Sert bir gerçekliği göğsümde
yumuşatıyorum. Göğsüm kanıyor, umurum değil.
Mazı’ya geldim. Fakat bu
defa evimize değil, hikâyenin başladığı yere, çocukluğumun ve ilk gençliğimin tüm
yazlarının geçtiği pansiyona. Tek başıma. Saymış, insanın doksan dokuz farklı
yalnızlığı olduğunu söylüyor şair. Dün bir iki tanesinin daha kilidini açtım
sanırım.
Küçük valizim ve sırtımda
bilgisayar çantamla odaya girip de mini buzdolabında Leyla şarabı ve soğuk
kadehler bulmak güzeldi (Teşekkürler baba). Bu odada ilk defa kalıyorum. Otuz
yıl önce çadırla gelmeye başladığımızda, mutfağın üstündeki bu kat yoktu.
Bungalovlar da yoktu. Çadır kurulacak mandalina ağacı gölgeleri ve üç ön oda
vardı yalnızca. Bir de biz. Birkaç ulusun, eşit ve hür bir dünyaya inananları
ve onların çocukları olan bizler.
Ayağıma halhaldan başka şey
takmadan ve âşık olacak yer arayarak geçirdiğim yazların mekânı burası. Şu an
Leyla yudumlamakta olduğum odanın üç metre ilerisindeki denizin suyunu, yaz
bitiminde küçük pet şişelere doldurur, birkaç dal da (sırf böyle bir şey olduğunu
yeni öğrendiğim için “gelin çiçeğim” dediğim) mimoza koparıp alırdım yanıma. Bunu
yapmaktaki tek amacım zamanı durdurmaktı. Alt tarafı zamanı durdurmak. Gitmek
istemezdim hiç. İstanbul'a döndükten kısa süre sonra, şişeye hapsettiğim su dayanılmaz kokular
salmaya başlar, lavabo giderini boylardı. Mimozalar hep kurudu. Zaman geçti,
benim boyum biraz uzadı. Pek fazla değil ama olsun.
Dün akşamüstü denizi
izlerken düşündüm de… Zamanı durdurmak istemiyorum artık. Geri dönmek de
istemiyorum. Anne babamın yaşlanması sinirimi bozuyor ama ona da alıştım galiba. Her şey, her yer, herkes değişiyor, evet. Bunu idrak
etmekle kabullenmek aynı anda oldu, ikisi aynı şeymiş gibi. Hâlbuki
yaşayanlardan çok ölenlerimizi andım orada otururken. Salt katıksız sevgiyle
andım. Özlem veya burukluk dahi duymadım. Katı bir idrak ve kabulleniş oldu
galiba. Nostalji-geçirgen değil.
***
Akşam yemeği biraz zor
başladı. Mekânın en uzak ucundaki büyük masada, nefis deniz levreğiyle
bakışırken buldum kendimi. Üç adım ötemde kırılan akşam dalgaları, mimoza
ağacının arasından kırpışan yıldızlar… Bu iş böyle olmayacaktı. Rakı aldım. Ve
daha dudağıma değmeden güzelleşti her şey. Kulağıma kulaklıkları takıp sanat
müziği çalan bir radyo açtım. İnanılmaz bir keyifle koyduğum rakıdan bir yudum
aldım. Tam levreğe dalmışken Kahraman geldi, burnunu koydu kucağıma. Levreği
bölüştük. Radyoda “Mihrabım diyerek” çaldı. Altında yemek yediğim ağaca gözüm
daldı, buradaki her ağacın her dalının her kıvrımını ezbere bildiğimi fark
ettim.
En önemlisi Didem Madak
vardı masada. Bana yeni bir yalnızlığın kapısını aralayan o oldu. Can sıkıcı
bir yalnızlık değildi birlikte içtiğim, hayır. Didem Madak vardı. Etrafıma
pek aldırış etmeden Kahraman’la konuşuyor, kulağımdaki şarkıya eşlik ediyor,
bir yudum alıp on satır daha okuyordum. Dünyaya gülümsüyordum. Kendimi
hatırladım. Aslım esasım buydu, doğru ya. Buydum ben. Ne iyi. Hiç fena
olmamışım. Masamın yanından yalın ayak koşarak geçen sekiz yaşındaki ben görse
öyle derdi. “İyi, hiç fena olmamış”. “Yaşlı ama genç gibi yaşlı” diye içinden
geçirir ama söylemezdi bücür. Yüzüme yerleşmiş acılığı ve suskunluğu seçebilir
miydi acaba o keyif ve huzur dalgaları arasından? Seçebilirdi. Nedenini
bilebilir miydi? Bilemezdi. O bilmesin.
Tesadüf bu ya, çeyrek asır
önce sahilde yaktığımız ateşin etrafında üç dilden Enternasyonel söylediğimiz
İtalyanlara rastladım. Yaşlanmışlar. Yaşlanmışız. Hepimiz birbirimize bakınca
geçmişi anımsadığımız için mutlu oluyoruz belki. “Hiç değişmedin” dedi bir
tanesi. “Sizi yalnız bırakmamak, size destek olmak için buraya gelmeye inatla
devam ediyoruz” dedi diğeri. “Eksik olmayın” dedim uyduruk bir İngilizceyle,
“ama yalnızız”. Masanın soru sorulup uzun uzun cevap vereni, gözünün ağzının
içine bakarak dinleneni olmak canımı sıktı. Rakımın son yudumunu da aldıktan
sonra bardaklarımı parmaklarımın arasına sıkıştırıp “Sıktım sizi de” diyerek
izin istedim. Canı burulan bendim.
***
Bodrum’a girerken sağda,
etrafından döndüğümüz iri bir kaya kütlesi vardı. Oraya yaklaşırken “Şimdi
bütün dertlerimizi burada bırakıyoruz, dönerken alacağız” derdi babam, inanır
bırakırdım ben de. Derdim hep dağlardan büyüktü ne de olsa, âşıktım. Bu defa
tek başıma yola çıkıyordum. Uğurlarken öyle demedi de “Bu iki gün çalışma, bilgisayarını
açma, tatil yap” dedi. Otuz üç değil de yine sekiz yaşımdaymışım gibi dinledim
sözünü. Bilgisayarı açmadım, ay sonu teslim etmem gereken çevirinin yüzüne
bakmadım. Başıma kalan aşkı bile düşünmedim, aklımın uzağında tuttum. En çetin
mücadele de o oldu ama başardım. Bu iki günü yalnızca kendime ayırdım. İki
kitaba birden başladım: Türklük Sözleşmesi ve Erkeklik: İmkânsız
İktidar. Birinin dipnotlarında diğerine atıf yaptığını görünce sevindim.
Doğru ikiliyi seçmişim. Akşam yemeklerini ise Didem Madak’la yiyorum, rakıyı
bölüşüyoruz. Karşımdaki muhayyel gözlerinin içine bakarak gülümsüyorum. Kırk
bir yaşında göçüp gitmiş. Dizeleri sayfalara mıhlıyor beni, kıpırdayamıyorum.
Onu okurken şeffaf gibiyim, kim kimi okuyor belli değil.
Akşamüstü denizden çıktım.
Odaya çıkmadan bir bira kaptım aşağıdan. Odaya girdim, içinde kitapların makalelerin
olduğu bez çantayı yatağın üzerine atıp balkona kuruldum. Tepenin ardında
batmakta olan güneşin menevişlendirdiği denize uzattım ayaklarımı. Kulağımda
radyo. Soğuk birayı açtım. Yirmi yıl önce kömür kalemle çizdiğim tepeleri,
denizi izledim. Yitip giden yeteneğime ağlamadım bu defa, sızlanmaktan da
sıkılmışım demek. Bir hafiflik geldi ki anlatmalıyım. Hani açık mavi gökyüzünde
tek başına minicik bir bulut olur ya bazen, o bulut gibi oldum. Tek bir an.
Geçecek biliyorum. Ne kadar hızlı içsem de bira ısınacak. Teslim tarihleri
kovalayacak peşimden. Sevdiğim insanlar ölecek veya öldürecekler kendilerini,
belki ben ölüvereceğim. Olacak bunlar, adımdan daha eminim çünkü adımın Leylâ olma
olasılığı daha yüksek.
Vedalaşmadım. İçimden
gelmedi. Başlangıç ve bitiş noktasını artık seçemiyorum zira. Sürekli bir akış
hali yalnız. Mesela dilediğim an Merih’teyim. Aşktan neredeyse ışıyarak, dolup
dolup taşarak bakıyorum ömrümce özlediğime. Sonra Şile’de, yine pet şişeye
doldurduğum bir iki gün var.
Vedalaşmak zorunda olduğum
bu denizin dibinde onlarca halhalım var benim. Her birini bileğimden kendi
ellerimle çıkarıp attım denize. Hiç inancım olmadı. Dileğe adağa, nazara hızıra
hiç inanmadım. Yalnız sevgiye inandığım için ritüel edindiğim bir iki pratik
oldu diyelim. On beş yıldır parmağımdan çıkarmadığım labradorit yüzüğümü
Şile’de kaybettiğim zaman üzüntüden ölmediysem, onu gerçekleştirilmiş bir adak
saydığım için. Aslında yokluğunun acısını her gün duyuyorum ama daha önemli bir
yokluğa karşı adadım varlığını. Yüzüğüm kadar olmasın halhallarımı da severdim.
Yani acaba kısaca, en değerli gördüğüm her ne ise, onu dilerken, o an sahip
olduğum en değerli şeyden vazgeçme âdetim olduğunu söyleyebilir miyiz? Böylece
dileğimin gerçekleşmesini ne denli çok istediğimi mi kanıtlamış oluyorum acaba?
Velhasıl, İnceyalı denizinin
dibi aşka adanmış halhallarla dolu. Bir de meteor yağmuru olurdu her Ağustos.
Buradaki son gecemde odamın balkonuna çıkıp oturmamla birlikte bir yıldız
Datça’nın üzerinden denize balıklama dalınca yine o yağmura denk geldim sandım.
Dakikalarca bekledim, yağmadı. Yine de başka hiçbir yerde göremediğim gece
göğünü izlemekten alamadım kendimi. Koyun karanlığına gözün alıştıkça sayıları
sürekli artan milyonlarca yıldız ve Datça’dan Mazı’ya bir yorgan gibi uzanan
Samanyolu. Varsın yıldızlar da halhalım da dursunlar yerinde. Dileyecek bir şey
gelmiyor aklıma.