21 Ocak 2011 Cuma

Ünal Hocamın Ardından

Melun Ocak ayı demiş, sonra da takvimlerden bir takvimin aylarından bir ayına melanet atfetmenin esasen ne denli abes olduğunu düşünmeden edememiştim. Lakin yanılmışım, zira bu 19 Ocak sabahı biz bir kere daha eksildik, Hasan Ünal Nalbantoğlu’nu kaybettik. Tez hocamın olduğu gibi daha bir çok hocamızın hocası hocamızı kaybettik. Yokluğuyla sadece biz değil, Heidegger, Lukacs, Adorno ve Gadamer de eksildi.

Aldığım Sociology of Fine Arts ve Cultures of Modernity derslerinde tutulmuş doğru dürüst ders notu bile yok elimde. Babasını hayranlıkla izleyen küçük kızlar gibi onu dinlerken efsunlanıyordum sanki. Bir an bile dikkatimin dağıldığını, dalar gibi olduğumu bilmem. Kitsch olmuş alemde vakumlu bir alan açıyordu bize. Dinleteceği müzikleri, izleteceği filmleri kılı kırk yararak seçiyordu. Gösterdiği filmleri izler gibi dikkatle izliyordum ders anlatırken zarifçe kullandığı ellerini. “Hanımefendiler” diye söze başlaması hayra alamet değildi, zarafet ve istihzadan ağır görünmeyen ağır sözler sarf edecekti belli ki. Bunu hak etmiş olanların yerine de geçiyordum yerin dibine.

Vakit daralıyor, bir tez konusu bulamıyordum. “Hayatla derdiniz neyse onu çalışın hanımlar beyler, kalkıp da sizi ilgilendirmeyen şeyler çalışmayın” diyordu son dersinde. Ondan sonradır ki bir tez konusu aramayı bırakıp hayatla derdimi sorgular olmuştum. Ondandır ki bulunca ilk ondan rica etmiştim danışmanım olmasını. İsterdi ama olamazdı çünkü onkoloji onu bizden çalmaya başlamıştı bile. Gene de hasta yatağında beni dergi editörlerine, yayın sahiplerine “bu kızın adını iyi ezberleyin, ileride çok duyacaksınız” demekten geri durmuyor, beni renkten renge sokuyordu. Ben, dev adamlara hayran her küçük ve aptal kız gibi küçük ve aptal, kendimi dışarı atıp ağlıyor, bir sigara daha yakıyordum. O dört koca yıl boyunca direneceği ölümü dimdik karşılarken yeni kitaplar, makaleler çıkarıyor, derslerini vermeye devam ediyordu. Onun popülizmini eleştirdiği gündelik hayatta direnişi çalışırken ne Tekel’den ne Stalingrad’dan çekinecek bir şeyim vardı. Yalnız Ünal Hoca’nın ölüme direnişi, başka her türlü direnişi neredeyse değersiz kılıyordu.

Ona ithaf ettiğim tezimi okuması için yetiştirememekten korktuğum kadar, yetiştirdiğim takdirde okuyup beğenmemesinden korkuyordum. Artık son sayfalarımda, onun direndiği ölümle ben de yarışır olmuştum…ve başardım. Doktora yapıp yapmamak konusunda muallakta olduğum halde -fakat onun benim hakkımda hiç böyle bir tereddüdü olmadığı için- doktora tezimde daha iyisini yazacağıma söz verdim. Şimdi, bugün, bütün muallak ve tereddüdümü Ankara’da bırakarak geldim İstanbul'a. Bana bu kadar inandığı için borçluyum bunu ona. Bütün hocalarıma ama en çok da hocalarımın hocası Ünal Hocama borçluyum. Ve zamansız ayrılışıyla bile bana son bir ders, çok değerli bir ders verdiği için müteşekkirim.

Ölümün telafisi yok diye geçirdim aklımdan. Sonra düzelttim kendimi: Hayır, hayatın telafisi yok. Sevilen insanlarla bir sebepten ayrı geçirilen yılların telafisi yok. Araya konan mesafelerin, yüreği donduran soğuk tavırların ne anlamı var? Böylece son bir kez silkeledi beni Ünal Hoca, kendime getirdi. Çocukluğun, saçmalığın lüzumu yok dedi. Git sarıl, git konuş, git söyle çünkü birimiz erken davranacak olursak bu dünyadan ayrılmakta, dünya değil zindan kalır geride kalana. Yapma, uzatma. Yapmadım, uzatmadım. Aklımda ne yedi kadının daha sesi, ne bir türlü tutmayıp yüreğimden akıp giden kin, öfke, kırgınlık, kızgınlık…hiçbir şey. Hatta ne aşk, ne sevda. Sadece sevgi, sâfi sevgi. Çünkü bugün orada bunu gördüm ben. Sevenleri olduğu kadar yıldızı hiç barışmayanlar da oradaydı. Rektör ağlıyordu. Biz ağlıyorduk. “Sizin hiç hocanız öldü mü” diye soruyordu yeni hoca olmuş bir öğrencisi. “Benim öldü, kör oldum” diyordu. Kör olmuş gözlerimizden karanlığa akıttık durduk göz yaşlarımızı.

Benim kadar aptal insanların silkinip kendine gelebilmesi için böyle ağır kayıplara ihtiyaç duyması ne acı. Gene de boşa geçtiğine inanmıyorum zamanın. Aradan geçen zaman beni ben yaptı. Sıkılmış yumruğumdan kat be kat büyük olan sevgimin her zaman ağır bastığı, basacağıyla barıştırdı beni. Bir gün önce en ağır lafları sarf edip hayatımdan şiddetle çıkarmayı düşündüğüm insanı karşımda bulduğumda ne ağır lafların, ne şiddetin orada olacağını –çünkü onlar hiç bizim olmadılar, biz hiç onların olmadık- gösterdi. Sevgi en nihayetinde bile her şeye üstün gelmeyi başarıyorsa onu çıplak ellerimizle boğmaktan büyük cinayet olamaz.

Hayatla derdimi öğrendim. Şüphesiz ki daha da çok kurcalayacağım hocam. Yalnız bugün hayatın dertlerimizden büyük olduğunu da öğrendim. Benim hocama da giderayak böylesi afili bir ders verip gitmek yaraşırdı zaten. Gözyaşlarımı o göğüste bıraktım hocam, ağlamıyorum artık. Kaybın yası tutmakla ne azalıyor ne bitiyor ama varoluşu kutlamak hayatın nefesini üflüyor içimize. Dediğiniz gibi biz direniş cephesi mensuplarıyız. Vazgeçmek yakışmaz. Kırgınlıkları uzatıp, kızgınlıkları beslemek de öyle. Hayata bizim gibi meftun, yakışıklı çocuklara yakışmaz. İşte dimdik duruyorum hocam. Tıpkı olması gerektiği gibi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder