Son günlerde tek kişilik Hawthorne etkisi gibiyim.
Günlerdir gün doğarken yattığım ve erken kalkmak adetim olmadığı halde bu sabah tam 07:59’da açıverdim gözlerimi. Uykumu almış, çalışmaya devam edebilecek kadar dinlenmiş hissediyordum. İyi de düzeltmeler bitti iki gün önce. Bu saatte kalkıp sahilde yürüyebilirim ancak. Günlerdir evden çıkmadığımı düşünürsek yapabileceğim en iyi şey de bu olurdu zaten. Evden çıkmayalı kaç gün olduğunu sayıyordum bir ara, üç biradan sonrası misali saymayı da bıraktım.
Yatakta gerçekten çok iyiyim, uyudukça uyuyabilirim. Rüyalarımın devamını görebilme yetisi
geliştirdim bu şekilde. Bu özgüvenle su içmeye kalktım, içerken de dışarıya baktım. “Hmm, sabah 8 İstanbul’u. İlginç…” Sonra tekrar yerime. Bu sefer gözlerimi öğlen açtım. Bir dizi düşünce: Kalkmalıyım. Neden? Şimdi kalkmam ya da kalkmamam neyi değiştirir? Bütün gün böyle kalsam ne fark eder, kim bilecek, kime ne?
Küçükken, uykuyu bir kaçış, bir sığınak gibi görürdüm. Babam beni çok azarladığında ya da başka bir sebepten çok üzüldüğümde uyurdum. Kapattığım göz kapaklarım değil bir kapıydı sanki. Her şey dışında kalırdı, ben içeride güvende. Eskiden uykuma işlemezdi üzüntülerim. Şimdi öyle değil. Hatta aksine uyumaktan korkuyorum bazen. Öyle tekinsiz ki rüyalarım. Gün içinde bastırmak için biraz fazla çabalasam, gece acısı çıkıyor. Öyleyse ne duruyorsun Taksim’e götürüp orta yerinde as beni, ya da çek vur, ne duruyorsun? Tanrım, ne arabesk.
En nihayet kalkıyorum yerimden ama bin bir hesapla. Günde kaç saat uyursam alarma geçilir, ne kadar uyku depresyon semptomu sayılır, ne kadar içersem alkolizme girer vb. Bir sürü hesap kitap. Daha az uyuyup, daha çok gülümseyip, daha az içersem problem kalmıyor. İçki tamam (rakıyı tenzih ederim), az uyumayı da başarabilirim ama gülümsemek bir türlü içimden gelmiyor. Gözlemlendiğini bildiğim halde değiştiremediğim tek şey o.
Bunun ne kadar korkunç bir şey olduğunu idrak edebilmek için ne kadar kolay gülümseyebildiğimi bilmek gerek tabi. Güneşin denizdeki yansımasına, yağmurun pıtır pıtır sesine, taksiye bindiğimde çalan şarkıya, yolda yürürken göz göze geldiğimde bana gülümseyen bebeğe, aradığım bir kitabı bulunca, menekşe hanıma su verirken, güzel bir şarabın ilk yudumunda yahut bir araba yol verdiğinde…ne bileyim öyle çok şey var ki beni gülümseten. Gülümseyeceğim varmış da yer arıyormuşum gibi. Bu boş bakışlar ve ifadesiz ifade kanımı donduruyor, gene de değiştiremiyorum. Çevremdeki beni seven insanları üzmemek için üst sınırlar belirliyorum o yüzden. Gayriihtiyari elbette.
Öte yandan böyle yazmayı alışkanlık haline getirirsem, geçen gün ekşisözlük’e intihar notu yazıp köprüye çıkan sözlük yazarına benzeyeceğim. Nasıl ki doğmak ölme sürecini başlatıyorsa, hayatı isteksizce yaşamak da uzun bir intihar sayılabilir. Uzun bir hayat boyunca her gün. Öylesini seçen insanların her yazdığı tek bir intihar mektubunun parçaları sayılabilir mi? Dicle Hoca’yı tanımıyordum ama notu çıkmıyor aklımdan: “Çok fazla acı var, dayanamıyorum”. Seçilen ölüme her zaman saygı duydum ama sanırım ona biraz daha fazla. Akıl sağlığı tartışmaya açılır hemen, geride kalan sevdiklerine yaşatacağı acıya referansla bencillikle suçlanır (dayanamadığı bir acı çekerek de olsa hayatta kalmasını isteyen çevrenin bencil olduğu düşünülemez). Oysa yokluk bütün tartışmaları geçersiz kılar. Yok olmayı seçen bir insan istendiği kadar suçlanabilir fakat ben’inden vazgeçmiş bir insanı bencillikle suçlamak abesle iştigal geliyor bana. Hele akıl sağlığı mı? Lütfen. Bu baştan mağlup bir argüman.
Depresyon, intihar derken bugün çok iç açıcıyım değil mi? Siz bana bakmayın diyeceğim ama bunu okuduğunuza göre bakıyorsunuz. Akşamları ay ne güzel doğuyor değil mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder