24 Ocak 2011 Pazartesi

Öfkeli Modern

Endişeli modern diyorlar ya alay ederek…başımı sokabileceğim kadar mütevazı, nohut oda bakla sofa bir kavram üretiyorum içimden: öfkeli modern. Modern, Bay Yanlış ve Doğru Ahmet sularındaki tercümesi çağdaş kadar berrak bir kavramsallaştırmaya nail olmuş bir kavram değil. Dolayısıyla bu alaycı tanımla alay etmek beni hiç bozmuyor. Öte yandan modernin öfkesi, rövanşizmin de rövanşını almaya yönelik tehlikeli sinyaller veriyor.

Yazdıklarımı okuyunca bazen rahatsız oluyorum. Kalıplı bir adama var gücüyle vuran küçük çocuklar gibi de olsa –yani gücü yetse de yetmese de- patlama noktasına geldi gelecek bir öfke, hırs hatta hınç var yazdıklarımda. Çoğunu yutuyorum ama yazdığım kadarı bile “bunu ben mi dedim” dedirtiyor bazen. Bir daha yazmayayım böyle şeyler, aşktan böcekten ya da ilişkilerden püsürden bahsedeyim diyorum. Yazacaksam da daha oturaklı, bu işin eğitimini aldığıma dair ipuçları veren cinsten soğukkanlı, profesyonel bir üslup kullanayım. Yani ya suya sabuna dokunmayayım, dokunacaksam da elime yüzüme bulaştırmayayım. İkisini de beceremiyorum.

Kendi adıma sorun burada başlıyor. Öfke, hayra alamet değil. Mevcudiyetinden şüphe edilmeyecek hassasiyetlere bile saldırırken buluyorum kendimi. Kendimle çelişiyorum: anti-tabu timine mensup her sosyolog gibi normları, değerleri, yerleşik kanıları sarsmak, sorgulamak, sorgulatmak, yerle yeksan etmek; kısaca arası molası, kutsalı dokunulmazı olmayan bir eleştirellikten ödün vermemekle kimseyi incitmemek, kimseye saygısızlık etmemek arasında sıkışıp kaldığımı hissediyorum bazen. Biliyorum ki sağlam bir toplumsal analiz bir oyuncak bebeğin saçlarını taramaya benzemez. Yaşadığımız akmaz kokmaz bir hayat olmadığına göre hakkında ettiğimiz, edeceğimiz kelam da en iyimser hesapla birkaç kaş çattıracaktır. Biz ise kaş çatmıyor, kaş kaldırıyoruz. Hatta...başkaldırıyoruz. 

İşte bundan bahsediyorum. Bu biz-siz-onlar ayrımı gündelik söylemlerimize çok daha fazla nüfuz etmeye başladı. AKP, seçim kampanyası kapsamında seçmen kitlesinin profilini rötuşlarken toplumu kamplaştırmakta beis görmüyor. Misal, nicedir flörtleştiği liberalleri hayal kırıklığına uğratmaktan imtina etmiyor. Bu liberallerin hatırı sayılır bir kısmının AKP’nin vaat ettiği özgürlük ve demokrasiye katkıda bulunacağına samimiyetle inandığına inanıyorum. Güç dengeleri, çıkar ilişkileri faktörlerinin yanı sıra böyle bir samimiyete inancım bir kenarda duruyor. O yüzden, hayat tarzına (içkisine, seksine?) müdahale edilen liberallerin yüzünde kademeli olarak artan hayret ifadesini küçümser bir edayla naifliğe bağlamaktan yana değilim. Orada sahici bir hayal kırıklığı var gibime geliyor ki kırık hayaller gücünü toplumsal hafızayla birleştirirse umut etmek için bir sebep var demektir.

AKP’nin politikalarını, hatta genel politikasını rövanşist olarak nitelemenin çok aykırı ya da çok yanlış olacağını zannetmiyorum. Sadece 28 Şubat’ın değil bütün bir Cumhuriyet projesinin, merkez-çevre modelinde çevreye itilmenin, ekspres modernleşme harekatında ardı ardına gelen travmaların rövanşı alınıyor. Tabi çevrenin merkeze kastını 2002’ye dayandırmak abesle iştigal olur, biraz daha geriye gidip DP’ye uzanmak daha doğru. Yalnız mazlumluğun ve mağduriyetin bir söylem olarak bu kadar güzel kurgulanmasına ben herhalde yaşım itibariyle de olacak, yeni rastlıyorum. Neo-liberal sağın zaten her daim emrindeki popülizme daha isabetli bir ek kat çıkılamazdı diye düşünüyorum. Erdoğan ve şürekası, bu söylemi en iyi taşıyanlardan. Gerçi söylemleri, otoriter pratiklerinin rengini almaya çoktan başladı. Modernleri endişelendiren, öfkelendiren ya da üzen de bu renk değişimi zaten.

Renk bu, değişir. Fikirler, görüşler, tutumlar, yaklaşımlar da yerinde saymayıp pekâlâ evrilebilirler. Sadede geleyim, beni asıl üzen, solun –maalesef pek de şaşırtıcı olmayan bir şekilde- kendi kendini içinden kemirmesi oldu. İnsanlar birbirine sol ve sosyalizm dersi vermeye kalkıp sonra da birbirlerini küstahlıkla suçladılar. Yeri geldi kırk yıllık dava arkadaşları, AKP’yi eleştiren arkadaşlarını bir kalemde Kemalist, faşist, beyaz Türk, burjuva, milliyetçi ya da Ergenekoncu diye yaftalamaktan çekinmediler. AKP’nin İslami bir parti olmakla birlikte demokrasi yararına adımlar atabileceğine inananlar naif, liberal, Kürt milliyetçisi ya da Fethullahçı oldu. En nihayet mesele –belki de hep buydu- AKP’ye kategorik olarak karşıt olmakla daha ince eleyip sık dokuyan bir muhalefet geliştirmenin imkanlılığına inanmaya dayandı. Bu bir tartışma noktasıdır. Birbirini dinlemeye tahammülü kalmamış, kendi haklılığına tüm kalbiyle inandığı için karşısındakinin zekası ya da aydın ahlakıyla alay etmekten imtina etmeyen solcuların meyhane masasında bile oturup konuşamaz hale geldikleri nokta bu. Edilecek muhalefetin hedefinde doğrudan AKP mi olmalı yoksa bu indirgemecilik olur ve esas sorunları gözden kaçırır mıyız? Bu tartışılır. Yeter ki sarf edilen zehir gibi sözler ve atılan müstehzi bakışlarla beslenip semirmeye devam etmesin solun kendi içindeki bu kan davası. Bu çok içler acısı bir tablo.


Muhafazakarların hayat tarzlarına saygı duyarak öğrenim hakkının hiçbir şekilde engellenemeyeceğinde birleşmek ne ara muhafazakarlığı pamuklara sarıp sarmalamak anlamına geldi? Demokrasi ve özgürlüğün herkes için olduğunu söylememizi kim kendi özgürlüklerimizden seve seve feragat etmeye gönüllü olduğumuza yordu? Liberalleri aba altından sopa göstermekle itham edenler, kendilerinin abasız siyaset yaptıklarına mı inanıyorlar? Siyasette bir kere taşlar, sopalar meydana çıktıktan sonra aramızdaki tek fark birbirimizin kafasını yardığımız taşların yontma mı yoksa cilalı mı olduğu kalacaktır. Yazık ki yerde yeteri kadar kan olması, kimi ellerin daha fazlasını istemesine engel olmayacağa benziyor.












     Sinsi Kemalist pseudo-liberaller ya da
pseudo-demokrat muhafazakarlar (temsili resim) ?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder