23 Haziran 2010 Çarşamba

Bostan Korkuluğu

Demli gamlı nihavent makamında yazılar yazmayı bırakmaya çalışıyorum. Aslında yazmayı bırakmaya çalışıyorum ama böyle teskin edici bir etkisi varken çok zor. Ketumun tam aksiyim, içimde tutmamam yönünde katı bir kaide varmış gibi yazıyorum. Yazarlar rafine yazarlar, bense tam manasıyla can havliyle yazıyorum. “Sade kulaklarım olsa gene iyi, ben bir eşeğim” diye karanlık, kör bir kuyuya avazım çıktığı kadar bağırır gibi basıyor tuşlara parmaklarım.

Ama artık yoruldum. Mütemadiyen geçmişle hesaplaşmaktan, kendimi itham etmekten, hırpalamaktan yorgun düştüm. Benden bu kadar. Bırakıyorum. Ben de kalbimi biliyorum, öyleyse bunca çırpınış niye?

Herkes mutsuz, herkes yalnız, herkesin canı öyle veya böyle yanmış. Kendi hayatının protagonisti herkes. Doğru davranalım derken bir sürü hataya düşüyoruz. Öyle ki bazen dürüstlüğün kendisi bile hata oluyor. Daha büyük üzüntülere mani olmalıyım derken yarattığın kadarı bile alt üst ediyor herkesin hayatını. Gene kendini beceriksiz, sarsak ve kayıp hissediyorsun. Bu defa garip bir biçimde içim rahat. Doğru bildiğimi yapmak için vermesi zor bir karar aldım, sonunda gene kaybettim ama hata demeye varmıyor dilim. Büyümek bitmiyor. Sevmek de bitmiyordur eminim. Zaman ilaç olmasa da zamanla dibe çöküyor acılar, demleniyorsun.

Gök gürültüsünden korktuğumu söylemiş miydim hiç? Vakit olmadı. Günlerdir durmadı şimşek, gök gürültüsü, yağmur. Gökyüzü üstümüze çöküverecekmiş gibi. Yağmur yağmıyor, yukarıdan kovayla döküyorlar sanki. Bir boşandı mı göz gözü görmüyor. İlk defa yağmur görür gibiyim çünkü ilk defa o eski anlamını yüklemeden izliyorum yağışını. Yağmur yüklü bulutlar, anlam yüklü yağmurları bozkırda bırakıp geldiler. Aşk yüklü kelimelerin kelime olarak kaldıkları yerde.

Kadın vokaller şarkılarında avaz avaz bağırdıkları zaman biz bağırıyormuşuz gibi rahatlarız ya hani, bu yağmurlar da öyle rahatlattı içimi. Yağan yağmur değil benim sanki. Kopan fırtına değil benim, esen rüzgar değil ben. Çok sevdiği bir insanı kaybettiğini, onu artık rüyalarından başka yerde görmesinin mümkün olmadığını en nihayet kabullenmiş insanların sükunetiyle yürüyor, konuşuyor ve yazıyorum. Çırpınmayı bıraktım. Bir yandan benden bekleneni yapmaya gayret ederken, hayatın geçişini izliyorum sakince. İçimden, ‘ne yaptıysam aşkla sevdayla yaptım’ diye geçirirken buruk bir gülümseme belirip kayboluveriyor yüzümde.

Nuran’ı ve Mümtaz’ı düşünüyorum. Tek istediğim huzur. Bu inanmak ve güvenmek istekleri ise yeni, onları tanımıyorum. Olmazsa olmazı olmasalar bari huzurun.

Güneş açtı ama yine bozacak, biliyorum. Gün, gece gibi karanlık oluveriyor. Geceler gündüz gibi aydınlanıveriyor ardı ardına çakan şimşeklerle.

Ben şimdi güneşe güvensem mesela, ama çok güvensem. Öyle ki çiçekli bir elbise ve sandaletlerle çıksam sokağa, sonra bir anda bulutların ardına gizlense güneş, gök gürlemeye başlasa yeniden ve yağmur boşansa var gücüyle, sırılsıklam olsam, çok hasta olsam sonra da. Kızabilir miyim güneşe? İnanmam artık sana diyebilir miyim? Diyemem ki ben. Diyemem. Gene inanır, gene ıslanır, gene hasta olurum. Arkadaşım badem ağacı gibi. Gençlik isyanla, inatla, sevdayla malul ise dua edelim de hafıza-i beşer hakikaten nisyanla malul olsun. Ben gene mağlup olmaya razıyım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder