26 Ocak 2011 Çarşamba

Second Life Replay



Bu diziyi sevdiğimi söylemiştim değil mi? Bu diziyi seviyorum. Kalkıp da dizi yazısı yazmak istemiyorum şimdi ama seviyorum. Dördüncü sezonu çıkana kadar oyalanırsın diye önerilen ve jeneriğine hasta olduğum Hung asla yerini tutamadı. Bırak rebound'u reklam bile olamadı. İki hikaye de manwhore tabir edebileceğimiz iki adam etrafında dönüyor. Hung'daki biraz kader kurbanı. Hank Moody ise daha hedonist ve çok daha sofistike. Ayrıca aşık. Aslında ikisi de eski eşine aşık ama biri daha güzel aşık.

Son bölümün (S04E03) sonlarına doğru tam "tyler, tyler! nerede o eski sezonların playlist'leri" diye homurdanırken bu şarkı girdi ve tabiri caizdir, kapak oldum. Çok alakasız ama How I Met Your Mother'da çalan şarkılar da ufkumu açıyor bazen. Hücreleri hala kımıl kımıl canlı insanların yaptığı müziklerin cahili olduğumu düşünürsek iyi niyetli bir çabadır en azından. Dizilerden müzik apartıyorum, ne yapayım.

Tyler Bates'in 300 Ispartalı'ya verdiği savaşçı gazı tezimi yazarken epey işe yaramıştı. Özellikle Nietzsche filan okurken "dur sen kötü bir şey dedin orada, hmm dur dur anlayacağım" düşünme baloncuklu gecelerimde verdi gazı, verdi gazı. Sanırsın Nietzsche'yle birbirimize kafa göz dalıyoruz. Gerçi onun o pos bıyıkları gıdıklar, gülerdim kesin. Hem öyle kuyulara ittirip kaktıramam ben onu, adam zaten yeteri kadar merdivensiz kalmış kör kuyularda. Özgüvene gel, Nietzsche beni gömmüyor da..

Yalnız Doctor Who başlayana kadar bunlar kesmeyecek beni. Araya bir Mad Men mi atsam ne yapsam? Ya da Friends? Friends de Star Wars gibi eksik kalmayı başardığım efsanelerden. Bu blog sınırları içerisinde utanmam gereken, "bunu da yazdıktan sonra artık blog'u kapar giderim, bir sahil kasabasına yerleşirim" dediğim çok şey yazdım ama bu hepsine on basar sanıyorum. Olsun, geç olsun güç olmasın. Hem kendimi Star Wars'a sakladım, bunun özel olmasını istedim. Bütün DVD'leri alıp, bir hafta eve kapanacağım (sanki hiç kapanmıyormuşum gibi!). Kesinlikle tek başıma izleyeceğim. Birden başlamayacağımı biliyorum, bunu biri daha söylerse kafasını koparırım! Yalnız popüler kültürün gözünü seveyim, kendimi resmen eksik bir insan gibi hissediyorum. Halbuki herkesin popisi kendine, değil mi güzel kardeşim?

Dizi yazısı yazmayayım dedim ama yazdım gibi oldu değil mi? Eh ne yapalım, David Duchovny'ye can veren allahım affeder beni. Kızlar fena kaş kaldıracak ama yok abi, sevmiyorum ben Spartacus. Ne o öyle Body Worlds Live gibi! Hank Moody tamamdır, olmuş o. Tabi herkes evlenip çocuk sahibi olacak diye bir kaide yok. Orada biraz sıkıntı var ama olsun. Popisi rahat durmasa da biz biliyoruz Karen'la Becca'yı nasıl sevdiğini.

Bu arada adam (David Duchovny) resmen 50 yaşında. Daha da fenası, Princeton'da İngiliz Edebiyatı'nı bitirmiş. Yale'de master'ını yapmış ve gene Yale'de başladığı doktorasını yarım bırakmış. Şimdi bu adam karizmatik olmasın da ben mi olayım? Kaç tane siyah tişört giymem gerek bunun için? Yalnız şu noktada, bir akla mukayyet olma mekanizması olarak kız aklı devreye giriyor: kesin bir marazı vardır onun. Kesin. Çünkü hani insanoğlunun küçük aklı evrenin büyüklüğünü alamayacak kadar fındıktır ya, işte onun gibi, bir insanın -hele ki cazip bulunan bir insanın- dört dörtlük olabilmesi düşünülemez. Bırak evreni mevreni, yok öyle bir dünya. Varsa da herkesi tenzih ederim, en fındık benim beynim...ama fındık shot, ehehe (baştan dedim ama değil mi).


* Hung'ın jeneriği: The Black Keys- I'll be your man

1 yorum:

  1. çok özel ve güzel bir yazı olmuş, çok sonraları okusam da :)

    YanıtlaSil