2 Mayıs 2010 Pazar

bol limonlu bir mayıs yazısı

Bu 1 Mayıs’tan geriye çantamdaki limon kaldı. Diğer yarısı da annemin çantasında olduğundan, akşam yemeği için de bol limonlu bir salata.

Yine anlamadığım bir sebepten ne mor ne de kırmızı renk vardı üstümde. Güvenliği sağlamak için stratejik noktalara konuşlandırılan keskin nişancıların bilgisi (malum, kimin kimden korunduğu meselesi), bilinç altımın derin sularında konuşlanmış bir kendini koruma mekanizmasının tuşuna basmış olmalıydı ki varla yok arası bir renge bürünmüştüm. Günün anlam ve önemine ziyadesiyle ters düşen bu renk seçimimin farkına vardığımda bu aşağılık, küçük hesabımdan midem bulandı. Biliyordum ama ilk defa dün gerçekten anladım: Renklerin sembolizmi ya sandığımızdan çok daha fazla ya da sembolizmden çok daha fazlası var bu işte.

Her 1 Mayıs sabahı aynı ikilem: Her an koşmaya-kaçmaya, atlamaya-zıplamaya uygun olarak rahat mı giyinmeli yoksa Nazım’ı mı dinlemeli? Bu sene orta yolu buldum gibi, gelecek sene ise yıllardır kafamda yankılanan sözlerini dinleyeceğim ilk aşkımın: “Yılgın ve kederli değil, ne münasebet! Böyle bir günde bir isyan bayrağı gibi güzel olmalı Nazım Hikmet’in kadını!” Belki biraz farklı kalmıştır aklımda, ama dedim ya aklımda yankılanıp duranı bu. Piraye’ye yazdığı şiirleri arasında en sevdiğimin son dizeleri. Kıpkırmızı giyinmiş, başı dik bir kadın canlanırdı gözümde hep. Vakur, mağrur, cesur. Yalnız Nazım’ın düşündüğünün aksine, onun kadını olduğu için filan değil, ne münasebet! Zaten vakur, mağrur ve cesur olduğu için gönlünü Nazım’a düşürmüş bir kadın (Bu erkekler kendilerini ne sanıyorlar bilmem, biz de bozuntuya vermiyoruz ya neyse).

Çav Bella’yı, 1 Mayıs’ı hep bir ağızdan söylerken çocukluğuma döndüm. Nereden bildiğimi hatta çoğu zaman bildiğimi bile unutacak kadar bildiğim, içime işlemiş bu şarkıları söylerken evimde hissettim kendimi. Doğru zamanda doğru yerde hissettim. Kolay bir his değil. Taksim hep benimdi, banaydı, benim içindi. Ama evime bunca yakın olduğundan, ama evde değilsem çoğu zaman orada olduğumdan. Bu kadar tehlikeli bir yeri bu kadar tehlikeli olduğunu bildiği halde evi gibi hissetmesi için insanın, gerçekten sevmesi gerekir herhalde. Cadde-i Kebir, Cité de Pera benim evimdi evim olmasına ama meydan, hiç bu kadar benim olmamıştı. Ben, hiç bu kadar o meydanın olmamıştım.

Göğsümdeki çanta sapı desenli kırmızılığımı da aldım, Nevizade’ye yollandık. Bir sosyolog namzedinin sahip olup olabileceği en tatlı çalışma sahası. Her köşe başında bir selam, her adımda tanıdık bir yüz. Kalabalığın dağıldığı yönde, yukarıdan aşağıya doluyordu zaten Çiçek Pasajı ve Balık Pazarı. Neşeli, akıllı fikirli kalabalık gruplar Nevizade’nin başlarını da tutmaya başlamıştı. Biz de Yorgo Amca’nın kulağına gitmesinden çekinerek de olsa, ilk defa, oturduk Kadir Amca’nın yerine. Bir 20’lik kafiydi o günü taçlandırmak için. Göğsümdeki çanta sapı desenli kırmızılığı dengeleyecek yanaklara sahip olmam içinse kafiden de fazla!

Bir an duman doldu sokağa. İnsanlar dikkat kesildiler teker teker. Duman yukarıdan geliyordu. Bir yerin üst katları yanıyordu. Bu bilgiye ilgi birkaç dakika sürdü, sonra herkes devam etti demlenmeye. Yalnız o sırada yoldan geçen genç bir adam gülerek, sokakta oturmuş demlenmekte olan birçoğunun aklındakini dillendirdi yüksek sesle: Bir 1 Mayıs da gaz yedirtmeden bırakmayacaklar!

Haa bir de hiç bu kadar kahretmemiştim boyumun kısalığına, söylemeden geçemem. 77’nin katilleri bulunmadan demokrasiden söz edilemez pankartının gerisinde onca yolu yürüdükten sonra ister istemez, anlamı kadar maddesiyle de bağ kuruyor insan. İki yandan tutuyorlar ama o kadar uzun ki meret. Ben desen bir metreden hallice bir yüksekliğe sahibim, bir kuru ve sıcak iklim bitkisi gibi. Ne olurdu az daha boylu olsaydım diye kahrederken içim elvermedi, yapışıverdim ortasına. İsterlerse gülsünler. Değil mi ki ne bağlar kurgulanıyor/kuruluyor bez parçalarıyla, ben de bununla kurdum ne olacak yani. İstemiyorum yere değsin. Solun tarihi için mikroskobik, yerçekimiyle imtihanımda büyük bir adımdı.

Demem o ki, güzel bir gündü 1 Mayıs günü.
1 Mayıs günü bu şehre bir güzellik geldi…

1 yorum:

  1. "...
    Asıl en kötüsü :
    bilerek, bilmeyerek
    hapisaneyi insanın kendi içinde taşıması...
    İnsanların birçoğu bu hale düşürülmüş,
    namuslu, çalışkan, iyi insanlar
    ve seni sevdiğim kadar sevilmeye lâyık..."

    nazım hikmet ran

    .

    YanıtlaSil