Eli kalem tutan her insanda tasvir etme isteği uyandırabilir. İlk tanıştığımız zaman bende uyandırdığı istek tanımaktı. Yan
yana bar taburelerinde otururken adımı sorduğunda “Leyla” demiştim; ona gayri
ihtiyari gerçek adımı söylemiştim. Ne de olsa loş barların tabureleri kafası
dumanlı sakinlerine sınırsız isim özgürlüğü tanıyan adacıklar. Bense ona kim
olduğunu ancak birkaç satır sonra ve kabaca, neredeyse kızgınlıkla sormuştum: “Sen
kimsin?”. Aramıza iki tabure arasındaki mesafeden fazlasını koymak istediğim
için kızgın görünmeye çalışmış olabilirim. Veyahut artık biriyle tanıştığımda,
hatta ilk göz göze geldiğimde dahi hayatımda bırakacağı etkiyi az çok
kestirebiliyorumdur. Bir iz bırakacaktı, sezmiştim. Hem merak hem de öfkeyle
sorulan “sen kimsin” sorusu içinde “hiç zamanı değil, sen de nereden çıktın” sorusu
uyukluyordu. Sorumun cevabını yavaş yavaş alıyorum.
Yolun yarısında bir adam. Hayatımda gördüğüm en bezgin adam
belki de. Leman okuduğum ortaokul yıllarıma götürüyor beni. Bezgin Bekir kupam var
o zaman, iki şekerli çayımı en çok o kupayla içmeyi seviyorum. Yıllar sonra,
çay içtiğim kupadaki adam karşımda duruyor. Kahve dolu bir kupa uzatıyor bana. Bendeki
kupanın aynısı.
Bezgin olduğu kadar yorgun da. Genç yaşından beri çalışan
insanlara has bir yorgunluk taşıyor içinde. Bezginlik ise tüm bedenini sarmış
gibi. Başlangıç meridyeni yüzünün orta yerinden geçiyor sanki, doğusunda ve
batısında kalan bütün yüz şekilleri güneye iniyor. Yanakları yer çekimine
teslim. Yalnız bir kere gördüğü memleketinin en heybetli izi, yüzünün tam
ortasında, başlarda hafif bir çöküntüyle de olsa kuzeyden güneye doğru yükseliyor.
Teni öyle beyaz ve solgun ki herhangi biri bile hayatının
bir noktasında veremin bu bedene uğradığını kestirebilir. İnce hastalık, ince
bedenindeki izlerini hala koruyor. Hele yağdan parlayan kavruk bedenlerin
salındığı Bodrum sokaklarında bir akyuvar gibi gezinirken solgun teni daha da
soluyor. Bakışları bile solgun ve bezgin. Gözleri açık kalmak için insanüstü bir çaba sarf ediyor sanki. Gülümseyince insanın içini ısıtan bir ışıltı gelip geçiyor. Gözlerine bakınca, birini hiç
tutkuyla sevmiş midir acaba diye düşünmeden edemiyorum. Düşünür düşünmez
utanıyorum düşüncemden. Sanki tutku benim tekelimde ve bezgin bakan adamlar
tutkuyla sevemez sanki.
Beyaz ve ince, solgun ve bezgin bedeni itinayla güneşten
gölgeye kaçıyor; akciğerinin klimaya tahammülü yok ama paketlerce sigaraya bana
mısın demiyor. İnce sigarası kalın parmaklarına yakışıyor doğrusu. Ayak başparmağı
yan komşusundan kısa. Dünya üzerinde milyonlarca insanın da öyledir eminim ama
milyonlarca kişiden bir tanesinin bu özelliğini bilmek ve ona “bak benim orta
parmaklarım da bitişik” diyerek ayak parmaklarımı göstermek hoşuma gidiyor.
Atkuyruğu yaptığı uzun saçları ve tek küpesi aşinadan da
aşina. Öte yandan, güzel başı kuzey kutbunun iki yanından kelleşmekle
iştigal. Alnına komşu bölge inatçı görünse de hinterlandı inat etmeyi bırakmış
çoktan. Yolun yarısı kuzey kutbuna illa ki uğruyor demek.
Yollar ne denli kolay kesişiyor ve ne denli zor oluyor
yeniden ayrılmaları. Kesişmek için doğru zamanı kollamadıkları muhakkak. Yol
boyunca anlamak ve anlatmak istiyorum. Oysa ekseriyetle susuyor ve yazmak için
bekliyorum. Kim olsa tasvir etmek ister onu. Bir kısmını kendime sakladığım
için eksik ve ismiyle müsemma bir adam olduğu için isimsiz bir tasvir bu. Bana
müsemma olduğum isimle hitap ettiği için içten içe bir teşekkür belki de.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder