23 Kasım 2010 Salı

Dillerden düşmüş bir şarkı

Salonun ışıklarını yeni kapamış, yorganı başıma kadar daha yeni çekmişken bir sesle irkildim. Olağan ev seslerinden biri değildi bu. Hatta o denli değildi ki biri evin içinde basket topu sektirmişti sanki. Ne üst kat ne alt kat ne de sokakta…benim evimin içinde, ben uyumaya çalışırken.

Kalkıp bakmak geçti aklımdan. Sonra tam odamdan çıkarken karnıma bıçak saplanabilme ya da boğazımın kesilebilme ihtimalini düşündüm. Yattığım yerde kımıldamadan kaldım. Uyku planına sadık kal. Sen aslında uyuyorsun, evet. Aypodum ve bilgisayar yan yanaydı, tezin son halini mailime atmış mıydım? Tezim için savaşır mıydım? Belki de kimse yoktur zaten.

Korktuğumu fark edince sevindim. Kalbim fırlayacak gibiydi, ödüm patlıyordu hayatımın oracıkta son bulmasından. Allah kahretsin evde buna değecek bir şey bile yok! Hem yeniden korkabildiğimi görmüşken ölmek istemiyorum. Daha geçen gün telefonda söylediklerimi hatırladım:

Eskiden korkardım. Ne bileyim uçak seyahatlerinde mesela…ne kadar güvenli falan olduğunu bilsen de ufacık bir korku kalır ya...ya da ev seslerinden…hırsız mı, bana bir şey yapar mı diye. Korkmuyorum çünkü hayatım eskisi kadar değerli gelmiyor artık. Ne fark eder diyorum, ne fark eder. Ölsem de bir, kalsam da bir.

Halbuki gecenin bir yarısı karanlık evin içinden gelen bu ses yüreğimi ağzıma getirdi. Hayatım değerli mi değersiz mi diye aklımın ucundan bile geçmedi. Sadece korktum. Bundan çok seneler önce korktuğum gibi korktum hem de. Dini inancı olmayan insanlarda ölüm korkusu elbette daha şiddetli oluyor. İşin ucunda yok olmak var çünkü. Yalnız bir dönem –o da epey uzunca bir dönem- yendim bu korkumu. Seksenli yaşlarımda (hayat arsızı, evet) ve hayatımı anlamlı, yaşanmaya değer kıldığını düşündüğüm seksenli yaşlarında birinin kollarında hayal ediyordum kendimi. Gözlerimi son kez kapamak fikri, en son göreceğimin onun gözleri olacağı fikriyle hafifliyor, buharlaşıp kayboluyordu. Son anında, ölmek kadar yaşamamış olmaktan da korkar herhalde insan. Ona bakacak ve yaşadığımı bilecektim. İşte bunu düşünmek bana iyi geliyordu. O zaman ölüm dehşet verici bir sondan çok son bir gülümseyişe dönüşüyordu. Son bir ılıklık.

Bu senaryo geçerliliğini yitirdikten sonra anlam ve değer de çekilmişti hayatımdan. Ne fark eder olmuştu. Ne anlamı var? Bindiğim vasıtaların kaza yaptıklarını hayal ederim hep. Özellikle yüksek bir yerden denize düşerken o birkaç saniyede insanın aklından neler geçtiğini merak ederim. Bu ve benzeri sahneleri insanın kanını donduracak bir soğukkanlılıkla hayal ediyordum ne zamandır. Şimdi emin değilim. Üzülebilirim. İnsan insandan da kendinden de ne kadar kolay vazgeçiyor. Yazık. Buna rağmen tüm o anlamsızlığa, değersizliğe direnen bir şey kalıyor demek ki. Ağır ol diyor, o kadar değil.

İki kadının hikayesini anlattığım yazı tahmin ettiğimden fazla yankı bulmuş. Sevinmeli mi üzülmeli mi bilemedim. Dernek kursak kurarmışız. Fakat o derneğe de alınacağımı sanmıyorum çünkü anlattığım kadınların hikayesindeki ortak nokta her şeyi mahvedip giden bir erkek figürü. Benim hikayemdeyse o salak benim. Zamanı geri alamayacağıma göre hep de ben kalacağım. Her insanın kendi küçük aşk hikayesi ve o hikayelerin antagonistleriyle protagonistleri vardır. Yok dense de vardır. Her zaman vardır. Tanıdığım o kadınların hikayelerinden beni dışlayan da bu. Daha doğrusu ne içindeyim, ne de büsbütün dışında. Yazmak, elimden gelen tek şey. O kadar çok yazmam bundan.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder