Ne demiş Juliet? "What's in a name? That which we call a rose / By any other name would smell as sweet.” Yani diyor ki gül gibi -hatta gonca gibi- hatunum, ismin ne önemi var, mühim olan güllük gülistanlık. Ted de Kaptan’a “hocam sen bu ismi nasıl aldın” diye soruyor, Kaptan da “erkek adam kendi adını kendi seçer bebişim” diyor. Lakin ki Barney’nin hatunlara her seferinde “Haaaave you met Galactic President Superstar McAwesomeville?!” diye yanaşması kasacağından Ted’in adı Ted kalıyor. Olsun, mühim olan insanın kendine yakışan ismi bulmasıdır. Gerçi Kaptan işi erkekliğe vurdu, Juliet desen iyice salladı ama cinsiyetçi bir herifle bacak kadar bir kızı ciddiye almanın da bir ölçüsü var nitekim.
Bir gün gene kafayı bulduğumu babama çaktırmadığımı sandığım bir akşam “yahu bana isim koyarken sizin aklınız neredeydi, insan çocuğuna böyle isim koyar mı” dediğimi hatırlıyorum. O güzeller güzeli kafayla ilk defa ciddi ciddi düşünmüştüm mahkeme kararıyla isim değiştirmek nasıl bir süreçtir diye. Az kolay bir iş olsa, hayatımı şöyle zorlaştırıyor böyle cehenneme çeviriyor diye argüman istemeseler, tabi bir de az daha genç olsam olmayacak iş değilmiş gibi geldi ama kim uğraşacak! Ben biliyorum ya adımı, bana yeter.
Leylâ’yı şarkılardan seviyor olmalıyım. Hiç düşünmedim neden Leylâ diye. Hani Canan sevilen kadın demektir ya, işte benim için Leylâ’dır o. Neden bilmiyorum fakat şüphesiz ki Sadettin Kaynak ve Vecdi Bingöl’ün parmağı vardır bu karşılıksız sevdada. Gene de hiçbiri Tanpınar’a ait olduğunu çok geç öğrendiğim sözler kadar bir batıl inanç tesiri etmemişlerdir: saçları bahtından daha siyahtır. Öyle içime işlemişti ki bu sözler ve bahtımın öyle loş bir döneminden çıkmaktaydım ki saçlarımı tuttum kömür karasına boyadım bir akşam ve ondan sonraki birkaç yıl. Kendini bildi bileli inançsız bir insanın şarkı olmuş bir şiire tüm kalbiyle inanabilmesi ne tuhaf fakat ne güzel bir şey… İnanç, Tanrı’yla sınırlandırılamayacak kadar geniş mevzu demek ki. Bu da Amerika, buyurun yeniden keşfedin.
Uzatmayayım, ismin güzelliğine bak hocam. Tınısı ayrı, manası ayrı güzel. Leylâ: 1. Gece. 2. Saçları gece gibi simsiyah olan kadın. 3. Arabi ayların son gecesi. Gel gör ki bu Leylâ’nın yüzünün güldüğünü ben hiç görmedim. Hep bir dert, hep bir sıkıntı. Saçlarının bahtıyla yarışabilmesi pek mümkün değilmiş gibi. Sürekli ağlar bu kadıncağız ama bir yandan da aşka gelmeye yer arar gibi bir hali vardır. Tıpkı ona üzgün olduğunu söyleyen, segah başlayıp nihavent biten şarkının sonu gibi. Değil mi ki nihavent en sevdiğim makamdır, tamam işte. Uzak bir şehir ve aklımda bir şarkı, işte o şarkı muhakkak nihaventtir. Makamı da ben seçmedim mesela. Hangi şarkıyı sevdiysem hep nihavent çıktı.
Nihavent –size de evvelden söylediğim gibi- işveli bir kadındır nazarımda. Göz süzen, gerdan kıran, göz deviren, kıvır kıvır kıvrak bir kadın. Kaçına gelirse gelsin gözlerinde muzır bir pırıltı…böyle hayat gibi, aşk gibi bir afet. Ne yaşlanan ne yaşlandıran cinsinden. Meşrebi ağır sayılamayacak olmakla birlikte hoppa denmeye de dil varmayan cinsten bir cins-i latif. O hayata meftun, hayat da ona. Nihavent bir şarkı dinlerken hep bu kadının gözlerinin içine bakarım ben. Sonra Köfteci Doktor Amca -malum- “kızım, güzel kızım” diye karşılayıp nihavent kasetini koyar ben seviyorum diye. Geçer karşıma oturur, iki satır beraber şarkı söyleriz. O ister ki mutlu olayım, aksini duymaya dayanamaz. Sus işareti yapar acıklı gözleriyle, “söyleme üzme beni”. Söylemem, o nasıl olsa bilir her şeyi .
Sandala aslında atılmayan Mualla’ya ruhumda hicranın’ı söyletme hikayesi dedikodudan ibarettir ya şarkı döner dolaşır solan güle, yaprağa, hazan dolan gönle varır. Halbuki sandalda dinlenilecek daha nice Leylâ şarkısı varken iş midir Veli’nin oğlu Orhan Veli’nin yaptığı.
Gülün adı gül olmayaydı da Leylâ olaydı, daha güzel kokabilirdi bir ihtimal. Ben de üzgünüm Leylâ...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder