yüz bulmuşsam, "kritik?!" diyerek gülmeyi ve hatta güldürmeyi başardım. "Atma ablacım, dedikodunun adı ne zamandan beri kritik oldu" dememe ramak vardı ya, economy of words candır. 


Bundan sonrası muhteşem. Toplantı da yönetim de öyle doğru ki bir ben mi eğri kalacağım dedim. Eksik kalanın canı çıksın dedim. Kızım ayşec., sen bu toplumun yetiştirmiş olduğu bir kadınsın. Bir elinde anahtar, bir elinde telefon, küçükken anneannenin günlerinde gördüğün hanımefendiler gibi usturupluca da bacak bacak üstüne atmış, ayağına büyük gelen terlikleri sallanmadan tutabilen bir teyzesin şu an. Yardır git, neyin eksik. "Benim üst komşum da..." diye başlayan cümlemin başına "ayol" koysam giderdi. Öyle bir edayla aldım sazı. Neticede dedikodu, bir kadının yetkinliğini diğer kadınlara kanıtlaması gereken alanlardan biridir. Gene de suyunu çıkarmadan, işi cazgırlığa vurmadan, "isteyince ben de yapabiliyorum ama yaptırmasanız daha iyi" mesajını verdikten sonra çayımdan bir yudum daha alarak sustum. 


Televizyonda NTV haberin açık olması, daha kapıdan içeri girdiğim an er ya da geç ve iyi kötü bir siyaset muhabbeti döneceğinin habercisiydi. İşte o zaman kesin tüyerim diyordum ama tüymek bir yana hinliğimden muhabbeti kendim açtım: "Bahçeli de Gül'le görüşmeyi reddetmiş". Lafı ortaya attıktan sonra hanımlarla gülüşmeye dalmışken "siz ne düşünüyorsunuz" sorusunun gelmesi ve "dinlemiyordum" dediğim halde özet geçilip, sorunun yeniden yönlendirilmesi "hiç germedi" dersem yalan olur. Muhabbetin daha en başında siyasi tercihler ortaya konmuş olsa da neme lazım. CHP-AKP ekseninde kalsa iyi, bağımsızlar konusu tehlikeli. Nitekim H. Teyze'nin tüyler ürpertici kimi yorumları karşısında sessiz de kalamadım. Cafer Teyze ben öyle çıkışınca üstelemedi. 


Hülasa, çaylarımızı höpürdeterek bir demokrasi piyesine daha seyirci kalmış olduk. Benim bulunmadığım 10 dakika içinde değil, çok daha öncesinde, denetçiyle eski yönetici arasında karar verilmişti yeni yöneticinin kim olacağına. Halihazırdaki yöneticinin evine gelir gelmez de bu bir seçim sonucu gibi lanse edilmiş ve bu ön kabulle devam edilmişti toplantıya. Vekilimin, ilkokuldaki yaramazlıklarımı anlatarak vermeye çalıştığı "ben bu kızın cemaziyülevvelini bilirim" pası tribünlerdeki havaya bakılırsa gol olmamıştı. Evet bir dönem ilkokula gitmiş ve kimi yaramazlıklara imza atmış olabilirim ama şimdi 26 yaşındayım ve -en azından şu tabloya bakarak- asıl temsili demokrasinin yaramaz olduğu kanaatindeyim. Zira, kapalı kapılar ardında önceden yapılan seçimlerin altına imza atmanın neresi demokrasi, neresi yönetime katılım bilmiyorum. Tek yol devrim mi ne. 



1945 yılı Aralık ayının dördü

İlk göz göze geldiğimiz günkü elbiseni çıkar sandıktan, 
giyin, kuşan, 
benze bahar ağaçlarına... 
Hapisten 
          mektubun içinde yolladığım karanfili tak saçlarına, 
kaldır, öpülesi çizgilerle kırışık beyaz, geniş alnını, 
böyle bir günde yılgın ve kederli değil, 
                                                  ne münasebet, 
böyle bir günde bir isyan bayrağı gibi güzel olmalı Nâzım Hikmetin 
          kadını... 



(Piraye için Yazılmış Saat 21-22 Şiirleri’nden)



(Turgay Fişekçi. Nâzım Hikmet: Yaşamöyküsü. Aralık 1997. Kavram Yayınları: İstanbul. Sayfa 39)


Nazım’ın en sevdiğim şiirinin altına en sevdiğim fotoğrafını koymak istedim. İnternette aradım bulamadım, ben de taradım koydum. Bu fotoğrafta hasta yatıyorlar, grip dağıtmış ikisini de ama ayıramamış. Yüzlerine vuran ateşi bu siyah beyaz fotoğraftan seçebildiğime inanıyorum nedense. Nazım’ın hep bir nizam içinde duran kıvır kıvır saçları dağınık; Piraye, bu halde fotoğrafının çekilmesinden epey hoşnutsuz olacak ki objektife bakmamış bile. Nazım, 1945’in 8 Ekim’inde yazdığı mısraları gerçekler gibi: “Çekilmez bir adam oldum yine: uykusuz, aksi, nâlet.” Piraye de az huysuzlanmamıştır muhakkak ama böyle bir adamın çekilmezliği herkesinkini bastırır.

Kendimi, kendimi bildim bileli Piraye’yle özdeşleştirmemin tek sebebi beyaz, geniş bir alnı ve kalın bilekleri olması değil. Benim hep biraz utanıp sıkıldığım bu özelliklere methiyeler düzen bir adam tarafından sevilmesini oldum olası kıskanmışımdır da. Fakat beyaz, geniş alnımız, kalın bileklerimiz veya -birinin kadını olmamız sebebiyle değil, ne münasebet!- ne zaman bir isyan bayrağı gibi güzel olunacağını bilmemizden de öte böyle zor bir adamı bunca sevmiş olmasından dolayı özdeşleştirmişimdir kendimi. Hikayenin bundan sonrasında ayrılıyoruz, o ayrı.

Nazım Hikmet, magnum opus kabul edilen kitabının başında da;

“Hatice, Pîrâye Pîrâyende.
Doğum yeri neresi,
kaç yaşında,
sormadım,
düşünmedim,
bilmiyorum.
Dünyanın en iyi kadını,
dünyanın en güzel kadını.
Benim karım.
Bu bahiste
            realite umrumda değil…”

diyerek ona ithaf eder Memleketimden İnsan Manzaraları’nı. 


27 Haziran 2011 Pazartesi

Alo! Anne Ben Aşık Oldum!

Bunun orijinali “alo, abi ben aşık oldum”. Annemin de arkadaşım gibi sükunetle “kime” diye sorması benden hala ümitli olduklarını gösteriyor ama doğru soru zamiri “kime” değil “neye”. Mimar Sinan’ın Fındıklı kampüsüne aşık oldum.


Bugün doktora başvurusunun son günüydü ve beni gereksiz bir stres sarmıştı. Tez sürecinde bile ülsere çevirmeyen gastritimin şu başvuru döneminde birkaç level atladığından hiç şüphem yok. Kasıp da veremediğim kiloları oturduğum yerden ve hominide gırtlak (pufidi kandil tumba yatak) yiyip içmeme rağmen şakır şakır verdim. Anasını satayım, gören de Columbia’ya başvuruyorum sanır! Olsun, bir Fındıklı kampüsü gerçeği var.

Sosyal bilimler enstitüsüne gerekli evrakları bırakmak için gittiğim Fındıklı’dan girdiğim hızla çıkıp evimin oradaki bölüme de evrak bırakmam, böylece son gün son saatlerinde de olsa şu başvuruyu tamamlamam gerekiyordu. Ne mümkün. Girişim ayrı çıkışım ayrı tören, kendi içimde tabi. Ya hatta girişim olsun da çıkışım olmasın oradan. Yani olsun tabi, diplomamı versinler de sonra beni gömsünler oraya. Aşiyan da güzel, Aşiyan’ın yeri ayrı tabi. Kaç ay oldu oraya da gitmeyeli, ben bir Aşiyan’a gideyim. Olmadı suya serpsinler beni Fındıklı’dan. Adı bile güzel, fındık shot’ı çağrıştırıyor.

Bir kere okula elimi kolumu sallaya sallaya girmek bir lütuf. ODTÜ’ye girene kadar adamdan kan getirirler. Kampüsü kastediyorum ama çift anlamlı da düşünülebilir pekala. Binaya girdim ama orada herhangi birine “merhaba, ben 18 yaşındayım. Resim bölümünü kazandım. Hayatım boyunca bunun hayalini kurmuştum” desem inanmayacak adamın alnını karışlardım. Öyle titriyorum heyecandan, öyle parlıyor gözlerim. Çok geçmeden iç sesim başladı car car ötmeye: Aptal! Aptal! Bok vardı sosyoloji okuyacak. Doyamadın bir de master yaptın, şahtın şahbaz oldun. Kendini bildin bileli girmek istediğin okul burasıydı senin. Hayallerinde yalnız burası vardı. Dönüp dolaşıp geldin işte. Geldin ama nereye, sosyal bilimler enstitüsüne! Allahım ben ne yapıyorum, ne sosyolojisi, ne doktorası! Senin bilimle ne işin olur lan. Benim ait olduğum yer burası, hep burasıydı. Şimdi böyle gelmek ne acı. Keşke girseydim o yetenek sınavına. Sandığım kadar yetenekli değilmişim deseydim en azından. Böylesi daha kötü. Yapabilirdim ama yapmadım demek. İnsanın hayallerini hatırlaması ne korkunç. Hem de unutmak için bu kadar çaba sarf etmişken.

Kendimi adeta söktüm oradan. Beşiktaş’a geldim. Başvurumu tamamladım. Nasıl bir heyecan kapladı içimi, anlatamam. Ben üniversiteyi özlemişim. Akademinin hastasıyım zira.

Üsküdar Amerikan’ın kampüsüne ilk girişimi anımsadım. Bahçesi büyülemişti beni. Yedi sene sonunda evimden de evimdi o büyülü bahçe, o tarihi binalar. Kestane ağaçları…ODTÜ’ye ilk girdiğimde kestane ağaçlarına takılmıştı gözüm. Lisemizin bahçesindeki gibi ama çok daha fazla. Amma büyük gelmişti, kaybolurum ben burada demiştim. Yuh, içinden otobüs geçiyordu okulun! Bir yedi senemi de orada bıraktım. Aşık olduğum sabah çıplak ayaklarımın beni götürdüğü yer bölümdü. Bir elimde bir el, diğer elimde ayakkabılarım. Benim evim ODTÜ’ydü, bölümdü, bu adamdı benim evim. Tepeden tırnağa aşka kesmiştim.

Kendimi garip hissettim bugün, aldatır gibi. Aldatmadım oysa. Yo hayır, benim bağlanma sorunum yok. Çok bağlanma sorunum var. Ve işte gene başlıyoruz. Gecikmiş hayallerimin kıyısı da olsa vurdum ya, dönüp dolaşıp vardım ya.

Vurdum da vardım mı acaba? Yani alırlar mı ki beni? Yazılı kolay, tez önerimi yazmakta ne var. Döşerim bile. Peki ya mülakat? Marx, Durkheim, Weber’e yani A’ya B’ye C’ye yeniden bir dönüp bakmak lazım. Sonra metodoloji… programın adında var, ona da bir göz atmak iyi olabilir. O değil de kitap yazılmış önerdiğim tez konusu üstüne. Ne o şaşırdın mı? Bir akıllı benim mi sandın şabalak?! Demek ki kolpa molpa değil, basbayağı giderli konu bulmuşum işte. Baktım gitmiyor, beni AİHS, beni ifade özgürlüğü paklar. Hukukçu babanın hukuk sempatizanı kızı. Eh olsun o kadar. Ben bir yeni yuvama yerleşeyim, bir yerimi bileyim de… akademi aç kollarını, sensiz olmuyor.

                                                                           *  *  *


 Tabi ki oradaydık. Kimin ahlakı genel ahlak diye sormak için. Baskı şiddet ahlaksa, ahlaksız olduğumuzu belirtmek için. Aşk, örgütlenmek olduğu için. Yanıma limon almayı ihmal ettiğim ilk yürüyüş, biber gazı yediğim ilk yürüyüş oldu. Gazın hedefindekiler aramıza katılmış, destek vermeye gelmişlerdi çünkü. Şişli'de yaşanan devlet teröründen kurtularak gelen ve gelir gelmez de o her zamanki gülümsemesiyle bayrağın bir ucundan tutan Sırrı Süreya Önder ve Ertuğrul Kürkçü'yü seçebildim ama çok, çok kişi vardı.


Hem değil biber gazıyla; tankla tüfekle, ağır sanayi hamlesiyle gelseler bile kim karışabilir ki kimin kimi sevip, kimin kimle sevişeceğine. "Velev ki ibneyiz!"


24 Haziran 2011 Cuma

Bile Bile Lades


Atıyorum, hayatımda kilometre taşı teşkil edecek bir olayın adresi, tarihi ya da saati söylenmiştir. Unutabilirim, unuturum. Gündelik konuşmaları analiz etmek için kendiliğinden verdiğim dikkatin onda birini bu cinsten grande mevzulara versem ajanda kullanmak zorunda kalmazdım. Geçen gün yine bir arkadaşımla konuşuyorduk, ilişkilerinin hep “bile bile lades” olduğunu söyledi. Yani adam üzecek mi darlayacak mı hepsi baştan belli ama değil mi ki “aşk 42 numara ayaklarına, daha büyüğü olmadığı için aldığın 41 numara topukluları acı çekeceğini bile bile giymektir.” Ben bunu “small giyen insanın sadece medium'u kalan ürünü ‘her halükarda benim olacaksın’ diyerek almasıdır (bedenime uymayabilir ama ruhuma her zaman)” şeklinde düşünmüştüm. İşimiz gücümüz olmasa, akşam başladığımız bu “bence aşk…” geyiğine sabaha kadar Şıpsevdi sakız ikilisi olarak devam edebilirdik (bir aylak madamlık anımızda değerlendirelim derim bu malzemeyi).

Benim ilişkilerim “bile bile lades” değildi diye düşündüm. Ben bilmiyordum. Daha başlarken sonunu düşünüp tasalanmak (ya da ferahlamak?!) gibi huylarım vardı ama öngörüm sıfırdı. Bundandır ki az ve öz olan ilişkilerimde bodoslama tarzı hakimdir. “Aaa elimi tuttu lan? E iyi madem”. Sonra ne oldu nasıl oldu bilmiyorum (yalan, elbette biliyorum ama aşikar etmek saygısızlığa girer) bilmeye başladım. Acı çekerek öğrenir insan diye belletmişti bana acı veren ilk adam. Bu acımasız yargısını hiçbir zaman sevmesem de doğru olduğunu öğrenmek zorunda kaldım. Aşağı yukarı 2 yıl önce bir ayma geldi: Bunun üstünlük kompleksi var; bunun aşağılık kompleksi var; bu kitap okumamakla övünüyor; bu okuduğunu anlamıyor; bu her şeyi anladım sanıyor; bu –de’leri –da’ları bitişik yazıyor; bunun saçı kısa; bu çok tıfıl; bu daha aşk acısı çekiyor; bu fazla hassas ve kırılgan; bu 7/24 depresyonda; bu ne sağcı ne solcu, bu baya futbolcu; bu ergen; bu andropozda; bu piçim sanıyor ama havada karada… nadiren de olsa hiçbir kulp bulamadığım hatta hayranlıktan elimin ayağıma dolaştığı da oldu benim. Bir sefer. O zaman da bu adam beni niye seviyor ki diye işkillendim. Ne kendime ne ona güvendim. Ölümden korktuğu için intihar edenler misali kendi ipimi kendim çektim.

O gün bugündür, her şey pek bir “aklımda!”. “Lades!” dedirtmedim kimseye. Yani hiç bile bile lades olmadım. Aklım ermeye başlayalı beri bildiklerimi aklımdan hiç çıkar(a)madım. İyi güzel, “sil baştan başlamak lazım bazen” de nasıl silip ne kadar baştan alabilir ki insan? Belki de aşk, bile bile ladestir?

Bir ademoğlu karşımıza geçip durduğunda göz kararı demografik özelliklerini çıkarırız önce. Sonra üstü başı ele verir tarzını. Tüketim alışkanlıklarını, jestlerini mimiklerini inceleyip çözümleriz. Neyi nasıl ele aldığı duruşunu ele verir. Siyasi görüşü ve dini inancının ana hatlarıyla belirginleşmesi en fazla yarım saat sürer. Etrafa bakışı, kendine bakışı, karşısındakine bakışı, bir şeylere uzanışı, biriyle konuşması, yürümesi, gülmesi, sigara yakışı… ve çok daha fazlası, yani her şey datadır. Mesleki deformasyon mu? Belki. Bunu geri almanın bir yolu olduğunu sanmıyorum. Çok nadir anlarda silikleşebiliyor yalnız, “neyse ne” diyebiliyor insan. İnsan dediğim kadın, çünkü “insan kadın olunca her şeyi unutur yüreğinin içindekinden başka.” Her şeyi unutur ama her zaman unutmaz. O -gönüllü mü istemsiz mi bilmiyorum- unutuşlara da “lades!” denir zaten. Çözümlemeyi bıraktığımız an çanlar bizim için çalmaya başlar. O yüzden bırakmış görünür ya da gerçekten bırakmayı isteriz ama bir eşikten sonra insanın kendini koruma mekanizması güvenlik seviyesine abanıyor adeta. Ve yalnızlık, tercih edilebilir bir şey haline geldikten sonra bunu geri çevirmek git gide zorlaşıyor. Kazandım kaybettim derken bir de bakmışsın, kasa her zaman kazanıyor.

Ladesim lades olsun mu? 

"Ucube"



23 Haziran 2011 Perşembe

Adalet derken?

Bu aralar sabah 5-6 gibi yatıp öğlen 12-1 gibi kalkıyorum. Bildiği tanıdığı tek düzen kendi düzeni olan insanlara ters gelse de, bir düzenlilik arz ettiği için bu da bir düzendir. Hatta dün gece mojito ve uyku hapıyla sekteye uğratmaya çalıştım biraz ama bana mısın demedi. Zaten sonra kafamda kurup eğlendim: bir gün alkolle uyku hapının dozunu ayarlayamayıp uyuyacağım diye yanlışlıkla ölsem ne komik olur. Baya saçma olur. Ölünün arkasından “mal!” da denmez, intihara yorarlar kesin. Gerizekalı olarak hatırlanmaktansa böylesi işime de gelebilir. Zamanında ergen bir ruh fakat profesyonel bir üslupla kaleme aldığım mektup da on numara delil teşkil eder. Düşündüm de güncellesem fena olmaz. Uyku hapı satın alma fobimin özünde bu tatlı küçük potansiyel yatıyordu aslında, haptan değil kendimden korkuyordum. Şimdi pek öyle bir ihtimal görmüyorum. Alkolle alıyorum dediğim de doktor arkadaşımın gözetiminde. “Alıyorum bak, ölmeyeyim sonra?” Yoksa bende o göz var mı kuzum, aşk olsun.

Diyeceğim bu değildi, tabi ki saptım. Diyeceğim o ki öğlen 12-1 gibi kalkıp bilgisayarı açıyorum. Arkadaş listem sağolsun, sadece Facebook’ta paylaşılmış bağlantıları takip ederek bile ülkenin gündeminden haberdar olmam mümkün. Ona ek olarak oradan buradan okuduklarım neticesinde de bir tablo çıkıyor karşıma. Ben her sabah (öğlen) bu tabloya uyanıyorum. Daha gözlerimi açıp da mahmurluğumu üstümden atana kadar bir bakıyorum ülke karışmış. Her gün aynı şey. Gündemin sakin olduğu tek bir gün yok. O kadar şeyin arasında buna mı takıldın diyebilirsiniz ama ekşi sözlük yazarlarının ifade vermeye çağrıldığını okuyunca başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Fettucine’ye ilan-ı aşk eden Sinan Çetin kadar tesir etti neredeyse. Bu ve bunun gibi bir takım bazı şeyler işte. Çüş desem tesiri yok, eeh desem gönül razı değil.

Bugün ilk defa güzel bir haber vardı gündemde: Hüseyin tahliye olmuş. Burnumun dibindeki Beşiktaş Adliyesi’ne gidip de bu sevinci paylaşamadığım için biraz homurdandım ama bunun hiçbir önemi yok. Hoş, buna da “adalet yerini buldu” denmez ki. Böylesine adalet bile denmez. Dört duvarın içinden çıkmış olmasına sevinebiliyorum ancak. Yok yere yattığı o bir buçuk yılı şimdi kim geri verebilir Hüseyin’e?

Böyle bir ülkede, bu gündemin ağırlığını sırtlamadan bir şeyler yazmak, herhangi bir şey yazmak bile o kadar zor ki. Magazin gazetecileri bu işi nasıl yapıyor diye merak ediyorum bazen. Yersiz hatta irrasyonel bir düşünce elbette. Bu düşüncenin ucu kendime de dokunuyor: Nasıl hala başka şeyler düşünebiliyorsun diye cırlıyorum kendime. Yani bana kalsa “bir dakika, her şey çok saçma ve çok boktan” diye sıkı yönetim ilan edeceğim. Yaz geceleri, rakı, balık, aşk filan hep yasak olacak. Bu sefer hepten boktanlaşacak hayat. Ona da hayat denirse. Belki de böyle tutunmaya çalışıyoruz. Yaz gecelerinde rakılı dost sohbetleriyle, aşkla sevdayla… yani bir şekilde. Bana kalsa “önce politika” deyip geri kalan her şeyi donduracağım. Hayatı kompartmanlara ayırmak mümkünmüş gibi. Politika, ekonomi ve toplumsal ayrı gayrı var olabilen şeylermiş gibi. Oturup sabahtan akşama kadar sadece politika tartışsak memleket kurtulurmuş gibi. Memleketi kurtarmak da göreceli halbuki. Kimine göre kurtarma; öbürüne göre terör, istismar, kara propaganda.

Hem…aksesuar gibi demokrasimiz var, neyi tartışıyorsun? Yavaş tartış. Meclise girecekmiş? Yavaş gir. Girebilsen de sokmazlar ama “tek yol sokak” deyince de kızarlar. Medyaya ne demeli? Ben kısacık ömrümde bu kadar küçüldüğünü görmemiştim. Gazetelerin televizyonların haberleri veriş şekli mide bulandırıcı. Ah benim demokrasime…

Utanıyorum doktora konusundaki endişelerimi dile getirirken. Utanıyorum içimden aşk hakkında, sevmek hakkında yazmak gelince. Hele ilişkiler hakkında geyik yapasım tutunca… Her şey bitti bu mu kaldı ayşec. diyorum. Memlekette her şey bitti; bir senin doktoran, bir senin tam takır kuru bakır gönlün kaldı değil mi diyorum. Her dert bitti de bu yaz balkonunda ağız tadıyla bir rakı içememiş olmak kaldı, öyle mi? Ama işte…hiçbir şey bitmiyor ki be. Bitmesini beklesek ömür geçer. Bir şey yapmalı, orası muhakkak. Herkes kendi meşrebince, ben kendi meşrebimce. Bir yandan da yaşamak, sevmek filan lazım be. Öfkeyi, nefreti üslup bellemiş eli kanlı insanların inadına bir ideoloji gibi sevmek, isyan gibi aşık olmak lazım. Öyle bir iktidar dönemindeyiz ki nefes almak bile direniş sayılır. Bana sensiz cennet bile…neyse.

O yüzden utanıp sıkılmayı bırakıp, bildiğim gibi yazmaya devam edeceğim. Değil mi ki bize göre aklımızın alabildiği, gözümüzün görebildiği her şey politiktir ve güç ilişkilerinden müteşekkildir. Özgürlüğün sınırlarının, üstünlük kompleksinden mustarip 15-20 takım elbiseli/cübbeli tarafından çizilerek her geçen gün biraz daha daraltıldığı bir ülkede hoşa gitmeyen fikirler dile getirmek, rahatsızlık vermek bir nevi erdemdir. Sizin alınız al, yemedim. Morunuz mor, yemedim. Tanrınız büyük, inanmadım. Siz kimsiniz ki benim dengemi bozacaksınız. 

Aşk derken?


22 Haziran 2011 Çarşamba

Mağdur

Sol üst balkondaki iki ablaya...

Canlarım, sevgili üst komşum ve yan komşusu abla;
İyi arkadaş olduğunuzu anlıyorum. Bütün gün balkondan balkona birbirinize çığırmanızdan eşşek olsa anlar zaten. Bir kat üstümde oturuyorsunuz, demek ki bende avuç içi kadar olan Boğaz manzarası sizde baya baya kartpostal kıvamında. Bu manzaraya karşı rakı içmeseniz apartman yönetimine bizzat şikayet ederdim zaten. İçiyorsunuz da, âlâ. 
Bir ihtimal ufak çapta bir sofra donattınız kendinize, yahut da mütevazı bir çilingir sofrası. Çatalın tabakta çıkardığı sesten ortamda en azından beyaz peynir olduğunu düşünüyorum. Bu da âlâ.
Muhtemelen üşüdünüz çünkü hava serin ve birer şal aldınız üstünüze. Belki ince bir triko, emin değilim. Işıkları da açmamışsınız sivrisinek gelmesin diye, belki bir ya da iki mum yakmışsınızdır.
İki saattir Zeki Müren dinliyorsunuz. Sevmeyen ölsün, diyecek bir şeyim yok. İçlenip içlenip eşlik ediyorsunuz. Neyse ki sesiniz pek fena sayılmaz, buna da şükür. Ara ara çevirip aynı şarkıyı dinlemeniz biraz kabak tadı vermişse de gıkım çıkmaz. 
Fakat... şu kadehleri biraz sessiz tokuşturun bre allahsızlar! İnsan yaşıyor lan burada, benim de canım var lan! 
Yaz geldi geçti kimseyi toplayamadım şurada, bir sofra donatıp da "rakıları alın gelin" diyemedim. İçim yanıyor, içim! Balkonu bir güzel yıkadım, masayı sandalyeleri attım ama ağız tadıyla bir rakı içemedim arkadaş. Bir Zeki Müren'e hasret kaldım. Ben bu balkonu kuşlar sıçsın diye silmedim huleyn! Ben bu masayı sandalyeyi yaz yağmuru yiyip yiyip şişsinler diye almadım, onca kat taşıyıp buraya koymadım! 

Mağdurum. 




***


Niyet mektubu beklesin, ben niyeti bozmuş rakımı koymuşum. Yanına biraz kiraz. Balkona çıkmış, ışığı açmamışım. Şarkı söyleyen kadınların Zeki Müren'in sesine karışan seslerini dinliyorum. Biri unutmak için sevmemiş, onu anladım bu gece. Bir yudum da ben alıyorum.

19 Haziran 2011 Pazar

Erik, Kiraz, Halhal

Püskevitin kreması varsa, dramanın kraliçesi var! Son yazdığım sümüklü yazıyı delikanlılık edip silmeyesim tuttu ama nefret de ettim. Her şeyim drama anasını satayım! Aşkım drama, yalnızlığım drama...işim gücüm, tezim bile drama! Tez olsa gene iyi, tez önerim. Bir türlü bir halt öneremediğim için dramatize ettim onu da o kadar. Ama sonra ne oldu, iki saat hönküre hönküre ağladıktan sonra pırıl pırıl oldu kafam. Word'le pek seviştik bu gece, arkası yarın. Olmazsa da olmaz, ölüm mü var ucunda! Kendi dark'ımdan sıkıldım be. Az öteye kay da diyemiyor ki insan kendine. Müebbet çekeceksin haspayı. Öf bi' git!


Ne Haziran'mış, git git bitmedi. Onu yaz, bunu yetiştir. Daha da çeviri vardı, kaldı, aklım orada bir yandan. O Temmuz hele bi' gelsin...o bi' gelsin hele... İstanbul Leyla görsün, paso içeceğim. Öyle içeceğim ki yıllar sonra sorarlarsa "2011 Temmuz mu? Hatırlayamadım" diyeceğim. Tinercilikse tinercilik (bkz. sokakta içmek), yalın ayaksa yalın ayak arşınlamak İstiklal'i. Halhalım hazır zaten, saçlar da hazır oldu mu... tek eksiğimiz buz gibi bira. 


Paramız olursa güzel yerlere de gideriz. Olmazsa gitmeyiz. 


Kız haklı, 4 sene olacak bu yaz. Tam 25 gün sonra 4 sene doluyor. Ben de az manyak değilim ama bir kendine zararlı işte. Akmaz kokmaz bir ayşec. 3'ten sonra saymak anlamını yitirdi biraz. Anlamını yitiren onca şeyin yanında saymak anlamlı bile kalıyor aslında. Martı sesleriyle bir sabah daha sıçtım mavisine çalıyor. "Bu gece bu şehir bana dar" diye yazdım ya dün... Doğru, dar... Dar ama benim. 


Erik çekirdeğiyle kiraz sapı sektirdim bugün. Keyiflendim. 





17 Haziran 2011 Cuma

istemiyorum

dolar, dolar, dolarsın da biri "neyin var" deyince açarsın ya muslukları, öyle.


minik mor menekşem öldü diye ağlayacaktım az kalsın. aptal kuşlar kendi gibi küçük saksısını devirince bir de, onu öyle balkon fayansına dağılmış topraklar içinde görünce... çiçeği öldü diye ağlar mı insan? ağlamadım. sadece başucuna ilişip izledim biraz. üzüldüm. ölmüştü zaten, kıyamıyordum.


akşam saat 11. taksiden indim. dış kapı, merdivenler, kapıyı açtım, kapadım ve yere düşmek istedim. bir anda tükendi bütün gücüm. alkol de yok, neye bok atacağım? durumun bütün şımarıklığı üstüme kalacak. açıklamasız, savunmasız, "ama"sız, "çünkü"süz... oturdum, bir güzel ağladım. gözüm falan dolmadı, insan gibi ağladım.


kimseyi uyandırmadan ağlama çabasında daha da ağlatıcı bir şey var. ilgi beklemiyorsun, şefkatten geçmişsin. tek istediğin içindeki şu yumruyu dışarı atmak. artık o her neyse, her kimse o. 


bu doktorayı da, bu yalnızlığı da istemiyorum. öyle ki başıma ağrılar giriyor istememekten. ikisi için de vargücümle uğraşıyorum oysa. bu doktoraya girmek için, bir yandan üç beş kuruş kazanmak için, yalnız kalabilmek için deli gibi çırpınıyorum. ağrıyan başım değil kanatlarım da olabilir. melek benzetmesi yok, olsam olsam kuş olurum. kuş beyinli melek saçma olur çünkü. 


telefonda bir erkek sesi "sevgine öyle ihtiyacım var ki" diyor. sevgim? benim bir sevgim vardı. kimi kadın çok güzel hünkarbeğendi yapar, ben çok güzel severdim. benim de ihtiyacım var mı acaba? bunu düşünmemek için değilmiş gibi bunca çaba... yok.


bu gece bu şehir bana dar. bu beden, bu hayat, yetişmesi gereken bu kağıt parçaları. hiçbirine sığmıyorum bu gece. aklım az ama kimselere yetmez sevgim, herkese fazla. bir çığlık atayım da kendi çığlığımın kuyruğuna tutunup uzaklara gideyim istiyorum. 


her şeye öfkeli, herkese kırgın gibiyim. sanatçıyım deyip sıyrılacaktım ne güzel, onu da olamadım. sosyologlar delirmez mi kuzum? biz de az manyak değiliz. boşuna dememişler: düşün düşün boktur işin. az bile demişler, bombok üstadım.


göğsüm sıkışıyor, daha genç değil miyim bunun için? nefes almak zorlaşıyor, gözlerim doluyor ama yeter, ağladım bitti. kimse görmese bile utanıyorum ağlamaktan. asıl bu utanmaktan utanmalı insan. ne vakit böyle salaklaştım ki ben: her şey ayıp, her şey zayıflık. 


bir dur demeseydi, senin için üzülüyorum demeseydi arkadaşım, belki bu kadar dağılmayacaktım. insanın kendi için üzülmesi en yorucu spor, bir mükafatı da yok. halbuki doktoranın sonunda dr., işin sonunda tl veriyorlar. en güzeli. 


baş ağrımı anlatabilmek isterdim. isteksizlikten ağrıyor resmen; başarısızlıkla aramdaki mesafenin azlığından, hırsımdan. mutsuzluğumu da ihmal ediyordum ne zamandır. gönül koymuş, acısını çıkartıyor şimdi. öldüreceğini bilsem gene yüzüne gülerim.


bir dursam ne olacak? ben duracağım, hayat gidecek. en iyisi akıntıya kapılmak. durup düşünmek iyi değil. "beter ol" diyorum bazen içimden. insan kendini bu kadar mı sevmez. halbuki nasıl da dünyayla barışık bir çocuktum... artık değilsin işte, topla gel.


bazen olur böyle (ah bu savunmaya geçme cümlesi). insanlık hali işte, durduk yere dağılır insan (durduk yere?). koşturmak, yorulmak, sıkılmak, bunalmak, baş ağrısı... hatta ağlamak. ağlamak bile insana dair. keşke olmasaydı. başım daha çok ağrısaydı ama ağlamak olmasaydı. 


hiçbir şey yapmak istemiyorum ve bundan utanmak bile gelmiyor içimden. 


istemiyorum.


o kadar. 





16 Haziran 2011 Perşembe

"I couldn't help but wonder..." Bok var çünkü!


 Doktorayı boş verip “I couldn’t help but wonder…” diye başlayan yazılar yazmaya versem kendimi? Boş işler başkanı çakma Carrie Bradshaw’luğa soyunsam? Doktora yaparak dünyayı kurtaracağım sanki!

Arkadaşımla buluşup bir kahve içtik diye hemen havaya girdim. 1.5 yıldır ilişkisi olmayan adamdan ilişki gurusu da olmaz ki birader. Aman sanki Carrie’nin merhemi vardı başına sürmeye. Pekala da “biz biliyoz da mı oynuyoz” olabilir köşemin adı. Asıl hani geçen gün dedim ya “her şey yalnızlıktan” cümlesi her ifadenin sonuna uyuyor diye. Bugün de her şeyin sonuna “bok var çünkü” iliştiresim var. Doktoraya başlıyorum. Bok var çünkü. Biz ayrıldık. Bok var çünkü. Biz çıkıyoruz. Bok var çünkü. Biz ayrıldık. Ben demiştim.

Mesele sadece aşk da değil. Biz bi’ bilemedik. Biz bi’ bilemiyoruz. Hatun 27’sine gelmiş mesela, yapmak istediği işin bu olduğundan emin değil. Bir diğeri onlarca ilişki yaşamış, hala ne istediğinden emin değil. Sürekli sorguluyoruz, elimizde değil. Bok var çünkü. Yani en azından bu ucu boklu, onu biliyorum. Diğer ucu hakkında bir şey diyemeyeceğim, bize o konuda bir bilgi ulaşmadı. Sorgulamakla mutlu olmak arasında ters orantı olduğuna göre biz hiç mutlu olamayacak mıyız?

“Çok zekiyiz de hep ondan…” gibi bir durum yok. Belli ki pek zeki sayılmayız. Yeteri kadar zeki olsak nerede analitik olup nerede olmamamız gerektiğini bilirdik. Yeteri kadar zeki olsak “yaa ne tatlısın” ya da “haklısın hayatım” demeyi bilirdik. Adamların gazını almak yerine gaz vermeyi bilirdik. Bilirdik, biz de bilirdik ama…biz onu bi’ bilemedik.

En severek takip ettiğim blogların birinde şu yazıyor: “Erkeklere harcadığım vakti ilime yatırsaydım, mutfak aletleriyle atomu parçalamıştım.” Parçalardı da, eminim. Benim mesela saç maşasıyla Ay’a gitmeme az kaldı. Kadın haklı hanımlar beyler… Aşktı püsürdü derken ömür geçti resmen. Günler geçmiyor da yıllar geçiyor. Biz hala ne evli ne ilişkide, 7/24 çelişkide mode on. Bok var çünkü. Çelişkisi bile kalmadı esasen, sıfırlayınca pırıl pırıl oldu. Bu duruma gönlü elvermeyen Don Kişot’lar da oldu, olmadı değil ama Her Aşkın Sonu Hüsran Partisi her seçimden tek başına iktidar olarak çıkmayı başardı. Metüst’ün tabiriyle “git… yine git/ ne olursan ol yine git” diyen bezgin Mevlana’ya döndüm resmen. (Mevlana’ya dönmek de garip bir ifade oldu. Hani o da dönüyor ya, ben de ona dönersem güneş sistemi gibi oluyoruz.)

Atom parçalamak demişken, atom parçalamadım ama geçen gün bir Newton yasasıyla spesifik bir tür aşkı açıkladım. Hardcore sosyal bilimci bir kişi olarak fiziği geyiğe alet etmekten gurur duymadım dersem yalan olur. Elim değmişken doktoramı da aşk üstüne mi yapsam? (Öyle acayip bir bilim dalıyız ki sahiden de var böyle bir şey.) Tutunamasam da en azından tezini yazdım derim. Bolca felsefe, bir tutam sosyal psikoloji ve bir ton edebi metin gerektirir o da. Kim uğraşacak. Sevgi emekti de doktora başka bir şey miydi sanki! Sahi ben ne yapıyorum ya? Bu sualle de sorgulama döngümde başladığım yere vardığıma göre doktora stresi başlasın!

15 Haziran 2011 Çarşamba

Uğur'lu Gece

Yok artık, ergenliğin bu kadarı da fazla diyerek uçurdum son yazımı. Kendi ellerimle kendimi Tarkan görmüş şabalak genç kız pozisyonuna düşüremem. Yani düşürürüm de bunu kimsenin bilmesine gerek yok. "Oha amma salağım" diye ballandıra ballandıra anlatma isteğim bazen karşı konulmaz olsa da karşı koymalıyım. Sonra "valla anlattığım kadar aptal değilim" desem kim inanır? (Valla değilim!)


Güzelliklere karşı duyarlıyım diyelim. Dün o yüzden biraz heyecanlanmış olabilirim. Biraz? Dog Whisperer'daki neşeli köpekler gibiydim be! Beni yerimde zıplayıp el çırpmaktan alıkoyan tek şey ise yaşımın 26 olmasıydı. Çıtır desen değil orta yaş desen değil, saçma sapan bir yaş. Garson boy gibi bir şey, uygun davranış kalıbını kestiremiyorum bazen. Davranmıyorum ben de. 


Dün yaşadığım o an da bir kitlenip kalma, nasıl davranacağını kestiremeyince davranmama anıydı işte. Adriana Lima'nın masanıza gelip ateş istediğini ve sizin, kadının yüzüne bile bakmadan, "sigara kullanmıyorum" dediğinizi düşünün. Öyle bir an. Hayat bana beklediğimden fazlasını verince bu fazlalıkla ne yapacağımı bilemeyip saçmalıyorum resmen. Çok bir beklentim yoktu. O sadece dursun, ben uzaktan izleyeyim öyle. Yan masamızdaki arkadaşının yanına uğradığında bize de rakısını uzatarak şerefe yapması filan... bunlar beni aşar, nitekim aştı. İnsanda öyle göz olur mu ya? Hadi oldu diyelim, insan insana öyle bakar mı? Tanrı var mı lan yoksa?


Adam zincirleme reaksiyon başlattı resmen. David Tennant'a, hatta Oleg Menshikov'a duyduğum aşk da kabardı. Ben aşk mı dedim? Estetik beğeni. Gerçi Oleg'in yaşlanışından memnun değilim. Yıllanmak yaramadı ona. O gülen gözlerin feri gitmiş resmen. Göz dediğin zeytin gibi olacak, ışıl ışıl gülecek. Gerisi boş, vallahi boş. Gülmek sadece bir kas hareketi olmamalı. Gülen insan, içini ısıtmalı insanın, bir gülüşüyle yaşamayı sevdirmeli. Öte yandan somurtmak yakışıyor David Tennant'a. İçini kasvet kaplamıyor insanın. Yeni oyununda bol bol somurtuyordur, eminim. Benedick ve Beatrice'in birbirlerine aşık olduklarını anlayana kadar süren sözlü kapışmaları epey şiddetli geçer çünkü. 


İnsan insanı beğenir canım, ne var bunda bu kadar utanacak. Bir özür dilemediğim kaldı. Ergenlikse ergenlik arkadaş, adamı görünce elim ayağıma dolaştı. Gözlerimi alamayıp salak gibi yakalandım bile. Yıllar önce İstiklal'de yine böyle göz göze gelmiştik. O hatırlamaz tabi, ben hatırlarım. Ben biriktiriyorum o anları. Adamla göz göze olduğum saniyeleri ucuca ekleyip küçük bir mutluluk inşa ediyorum arka bahçemde. Kaçak inşaat. Sis ve Gece'yi almıştım ta ne zaman da hasedimden izleyemedim hala. Öyle o derece.


İşte böyle sayın okuyan. Aptal mıyım akıllı mıyım bir emin olabilsem ben de rahatlayacağım. Arada akıllıymış gibi konuşup yazdığım oluyor, öyleyken seviyorum kendimi. Hep öyle akıllıymış gibi kalmak istiyorum ama çok sürmüyor. Halbuki bu ara çok ihtiyacım var aklıma. Birkaç gün içinde bir doktora tez önerisiyle gelmeliyim. Bir konu buldum ama muallaktayım. Fikri olan? 



13 Haziran 2011 Pazartesi

Yaptıklarınız Yapacaklarımızın Teminatıdır

                      Aynı anda aynı seçim sonuçlarını izleyip içim sıkılıyor demişizdir. #seçim2011


13 Haziran Türkiye’si diyorlardı, uyandık. Aynı güneş, aynı deniz, aynı taş toprak. 13 Haziran Türkiye’sindeki tek kaygım bir doktora tez konusu bulup önerisini yazmak için çok az vaktim kalmış olması. Kendi küçük dünyam ve kendi küçük derdim. Tabi dün sinek gibi NTV ekranına yapışmış bir yandan da Twitter’ı yoklayarak sandıklar açıldıkça gelen seçim sonuçlarını izlerken hiç bu kadar soğukkanlı değildim. CHP’nin milletvekili sayısını artırmış olması, hala çok yetersiz olmakla birlikte kadın milletvekili sayısındaki artış ve özellikle de bağımsızların mecliste bu denli yüksek bir sayıya ulaşmış olması güzel. AKP’nin oylarını artırmasını bekliyordum ama %50 psikolojik sınırımı biraz zorlamış olacak ki açılan son sandıktan çıkan son oya kadar gözüm yüzdelerdeydi. Nitekim %49’u görünce %50’yle aralarında dağlar varmış gibi rahatladım. Sayılarla aram iyi değildir, rakamlar şu yaşıma gelip de çözemediğim bir alfabe ama %49-%51 psikolojisi sandığımdan çok daha yerleşikmiş aklımın gerisinde.

Meşhur balkon konuşmasına kadar çok da karartmamaya çalıştım yüreğimi. Hatta geçenlerde okuduğum AKP İktidar Olmalıdır başlıklı yazıyı getirdim aklıma: “Bir çok alanda, başta sanayi ve konut sektörü olmak üzere, çok büyük sorunlar giderek yumak haline geliyor. İçinde insan olmayan, gösterişe yönelik akıl almaz savurgan bir yatırımlar dönemi yaşadık. Limanlarımız dahil yine büyük bir hoyratlıkla elden çıkarıldı. Kısacası, gelecek ağır krizi hiçbir biçimde karşılayamayacak bir ülke tablosu önümüzde. Şimdi AKP yarattığı bu korkunç tabloyu başka birilerinin kucağına bırakıp kaçmamalı.” Yazının başlığıyla müsemma önerisi hariç her satırına katılmıştım. Ancak görünen o ki yazarın istediği oldu ve –benim açımdan iyimser- tahminlerinin aksine AKP üçüncü kez tek başına iktidara geldi. Bize de ceremesini gene bizden başkasının çekmeyeceğini bilerek oturup bu ucube iktidarın kendi kendini yemesini izlemek kalıyor.

Dedim ya balkon konuşması canımı sıktı biraz. Nasıl sıkmasın ki? “Yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatı” ne demek? Sıçtık, şimdi sıvayacağız demek. Dozunu giderek arttırdığı ve milliyetçilikle harmanlayıp modası hiç geçmeyen Türk-İslam sentezine dokuduğu dini diskuru karşısında kanım donuyor. Bir de ne olur, çok rica ediyorum, beni kucaklamasın. Düşman kuvvetlerin askerleri tarafından tecavüze uğruyormuş gibi hissettim kendimi. Kendi seçmenleri için Weber’in karizmatik lider kategorisine giriyor olabilir ama ben kendisini zerrece karizmatik bulmuyorum. Ayrıca, balkondan “inşallah, maşallah, eyvallah” ile bezediği “liberté, égalité, fraternité” nutukları attığı sıralarda polisinin Diyarbakır’da, Şırnak’ta, Siirt’te kutlama yapan insanları “kucaklama” haberleri sosyal medyaya ulaşmaya başlamıştı bile. Bu durumda kendisinin karizmatik olduğu kadar sözünün eri ve tezcanlı olduğunu da düşünebiliriz belki?

Hakkını teslim etmek lazım, popülizm konusunda inanılmaz başarılı buluyorum AKP’yi. Muhafazakar bir iktidar partisinin popülist politikalarında ya da sosyal hizmetin yerine sosyal yardımı koymasında yadırganacak bir şey yok. İçindeyken yani dayattıkları hayatı yaşarken soğukkanlı bakmak zor olsa da bir adım geriye atarak bakmak bile yetiyor, kendisinden tam da bekleneceği gibi hareket ettiğini görmeye. Siyaset kitaplarında okutulsa yeridir, öyle güzide bir örnek. Öte yandan muhalefetin hali içler acısı. Son dönem sosyolog eli değen CHP’nin bundan sonra çok daha somut ve isabetli sosyal politika önerileriyle geleceğini düşünsem de –özellikle de genç- seçmen kitlesi hakkında bu kadar umutlu değilim. Daha doğrusu yeterli bilgi ve birikim edinmeden, yok denecek kadar az gelişmiş bir eleştirellik ve onun yerine giderek güçlenmiş bir güdümlenmeyle gözünü açar açmaz gördüğü ilk makbul ideolojiye tutunan hiç kimse için fazla umut beslemem. Her seçim sonrası gerek Aziz Nesin’in kemiklerini sızlatarak olsun, gerekse ülkeyi terk etme planlarıyla olsun insanını büyük bir hevesle aşağılamaya koyulan kimselerin bu güruha dahil olduklarına dair güçlü şüphelerim var. Hayatlarında oturup birkaç Aziz Nesin kitabı okumamış olduklarına dair şüphelerim ise çok daha güçlü. Müstahaktırcı solculara da aşağı yukarı aynı mesafede kalmayı yeğliyorum.

Belki tezini yazmış olduğum için buna inanıyorumdur, belki de buna inandığım için tezini yazmışımdır ama halk, iktidar partilerinin zannettiği kadar bile aptal değildir. En başta halk, senden benden başka bir şey değildir. Bu yüzden de halkım/halkımız söylemi oldum olası irkiltir beni. “O halk da sen kimsin pırasa?” diye sormak isterim. Kendini aydın olarak tanımlamak, kendini herkeslerden ayrı –ve tabi ki üstün- bir yere koyma refleksini de beraberinde getiriyor olmalı. Bu tongaya düşmemek için zaman zaman ben de kendimi çimdikliyorum, bunda utanılacak bir şey yok. Fiziksel olarak düşündüğümüzde bile insan bir noktada durup bir yöne bakabiliyor ancak. Algısını eğitmek kendi elinde olmakla birlikte kısıtlı. O yüzden, “benim gibi düşünmeyen insan yanılıyordur” inancını çok da hor görmemek lazım. Elimizdeki malzeme bu. İnsan.

Öte yandan bu, hiçbir aşağılamayı meşru kılmaz. Hepimiz kendi doğrularımız ve yanlışlarımız çerçevesinde bir yaşam sürüyoruz. Benim için ideoloji, dünyada durduğum yerdir. Oradan bakınca görebildiğim kadarıdır, yani tanımı gereği kısıtlıdır. En geniş görüş açısına sahip olmak adına dünyanın en yüksek dağına çıkıp kendi etrafımda bir tam daire çizsem de kürenin öbür ucunu göremem. Dünya düz değil, gerçeklik de öyle. Dolayısıyla seçmenlerin %49.9’unu, %25.9’unu, %12.99’unu ya da %6.65’ini beyinden yoksun addetmeden evvel durup düşünmemiz, kendi okumamızın geçerliliğini sorgulamamız gerektiği kanaatindeyim. Direniş gösterilmeyen bir iktidar mümkün olabilir mi? Karşıtları kadar yandaşlarının da direnişini kastediyorum. Ya gözümüzün seçmeye alışık olmadığı direniş biçimleri varsa ve biz sırf bu görüş eksikliğimiz yüzünden iktidarı mutlak, insanları aptal, kendimizi de çok akıllı sanıyorsak?  Ne de olsa tek bir iktidar, tek bir direniş ya da tek bir akıl yoktur. Nasıl ki binlerce kişinin katıldığı bir protesto yürüyüşünün tek bir medya kanalında bile haber olmayışı o yürüyüşün gerçekliğini eksiltmez; dile gelmemesi, adı konmaması da türlü çeşit direniş biçimlerinin gerçekliğini eksiltmez.

Toplum, sadece demografik özelliklerine ya da seçmen yüzdelerine bakarak hakkında ahkam kesebileceğimiz bir nane olsaydı sosyoloji diye bir disiplin olmazdı. Adını toplum koyuvermiş bulunduğumuz bu nane içten içe kaynar. Kendi yolları, kendi yöntemleri vardır ki sorsan söyleyemez, şudur diyemez çünkü kendi de bilmez. Bir çömez sosyolog olarak ben toplumu en çok bu yüzden seviyorum. Derya içre olup deryayı bilmeyen balık olduğu için, ve bunu hiç tuhaf bulmuyorum. Akrep gibi, serçe gibi, midye gibi, sönmüş bir yanardağ ağzı gibi, hele de koyun gibi olduğunu düşünmüyorum. Ortada bir kabahat varsa onu birbirimize atarak düzeltemeyeceğimizden ise eminim. 


12 Haziran 2011 Pazar

“Du Bakali N’olecak?”

İyi Pazar’lar, güzel hatıralar dilemiş okuyucusu olduğum bir blog. Anne tarafımdan aldığım genetik kodumu seveyim, sıradan bir günüm flashback kolajı gibi geçtiğinden daha bir sevdim bu dileği. Dertlerimin dünya tarihi içinde kapladığı yeri fark ettiğim gün geldi aklıma. Çocuğum daha. Gene aşığım tabi, ölüp bitiyorum. Çok acı çekiyorum, çok, öyle böyle değil. Tam da o sıralar devrim tarihiyle mi tanışıyorum, dünya tarihiyle mi ne, feleğim şaşıyor. O ilk farkındalık anını hiç unutmadım: Savaşlar, devrimler, katliamlar oluyor bu dünyada. Bense sümüklü oğlanın teki beni sevmiyor diye kendimi yerden yere atıyorum. İnsanlık tarihi nitelik olarak da, nicelik olarak da dehşete düşürüyor beni, zaten küçüğüm iyice küçücük hissediyorum kendimi (Hele Deniz'lerin varlıklarını bir halkın bağımsızlığına armağan etmiş olmaları karşısında oturup ağlıyorum). Bu küçüklük hissini lehime kullanmayı öğrenmeye çalıştım zaman geçtikçe. Dert edindiğim şeyleri aklımın alabileceği en geniş bağlamların içine oturtarak düşünmek ve silkinip kendime gelmek için çaba sarf ettim. Anneannesinin Ayşe’si işte... Bir şeyi dert eder, büyütür de büyütürüm içimde. Bir anlamı varmış gibi.

Son birkaç haftadır seçim yüzünden gerginim. Bunu mu dert ediyorsun da diyemiyorum kendime. Kelebek kadar ömrüme doğrudan sirayet edecek olmakla birlikte hayatımdan çok daha büyük bir şey bu ve etki etme olanağım çok kısıtlı. Kaşeyi basınca gerginliğim de biter sandım ama sonuçlar belli olana kadar beraberiz, anlaşıldı. Daha önceki seçimleri hiç bu kadar içselleştirmemiştim. Belki de kendimi hiç bu kadar tehdit altında hissetmediğim içindir. O günleri yaşayan insanların ’80 sonrasıyla kıyaslayıp bugünleri daha vahim bulması daha da endişelendiriyor beni. Kendime yakıştırmakta zorlandığım derin bir öfke kök salıyor içimde. Katille katil olacak halim yok, kendimi yiyip bitiriyorum.

Mendil kadar olmadan zarfa girmeyen, çarşaf kadar oy pusulasında bağımsız adaylara lütfen ayrılan yeri görünce inanamadım. Halbuki iyiden iyiye zorlaştı bir şeylere inanamamak, “yok artık” demek. Misal, seçimden bir gün önce Ataşehir’de uçuşan mühürlü oy pusulalarının görüntülerini bile sükunetle izledim. Ne bir şaşkınlık, ne bir yadırgama. Bu halim(iz) beni asıl ürküten, bu kanıksayış. Estirilen bu “birinci belli, ikinci kim” rüzgarında serseme dönüp mutlak yenilgiye kani oluşumuz.

Ya bu diyardan gidecek ya bu her yanı eğri deveyi güdeceğiz, öyle mi? Bu bir seçim mi şimdi? Dincilerin tek partili iktidarının tek alternatifi milliyetçilerin koalisyonu mu (CHP-MHP-BDP)? (“Dinci” ifadesinden hoşlanmıyorum esasen, fakat daha sofistike bir tanımı da hak etmedikleri kanısına vardım artık.) Din ya da ulus ekseninde siyasete alternatifimiz gerçekten yok mu? %10 seçim barajının altında kalanın canı çıksın’la temsil edilmiş mi oluyorum? Peki 12 Eylül yargılanmış mı oldu şimdi? Siyaset sahnesinde insancıl bir insan görme özlemimizin tümünü Sırrı Süreya’nın omuzlarına yüklemiş olmamız ne kadar sağlıklı? Bu akşam neyle karşı karşıya kalacağız? CHP %30’u geçebilecek mi? AKP %50’yi bulacak mı? Bu eşek sudan artık gelecek ve bu deve bu diyardan artık gidecek mi?

11 Haziran 2011 Cumartesi

Ne Kadar Rezil Olursak O Kadar İyi

Bir ara kendimi kaybedecek kadar içmemi mutsuz olmama bağlıyordum. Ondan sonra çok mutsuz olmama bağladığım bir dönem var. Filmin koptuğu gecelerin ertesi fena sayılmayacak, az çok derinliği olan bir sebep bulmayı başardım hep. Film koptu, çünkü... Ayakta bile duramıyordum, çünkü... Evet sarhoştum, çünkü... İçtim ama bir sor neden içtim. Kendine saygısını kaybetmiş adam ne yapsın başkalarının saygısını. Gibi.


Bu sabah çok aradığım halde hiçbir neden bulmayı başaramadım. Dahası, önceki nedenlerimin de gayet anlamsız bir anlam arama çabasından ibaret olduğunu fark ettim. Bir tanesi fazlasıyla melodramatik olup gerçeklik payı taşısa da birini çok özlediği için aklını çıkarıp kenara koymaz insan. İntihar bile daha mantıklı. Edeceğimden değil de akıl bu, dönüp dolaşıp başına geliyor gene. Öte yandan, herkesin kısa yol tercihleri, kolaya kaçmaları vardır. Yok mudur? Vardır bence. Bu konuda ne kadar iddialı olsam da en azından bir mal ben değilim herhalde. Birine küsmeyi beceremeyip bütün bir şehre küsmeyi ya da birini içinden atmayı beceremediği için kendini olduğu gibi kaybetmeyi seçen kadınların hikayelerini hiç duymadınız mı? Oluyor böyle şeyler. 


Can Yücel'in Sevgi Duvarı'ndan "ne kadar rezil olursak o kadar iyi" sözünü çekip çıkararak şiar edinmiş de olabilirim. Dur bakalım ne kadar rezil kepaze edebilirim kendimi? Elimden gelenin en iyisi yapayım, mükemmel olsun. Özellikle sevdiğim insanlar şahit olsun ki artık sevmesinler beni. Gerçi o tam öyle olmuyor. Seven gene seviyor. "Aa ayyaş lan bu" deyip bırakıp gitmiyor kimse. Ya da ben biraz şanslıyım. Tabi şansımı zorluyor da olabilirim. Ama insanın hayatında "ayakta durmayı şu an bırakıyorum" deyip kendini kollarına bırakabildiği ve tutacağını, düşmesine izin vermeyeceğini bildiği insanların olması güzel bir şey. Sadece bedenini değil aklını da artık taşıyamayıp film kopması adını verdiğimiz küçük ve rezil kaçamaklar yaptığında aklın olmayı üstlenen insanlar olması ise en güzel bir şey. Nasıl bir güven. Ben artık bana katlanamıyorum, biraz sen devralır mısın demek gibi bir şey. Sana güveniyorum, bedenime de aklıma da zarar gelmesine izin vermezsin sen demek bu. Bunların kaçamak olarak kalmasında fayda var tabi. Sevdiğim insanlara eziyet etmek olur diğer türlüsü ki yapar, insan sevdiğine yapar, malum. Nasıl bir güven sahiden. Hem düşmene izin vermiyor hem de bütün rezilliğine kepazeliğine rağmen seviyor seni, yanında olmayı seçiyor. Ha yeni iş arkadaşları ya da müdavimi olunan meyhanenin sahibi bu kategoriye girer mi? Pek ümidim olmamakla birlikte ümit iyi bir şey. Seviyoruz, besliyoruz.


Ama anlam yok. Bir gün gene anlam arayışlarıma başlarsam bu yazıyı okuyayım: Ayşec., anlam yok. Sadece salaksın, hepsi bu. Aç karnına bir dünya shot'ın kokteylin üstüne "ay Cuma günü de hiçbir mekanda yer bulunmuyor canım" diyerek aklına meyhaneden başka gidecek yer gelmemesi başlı başına bir mallıkken bunu gidip bir de rakı içerek taçlandırmak gerçekten benzersiz bir şaheser. 16 desem değil, 26 yaşındayım ve insan gibi içki içmeyi değil de biraz salak olduğumu öğrenebildim ancak. Şansını zorlamaktan imtina etmeyecek kadar salak ama şanslı bir salak. 


Pek iyi olmadı yazı, en iyisi gel Ortaçgil dinleyelim...


Her daim demeyelim de ara sıra çokça diyelim. Seçimden hemen önceki yazım da bu, evet. Al bir rezillik daha. 

8 Haziran 2011 Çarşamba

Life's but a walking shadow

Aslında ne garip değil mi? Düşünerek yaşamaya devam edemeyeceğimiz düşünceler var; aklımızın gerisine fırlatıp atmazsak adım atmayı, yürümeyi bile bize unutturacak. Ucunda ölüm olan yollara göz ucuyla bakmak, bize “ucunda ölüm yok ya” demeyi öğreten. Yolun ucunda gördüğümüzü aklımızda tutarak yaşayamıyoruz. Her ölümde ya da ihtimalinde bizi dehşete düşüren şey kaybetme korkusu olduğu kadar kaybolma, yok olup gitme korkusu. Kendi yokluğumuzun aynadaki yansıması tüyler ürpertici. Arabesk şarkılar haricinde yaşarken ölemeyeceğimize göre, kaybetme korkusu aklın yüzeyine en yakın olan. Nasıl büyük ve çaresiz bir his, nasıl büyük bir çaresizlik. Oysa ki en ümitsizimizin bile gönlü elvermiyor çaresiz yaşamaya, tutunuyor. Biliyorum, insan, eksikliği üzerine kurar varlığını. Biraz buna benziyor kaybettikçe çoğalmamız. Evet, artıyoruz çünkü artmak zorundayız. Her kayıpta bir parçamızı bırakırsak çok sürmeden yok oluruz. Artmak, çoğalmak zorundayız. Yani gülmek, gülümsemek. Aptal bir gülüşümüz olsa bile gülmek. Başka çaresi yok. Başka türlüsü elimizde değil. Tanatos’la Eros’un savaşında son gülen hep Eros olduğu için hala buradayız.

Bastırarak yaşamaya çalıştığımız şeylerin hayatımıza en ilişkin şeyler olması ne garip değil mi? Belki de bizi biz yapan şeyler zaman içinde öyle ağırlaşıyorlar ki onları da kendimizle birlikte taşıyamaz, yerimizden kıpırdayamaz oluyoruz. Adım atabilmek şöyle dursun, mıhlanıp kalıyoruz olduğumuz yere, çöktükçe çöküyor, dibe battıkça batıyoruz. Çaresi yok, düşünmeyecek, böylece koparacağız o ağır düşüncelerin aklımıza bağlı iplerini. Küçük tatlı varoluşsal kaygılarımızın bizimle kalmasına izin vereceğiz sadece. Bir sabah bir de bakmışız, o atabilmek için nice düşünceyi geride bıraktığımız adım alıp kurtarmış, çekip çıkarmış bizi batmakta olduğumuz yerden. Atmak için uğruna aklımızın iplerini saldığımız adım alıp uzağa götürmüşüz bizi o ağır, çaresiz ve kasvetli düşüncelerden.

Peki o kadar düşünce nereye gider? Belediye toplamıyor ya bunları. Ya da sahiden gidiyorlar mı acaba? Yürüyerek uzaklaşabiliyor muyuz kayıplarımızın düşüncesinden? Bir ölüm bir ayrılık, öyle kolay bırakır mı yakamızı? En mağrurumuz bile merhamet dilenir bu acı karşısında. Yıllar önce ölen bir sevdiğiniz hiç gelmiyor mu aklınıza yolda yürürken ya da mutfakta, yemek yaparken? Bardağa su koyarken, koymayıp şişeden içerken ya da kapının koluna uzanırken? Ne kaybolup gitmiş ki boşlukta bu gitsin.

Bunu meslek edinmiş kimileri iyi bulmaz bir insanın eski bir kayıp üzerine durduk yere ağlamasını gün içinde. Oysa kimileri için eskimez bazı şeyler, sadece birikir. Ölümler, ayrılıklar ve aklınıza gelebilecek her türlü kayıp. Anahtar, cüzdan, çakmak…bir akraba, bir aşk, bir tanıdık. Gidenlerin hiçbiri geri dönmese bile bir ölümün çaresi yok. Tesellisi yok, telafisi yok. Bir yokluk ki hakkında yapılacak hiçbir şey yok. 


6 Haziran 2011 Pazartesi

Bile Bile

http://www.myspace.com/sibelgursoy/music/songs/bile-bile-s-z-m-zik-sibel-g-rsoy-55131440





Shakespeare'in en sevdiğim oyunu sahneye konacak da Benedick'i David Tennant oynayacak...benim rüyalarım bile bu kadar güzel değil be. Kenneth Branagh ve Emma Thompson'dan sonra başka kim oynasa homurdanırdım herhalde. Ayakta durma bileti de çok değilmiş aslında ama Londra'ya gitmesi dert şimdi. Hadi gittin diyelim, yağmurda taksi bulunmaz...da başka bir şey düşünemiyorum bunu öğrendiğimden beri. 




Rakı ve kadın...bundan bir iş çıkar ama tez mi şarkı mı emin değilim. Birlikte rakı içmeyi en çok sevdiğim insansın diyerek beni tahmin edebileceğinden bile çok onurlandıran arkadaşımı tenzih ederim fakat bu erkekler bizle kafa buluyor kuzum. Uydurmuşlar bir "rakının tadını kokusunu sevmeyen, rakı içemeyen kız" karakteri, bizi yiyorlar. Güya bir tarafımız kalkacak. Bir kere ben senin onayına kalmadım güzel kardeşim. Muhtemeldir ki senden evvel balık olmuşumdur şişede. Değilse de bizi bize mi kırdıracaksın ulan, bölücü müsün sen, amacın ne? Hem ben niye tanımıyorum bu mitolojik kızı, kim bu kız? Gerçi düşündüm de tanımayayım daha iyi. Mit olarak kalsın öyle, evlerden ırak. 


Bu ara ülke gündemi o kadar hararetli ki (neden acaba!) yazmam gereken raporlara odaklanmakta zorlandığım bir gerçek. Onun yerine sabahtan akşama kadar seçim üstüne yazılanları oku deseler, amenna. Neyse ki tez önerisi bulup yetiştirmekle meşgul olacağım iki hafta gelip çattığında seçim de raporlar da bitmiş olacak. Bugün Mimar Sinan'a gittim ilk defa. Doktoraya başvuracağım ya maksat ayağım alışsın. Yok canım, başvuruyla ilgili bir şey soracaktım. O kadar ODTÜ'lü olduktan sonra nasıl garip bir his anlatamam (anlatma o zaman)... Mimar Sinan'a ODTÜ'den çok evvel vurulmuştum halbuki, taa ortaokulda. Güzel sanatlar fakültesine tabi. Yetenekliydim, hazırlandım da. Sonra girmedim sınavlara, vazgeçtim. O kadar okudum, bari sosyolog olayım dedim. Şimdi dönüp dolaşıp bu kadar yolun sonunda Mimar Sinan'a varmış olmak acayip bir keyif veriyor. Beni alırlarsa tabi -ki alırlarsa çok sevinirim. Güzel sanatlardan seçmeli alabiliyor muyuz acaba? Alabilmeliyiz bence. Sınıf da neymiş, çıkmam ki ben o atölyelerden. Aman aç tavuk kendini resim atölyesinde sanırmış! Yoo, heykel de yaparım. Çırılçıplak heykeller hem de. 

Çok sinirliyim bu ara, gerginim. Yetişeceğini bildiğim halde yetişmemesinden endişe ettiğim şu raporlar, onlar bittikten sonra el atacağıma söz verdiğim çeviri, 27'sinde biten başvurular için elimdeki belgelere eklemem gereken bir niyet mektubu, bir referans mektubu ve bir tez önerisi -ki tez önerisi her şeyin başı... sonra bir de gidip deneme metni almam gereken şu yayınevi var. Bir de hiçbir şeyden eksik kalmayan varoluşsal sorgulamalar: Neden doktora? Bittiğinde 30 yaşında olacağım...yazıyla otuz. Hadi onu geçtim, neden? Nereden gelip nereye gidiyorum? Ne zaman düzenli bir gelirim olacak? Peki sırf saplantı haline getirdiğim bir hayal gerçekleşmedi/gerçekleşmeyecek diye mi istemiyorum yurt dışında yaşamak? Ne zavallıca tanrım, seni küçük böcek. Ya da mesela gelecek seneye kalsa doktora işi, bir sene geciktirsem, geciksem...ne olur? Başıma yıkılır mı küçük dünyam? Ben inanmam ki başarı ve başarısızlığa; keyfe inanırım ben, ve huzura. O zaman neden bu telaşım anlamıyorum ki. Bu kadar endişe, stres nereye varmak için? "...otuz, modern insanın kabusu olarak tasarlanıp kullanıma sokulmuş bir eşiktir. Otuzunda bulunduğun nokta, hiç kaçarı olmaksızın, böbürlenebileceğin bir hayat yaşayıp yaşamadığının birincil göstergesi olacak." demişim eski bir yazımda. İşte gene tam o kafadayım. Biri beni buradan çıkarsın. 


Çok sinirliyim dedim ya...ne güzel de elimi belime koyup kapısına dayandığım üst komşumdan çıkarıp rahatlayacaktım. Açmadı kapıyı. Korktu zahir. E ne de olsa fıçı gibi bir kız dayanmış kapısına ama fıçı, barut fıçısı. Zorla anahtarlık satmaya çalışan bir çocuğa patladım onun yerine bugün. Çocuk hiç oralı olmadı ama hala bok gibi hissediyorum kendimi. Telefonla konuşuyorum, "abla abla" diye tepemde. Hay ablalar götürsün seni. Resmen lise öğretmeni gibi azarladım çocuğu. Sonra anlaştık neyse. Sinirim de baki. Elbet çıkacak bu bir yerlerden, dur bakalım... Şu seçim de az germedi. Ondan da böyle sinirliyim. Sadece kendi olsa neyse, bir de o saçma sapan seçim arabaları var. Tam bir "kiminki daha büyük" siyaseti, kimin sesi daha çok çıkıyor. Gündelik hayatta da doğrudan karşılığı var bunun: Bir şeyi öfkeyle ya da yüksek sesle söylersen (tercihen ikisi birden) kesin haklısındır. Düşündüm de "kiminki daha büyük" anlayışı bütün bir iktidar olgusu için geçerli olabilir. Koskoca Rocco hakkın rahmetiyle vuslata erdi, sen daha konuşuyorsun.


Raporlar beni çağırıyor. Blog yazacağım yoktu aslında. En üstteki şarkının linkini verip kaçacaktım ama kuru kuru gitmez dedim, muhabbet uzadı. Öpüyorum. Öptüm. 



5 Haziran 2011 Pazar

A Resistant Remark: "We Hopa"

*shallow river: a resistant remark: "We Hopa": "'All cities are Hopa, Resistance is everywhere' It was only one year ago that I named Turkey as a 'modern' country – not in a positi..."


İşte bu benim arkadaşım. Çok yakın arkadaşım. 
Melih Cevdet der ya hani "Uyumayacaksın/ Memleketinin hali seni seslerle uyandıracak/ Oturup yazacaksın" diye, bizimkisi de o hesap. Hele bu ara. Hele bu ara susmak, konuşmamak, ses çıkarmamak kabil değil. 
Kaç gündür ağzımı toplayıp yazmaya oturamadım bir türlü. Ne zaman iki kelam edecek olsam ağzım bozuluyor, sinirleniyorum. Sinirimden güldüğüm de çok oluyor ama safi sinire kesiyorum çoğu zaman. Aksi gibi "protesto edip ne olacak" diyen adamlar da bana denk gelip duruyor. Hem de çantamda limonum, gene bir protestodan dönerken...
Hoş, ağzımı bozduranların ağzı da benimkinden derli toplu sayılmaz. Sinirimin sebebi biraz da bu saygısızlık ve terbiyesizlik zaten. Yalanlara, yolsuzluklara, cinayetlere, devlet terörüne ek olarak bir de bu küstahlık ve pişkinliği kaldıramıyorum. 
Yazmadım o yüzden, yazamadım. 
Arkadaşım yazmış; severek okudum, severek paylaşıyorum efendim...