Haziran'ın ortalarına yaklaşırken, bir sabaha karşı İstanbul. Koyu bir sis altında, sessiz ve ıpıslak.
İnsanın içini ürperten cinsten değil, tatlı bir serinlik var.
Tek tük duyulan araba sesleri, gecenin sessizliğinde biraz huzur bulan kulakları tırmalıyor. Yapacak bir şey yok, gün başladı başlıyor.
Neyse ki martı sesleri meydanı boş bırakmıyor. Her bir çığlıkları aynı şeyi söylüyor: İstanbul'dasın.
Şehri uyurken seviyorum. Sevgisini gösteremeyen babalar ya da sevmeye doyamayan sevgililer gibi.
Şehri yün yorgan gibi kaplayan yoğun sis renk değiştiriyor her geçen dakika. Az önce pembeydi, şimdi mora çalıyor. Her halükarda katran karası demek zor, insanın içini açan bir derinliği var. Huşuyla içine çekiyor ama boğmadan, nefessiz koymadan. Sarıp sarmalıyor bu gece.
İstanbul'un görebildiğim kadarı bu gece dehşetli güzel. Tam bu vakitte hiçbir sanata gereksinimi yok. Her edebi sanat akar gider üstünden. Öyle ıslak, öyle büyüleyici.
Kokusu, rengi, sesi... İstanbul'dayım.
İnsanlık trajedilerini ve şahsi hayat dalgalanmalarını dışarıda bırakmayan ama onları da içine alıp, onların da ötesine geçen bir bilinç var bunda. Durduk yere mutlu eden cinsten de değil, ölümlülüğünü teklifsizce fark ettiren de.
Küçük kuşlar ve çiseleyen yağmurun sesi de katıldı aramıza. Masamın üstündeki küllükten yükselen, söndürülmüş sigara kokusu bile bir parçası bu anın. Hepsi, her şey.
Bu anda ne düşmek dalgalara, ne tez, ne sevda...
Mutlu da denmez ya.. olduğum yerde ve olduğum anda olmakla alakalı -uyuyup uyandığımda geçeceğini adım gibi bildiğim- bir huzur kapladı içimi diyelim.
Sis, rengini aydınlık ferah bir maviye çalarken uykuya bırakıyorum kendimi. İstanbul'da.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder