18 Aralık 2015 Cuma

Jules et Jim (1962)



Daha önce izlemeliydim, çok önce. On yıl belki. İzlerken aklımdan geçen ilk şey bu oldu. On yıl önce izlemiş olsaydım, bu on yılın en azından birkaçını kurtarabilir miydim? Neden, heba olmuş mu sayıyorum ki? İdealde hayır. Hem on yıl önce, yirmi yaşındayken izlesem bir şey anlamayacak, boş bir gurur duyacaktım Catherine karakterine benzediğim için. Tam olarak boş sayılmaz ama ne kadarını, nasıl anlayacaktım on yıl önce. Kim bilir. Elimde olmadan haksızlık edecektim. Hayır, şimdi daha az ediyorum.

İşin tuhafı, filmin şarkısını yıllardır biliyor ve seviyorum. Hatta Fransızcasını ezberlemeyi iş edineceğim kendime, buraya yazıyorum. Hatta hazır girişmişken Fransızca altyazılı da izlerim belki, Türkçe altyazıları felaketti çünkü. Çeviri yapmamış özet geçmişler resmen. Dünkü Belle de Jour gibi. Kim bilir belki de doğru zamandı bu gece. Yeni projektörümle, kendi evimin duvarında, tek başıma. Kanyak koydukları sahnede kalkıp kendime bir kadeh kanyak koyarak.

Filmin ikinci yarısının ortalarına kadar bir iki kere yerimden kalkıp filmi durdurdum ve buraya not almak istediğim alıntıları seçtim ama sonlara doğru anladım ki baş edilebilecek gibi değil. Replikler öyle iyi işlenmiş ki aralarından seçmek zor. Bu filmi tekrar ve tekrar izleyeceğim. Ve belki tekrar. 

Hiçbir şey anlamazdım yirmi yaşındayken izleseydim. Şimdi bile biraz bulanık. Filmde, daha doğrusu filmin bir noktasında otuz iki yaşında Jeanne Moreau'nun karakteri, benden yalnız iki yaş büyük. Yalnızca iki yaş. 

                                                                           ***


"Catherine n'est pas spécialement belle ni intelligente ni sincère mais c'est une vraie femme... et c'est une femme que nous aimons ... et que tous les hommes désirent ..."






"Meraklı ol" der hocası. "Bu bir meslek değil ki" der Jim. "Henüz değil. Seyahat et, yaz, tercüme yap. Her yerde yaşamayı öğren. Hemen şimdi başla. Gelecek profesyonel meraklılarındır. Fransızlar çok uzun süre sınırlarının içinde kapalı kaldılar. Kaçamaklarının masraflarını karşılayacak birtakım gazeteleri mutlaka bulursun" der hocası.

p.s.: IMDB'deki triviası da leziz bu arada.

8 Aralık 2015 Salı

Üsküdar İskelesi (1960)

1960 yapımı film Üsküdar'a Gider İken'i söyleyen yumuşacık bir kadın sesi ile açılıyor. Film boyunca ara ara eski Üsküdar'ı ve eski birtakım başka yerleri görüyoruz. Kız Kulesi olmasa o çayır çimenin, kayıkhanenin ve arnavut kaldırımlı dar yokuşların Üsküdar olduğunu tahmin etmek güç.

Başrol kadın oyuncu Fatma Girik. Daha 18 yaşında, yüzü tostoparlak ama gözleri Liz Taylor'ın gençliği gibi cayır cayır. Orhan Günşiray'la birlikte Civanmert filmini çevirmesi de bu seneye rastlıyor ama bu filmden önce mi sonra mı bilmiyoruz.

Leyla'yı gülümsetebildiği için keyfine diyecek olmayan Tarık


Fatma Girik'ten sonra insan bir jön adının belirmesini bekliyor ama Suphi Kaner'in ismi gülümseyerek ters köşeye yatırıyor bendeniz cahil cühela Yeşilçam seyircisini. Yalnız başrol değil "ESER VE REJİ" de Suphi Kaner. TSA da dahil birçok kaynakta senarist olarak ise Vedat Türkali adı geçiyor. Kemal İnci reji asistanı; kardeşi Bilal İnci ise sanat yönetmeni. Kötü adam olarak tanıdığımız Bilal İnci dizi oyuncusu Ayçin İnci'nin de dedesi. Yeşilçam'da isim araştırma işine bir girince kimi zaman böyle çorap söküğü gibi birbirini izliyor isimler ve tanıdığım yüzleri ve sesleri neden o kadar iyi tanıdığımı fark etmek çok hoşuma gidiyor.

Bilal İnci
Kemal İnci




















Fatma Girik'in sesi çok tanıdık, daha önce yine siyah beyaz filmlerde defalarca duyduğum bir ses: Suna Pekuysal! Suphi Kaner'i hiç çıkartamıyorum, o kadar derine kazınmış bir ses: Gazanfer Özcan. Sadettin Erbil'in sesini ise şıp diye çıkartıyorum. Kimi seslendirirse seslendirsin dalavereci yüz ifadesi gözümde canlanıyor, oradan da oğlu Mehmet Ali Erbil'in yüzüne anlık bir geçiş. Sonra hop geri dönüyorum siyah beyaz dünyaya. En kötü adamın bir yumrukta, hadi bilemedin iki yumrukta yere serilen Danyal Topatan olduğu; insanların birbiriyle "istirham ederim" diyerek konuştuğu; öğle yemeklerini sefer taslarında taşıdıkları ve günahları kadar sevmedikleri insanlara bile terbiyesiz bir söz söylemedikleri bir dünya bu, geri dönmeyip ne yapayım.

Naiflikleri, kopuklukları, absürtlüklerinin yanı sıra beni gülümseten pek çok yeri oldu. Fatma Girik'ten bir buse koparmaya çalışan Suphi Kaner'in "Üsküdar'da olduğumuzu unutmuşum" diyerek geri basması mesela. Bazı şeyler hiç değişmiyor demek. Ya da mesela adını bir türlü bulamadığım genç arkadaşıyla bir Adana gazinosunda büyük bir şişeden bardaklarına doldurup doldurup bira içerlerken arkada yazan "HARİÇTEN GAZEL OKUMAK YASAKTIR" yazısı. Suphi Kaner'in Havva Ana'ya Ev Ana deyişi bile tek başına güzel. Ya o gündüz çekimini gece diye yutturma çabasına ne demeli. Öyle bir "iyi geceler" diliyorlar ki birbirlerine, ayan beyan öğlen güneşini seve seve görmezden gelebiliyor insan. Çünkü Yeşilçam seyircisi olmak bunu gerektirir. Hoş, Hollywood'un da seyirciye sığınarak bu yönteme başvurmuşluğu vardır.

Suphi Kaner'in başrol oynamışlığı, film yönetmişliği amenna. Akşam akşam Youtube'dan aparttığım bu küçük mutluluğu perçinlediler. Ta ki yaşam öyküsünü okuyana kadar. (Evet bir film izleyince yalnızca filmi izleyip bırakamıyorum maalesef. Neyse ki IMDB'nin trivia bölümü gibi onlarca madde edecek kadar bilgiye sahip olamıyoruz Türk filmleri hakkında. Bir rolde kimin oynadığını bile doğru dürüst bilemiyoruz.)

Suphi Kaner, 1933-1963. Yani bu filmi çevirdikten yalnızca üç yıl sonra ölmüş. Bir insan neden 30 yaşında ölür? İlkin Ahmet Tarık Tekçe gibi trafik kazası geçirmiştir belki diye geçiyor aklımdan. Zamansızlığı öyle yara ki içimde sanki her zamansız ölüm trafik kazasından gelirmiş gibi. Fakat hikaye öyle değil. Suphi Kaner intihar etmiş. Yaşı da bizim yaşımızla 30 değil; evli, iki çocuk sahibi bir 30. 

Ölümünden 6 gün sonra çıkan Ses dergisinde yayınlandığı iddia edilen bir yazıda yapımcıların kendisini alkol bağımlılığından dolayı boykot ettikleri, kendisini intihara bunun sürüklediği yazıyor. Kendisine göre ise "röntgenci" rolü oynamak istemediği için boykot ediliyor. Ses dergisinden alındığı söylenen yazı şuradan okunabilir. 

Savaş Ay ise 2010 yılında yazdığı bir yazıda şöyle yazmış: 

"Alkolle sorunu olduğu için setlerde de 'sorunlar' yaşıyor, film şirketleriyle arasında anlaşmazlıklar çıkıyordu. Anlaşması olduğu halde filmi yarım bırakır ve çekimlere gitmez. Bunun üzerine Nevzat Pesen, işi aksattığı ve şirketi zarara uğrattığı için Suphi Kaner'i, Prodüktörler Cemiyeti'ne şikâyet eder. Prodüktörler Cemiyeti de 1963'ün Haziran ayında bir bildiri yayınlayarak tüm film şirketlerine gönderir ve Suphi Kaner'e "iş verilmemesini rica eder. Bu boykottan sonra sinemamızın önemli ve yetenekli aktörü Suphi Kaner en verimli günlerinde, işsiz kalmıştır. Kırgın ve küskündür. 
1963 yılının Ağustos ayında, henüz 30 yaşındayken arkadaşı Afif Yesari'nin evinde, üç tüp "Nembutal" adlı haplardan içip intihar ederek yaşamına son verir."

Üsküdar İskelesi'nin son dakikalarında kötü adamları jiu-jitsu kitabına bakarak dövdüğü sahnedeki bakışını görünce "aslında çok iyi kötü adam da olurmuş" dedim. Gözlerini pörtlettiği zaman Peter Lorre'ye de çalmıyor değil. 

Hangi sebeple intihar etti bilmiyorum fakat sızlayan bir mahrumiyet duygusu kapladı içimi. Ertesi yıl 1964'te de Ahmet Tarık Tekçe'yi kaybediyoruz zaten. Akşam akşam kendi kendime yarattığım bu küçük mutluluk derin bir mahrumiyet, yalnızlık ve hüzünle son buluyor.



"Komedyen Naşit'i öldürenlerin oğulları, beni de öldürmek istiyor..." derken neyi kastediyor?