Mimar Sinan'ın Prof. Dr. Sami Şekeroğlu Sinema-TV Merkezi Kütüphanesi'ne gittim bugün. Sırtımda bilgisayar, ayağımda konvers. Kimse de demedi ki "hemşerim sen kimsin?" Öylece girdim içeri. Bir kimlik filan bıraksaydım bari? Normalde katıymış aslında güvenlik ama boşluklarına mı denk geldi, tipim mi kurtarmadı bilmem.
Kütüphaneyi bulmam gerek, nerede olduğunu da bilmiyorum. Özgür'le Muhsin Bey'in (1987) restore edilmiş versiyonunu izlediğimiz salona doğru ezbere adımlarla ilerledim. Sağım solum her yer müze gibi zaten. Eski kameralar, fotoğraflar, ödüller, giysiler. Giriş katını tamamen tavaf ettikten sonra aklıma geldi orada oturan çocuğa sormak. Kapıdan çıkayım, sağdan aşağı? Tamam.
Çıktım, sağda kantin var. Az sayıda öğrenci, sessiz sakin, kendi hallerinde takılıyorlar. Kıştan sonraki ilk bahar günleri zaten. Tazecik güneş herkese sirayet etmiş. Onlar üniversite öğrencisi, ben değilim. Ama daha dün... hayır, artık değilim. Çok garip bu. Tuhaf bir his. Aslında hâlâ oraya aitmişim gibi. Bir de Mimar Sinan ya, malum.
Acaba arada kaynıyor muyum, yoksa bu kim lan diye geçiren var mıdır içinden? Hiç bunları düşünmüyormuşum gibi hızlıca geçtim kantinin önünden. E aşağıda bir şey görünmüyor. Kısa saçlı, sıfır makyajlı, güler yüzlü bir kıza yanaşıp kütüphaneyi sordum. Molozları geçince kapıyı göreceğimi söyledi. Moloz? Molozlar? Tamam, teşekkürler. Ha bir de kapalı? Oh şahane.
Sahiden de moloz ve atılacak dokuman ve film yığınını geçince kapısında KÜTÜPHANE yazan camlı bir kapı gördüm. Gösterim yapılan sinema salonunu görmüş olmasam beklentilerimi frenlerdim ama o salondan sonra bu kadar mütevazı bir kütüphane beklemiyordum. Bir saat kadar içine de giremedim zaten. Artık üniversite öğrencisi olmadığım yüzüme yüzüme vurmasın diye -ve tabi birkaç dakika kadar atılanlara göz gezdirdikten sonra- aksi istikamette keşfe çıkınca binanın resmen kucağına alıp sarmaladığı küçük, huzurlu bir bahçeyle karşılaştım. Ne yapayım, çantamdan çıkarıp Huzur'u okumaya koyuldum ben de. Şehrin göbeğinde nasıl koyu bir sessizlik, anlatamam. Zaman geçti.
Bir saat sonra elinde yemek tepsisiyle görevli hanım gelip kapıyı açtı. Aslında tepsiden dolayı tam benim açmamı rica edecekken telefonum çaldığı için kapıyı açmayı nasıl başardığını tam bilmiyorum. İnternetten aldığım Onat Kutlar'lar kapıda kalmış. Çıkar çıkmaz koşup şubeden aldım tabi ki.
"Hocam" aşağı, "hocam" yukarı. Değme keyfime! Bir de her yer sinema, her yer film. Şeker dükkanı gibi. Sonra kitaplar önümde yığıldıkça fark ettim ki (o yığılmayı da çok özlemişim, ben kütüphane özlemişim) Nijat Özön tek başına sırtlayıp götürmüş Türkiye'de sinema literatürünü. Katkısının büyüklüğü karşısında dehşete kapıldım. Vecdi Sayar haklıymış. Sinematek paneli çıkışı "termino..." dedim, Nijat Özön dediydi. Sahiden de bu kadar netmiş.
Neyse, sonra yayıneviyle görüştüm. Ben uzatma almak isterken onlar neredeyse öne çekmeye bakıyorlar. Değil gelecek film festivaline yetişmesi, basımını görmeye ömrüm yetmez diyordum, bu Ağustos'ta basmayı planlıyorlar! Redaksiyon bir ayda bitermiş? 600 sayfa? Neyse ki sinemadan anlayan biri redakte edecekmiş, çok şükür. Dizini de birlikte çevirecekmişiz. Bu da Notlar kısmının çevirisini saymazsak (nereye saymıyorsam elli sayfayı) geriye bir tek, kitabı satır satır elden geçirerek okunaklı hale getirmek ve oraya buraya saçtığım çn'lerin içini doldurmak kalıyor. Bir buçuk ay var. Mümkün değil. Stres seviyem yüksek irtifada seyrediyor, ama eş zamanlı olarak acayip de bir rahatlama geldi çünkü bitecek. Hatta basılacak da göreceğim bile, yuh. Stres ve rahatlamanın bu eş zamanlılığı beni benden aldı yemin ederim.
İlk kitap çevirim basıldı bu arada. Daha benim elime ulaşmadı ama çıkmış. Optimist Kitap'tan Bilimi Anlamak. Tavsiye ederim:)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder