Mazı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mazı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ağustos 2018 Perşembe

Bu Anda Ne Düşmek Dalgalara


                                    Sert bir gerçekliği göğsümde yumuşatıyorum. Göğsüm kanıyor, umurum değil.

Mazı’ya geldim. Fakat bu defa evimize değil, hikâyenin başladığı yere, çocukluğumun ve ilk gençliğimin tüm yazlarının geçtiği pansiyona. Tek başıma. Saymış, insanın doksan dokuz farklı yalnızlığı olduğunu söylüyor şair. Dün bir iki tanesinin daha kilidini açtım sanırım.

Küçük valizim ve sırtımda bilgisayar çantamla odaya girip de mini buzdolabında Leyla şarabı ve soğuk kadehler bulmak güzeldi (Teşekkürler baba). Bu odada ilk defa kalıyorum. Otuz yıl önce çadırla gelmeye başladığımızda, mutfağın üstündeki bu kat yoktu. Bungalovlar da yoktu. Çadır kurulacak mandalina ağacı gölgeleri ve üç ön oda vardı yalnızca. Bir de biz. Birkaç ulusun, eşit ve hür bir dünyaya inananları ve onların çocukları olan bizler.

Ayağıma halhaldan başka şey takmadan ve âşık olacak yer arayarak geçirdiğim yazların mekânı burası. Şu an Leyla yudumlamakta olduğum odanın üç metre ilerisindeki denizin suyunu, yaz bitiminde küçük pet şişelere doldurur, birkaç dal da (sırf böyle bir şey olduğunu yeni öğrendiğim için “gelin çiçeğim” dediğim) mimoza koparıp alırdım yanıma. Bunu yapmaktaki tek amacım zamanı durdurmaktı. Alt tarafı zamanı durdurmak. Gitmek istemezdim hiç. İstanbul'a döndükten kısa süre sonra, şişeye hapsettiğim su dayanılmaz kokular salmaya başlar, lavabo giderini boylardı. Mimozalar hep kurudu. Zaman geçti, benim boyum biraz uzadı. Pek fazla değil ama olsun.

Dün akşamüstü denizi izlerken düşündüm de… Zamanı durdurmak istemiyorum artık. Geri dönmek de istemiyorum. Anne babamın yaşlanması sinirimi bozuyor ama ona da alıştım galiba. Her şey, her yer, herkes değişiyor, evet. Bunu idrak etmekle kabullenmek aynı anda oldu, ikisi aynı şeymiş gibi. Hâlbuki yaşayanlardan çok ölenlerimizi andım orada otururken. Salt katıksız sevgiyle andım. Özlem veya burukluk dahi duymadım. Katı bir idrak ve kabulleniş oldu galiba. Nostalji-geçirgen değil. 

Oysa deniz kıyısına çömelmiş, kendi kadar bir pet şişeye dalgaları sığdırmaya çalışan sekiz yaşım şu. Her yaz olduğu gibi o yaz da hayattaki tek dileğini, yani ileride çok âşık olmayı dileyerek halhalını çıkarıp denize atan on iki yaşım. On dört yaşım bir gece yarısı herkes yattıktan sonra oturmuş, hayatının ilk rakısını yudumluyor, oysa babası söz vermiş dört yıl sonra karşılıklı içeceklerine. Bekleyemez on dört yaşım, o kadar uzun yaşayacağının garantisi yok. On yaşım heyecan içinde makarena yapıyor Niccolo ve yirmi çocukla daha. Giderayak eline, zorla İtalyancaya çevriltilmiş bir aşk mektubu tutuşturuyor. Hâlbuki çocuğun tek numarası içine kapanık ve suratsız olması. Belki bir de dikdörtgen gözlük çerçeveleri. Yirmi yaşım âşık olmuş, yirmi ikim savrulmakta. Bu küçük koya baktığım zaman hepsini birden aynı anda görebiliyorum. Hepsi bendim. Hepsi hâlâ ben. Zaman ve mekân geçişli, tüm benlerim aynı anda yaşanmakta. Belki de o yüzden geriye dönme ihtiyacı hissetmiyorum. Buradayız işte, kimse bir yere gitmiyor. Otuz üç yaşımın ise tek tabak-tek çatal-tek bıçaklı masasında kendisine bir rakı koyuşu var, Grace Kelly pes derdi bu mağrurluk karşısında.

***

Akşam yemeği biraz zor başladı. Mekânın en uzak ucundaki büyük masada, nefis deniz levreğiyle bakışırken buldum kendimi. Üç adım ötemde kırılan akşam dalgaları, mimoza ağacının arasından kırpışan yıldızlar… Bu iş böyle olmayacaktı. Rakı aldım. Ve daha dudağıma değmeden güzelleşti her şey. Kulağıma kulaklıkları takıp sanat müziği çalan bir radyo açtım. İnanılmaz bir keyifle koyduğum rakıdan bir yudum aldım. Tam levreğe dalmışken Kahraman geldi, burnunu koydu kucağıma. Levreği bölüştük. Radyoda “Mihrabım diyerek” çaldı. Altında yemek yediğim ağaca gözüm daldı, buradaki her ağacın her dalının her kıvrımını ezbere bildiğimi fark ettim.

En önemlisi Didem Madak vardı masada. Bana yeni bir yalnızlığın kapısını aralayan o oldu. Can sıkıcı bir yalnızlık değildi birlikte içtiğim, hayır. Didem Madak vardı. Etrafıma pek aldırış etmeden Kahraman’la konuşuyor, kulağımdaki şarkıya eşlik ediyor, bir yudum alıp on satır daha okuyordum. Dünyaya gülümsüyordum. Kendimi hatırladım. Aslım esasım buydu, doğru ya. Buydum ben. Ne iyi. Hiç fena olmamışım. Masamın yanından yalın ayak koşarak geçen sekiz yaşındaki ben görse öyle derdi. “İyi, hiç fena olmamış”. “Yaşlı ama genç gibi yaşlı” diye içinden geçirir ama söylemezdi bücür. Yüzüme yerleşmiş acılığı ve suskunluğu seçebilir miydi acaba o keyif ve huzur dalgaları arasından? Seçebilirdi. Nedenini bilebilir miydi? Bilemezdi. O bilmesin.

Tesadüf bu ya, çeyrek asır önce sahilde yaktığımız ateşin etrafında üç dilden Enternasyonel söylediğimiz İtalyanlara rastladım. Yaşlanmışlar. Yaşlanmışız. Hepimiz birbirimize bakınca geçmişi anımsadığımız için mutlu oluyoruz belki. “Hiç değişmedin” dedi bir tanesi. “Sizi yalnız bırakmamak, size destek olmak için buraya gelmeye inatla devam ediyoruz” dedi diğeri. “Eksik olmayın” dedim uyduruk bir İngilizceyle, “ama yalnızız”. Masanın soru sorulup uzun uzun cevap vereni, gözünün ağzının içine bakarak dinleneni olmak canımı sıktı. Rakımın son yudumunu da aldıktan sonra bardaklarımı parmaklarımın arasına sıkıştırıp “Sıktım sizi de” diyerek izin istedim. Canı burulan bendim.

***

Bodrum’a girerken sağda, etrafından döndüğümüz iri bir kaya kütlesi vardı. Oraya yaklaşırken “Şimdi bütün dertlerimizi burada bırakıyoruz, dönerken alacağız” derdi babam, inanır bırakırdım ben de. Derdim hep dağlardan büyüktü ne de olsa, âşıktım. Bu defa tek başıma yola çıkıyordum. Uğurlarken öyle demedi de “Bu iki gün çalışma, bilgisayarını açma, tatil yap” dedi. Otuz üç değil de yine sekiz yaşımdaymışım gibi dinledim sözünü. Bilgisayarı açmadım, ay sonu teslim etmem gereken çevirinin yüzüne bakmadım. Başıma kalan aşkı bile düşünmedim, aklımın uzağında tuttum. En çetin mücadele de o oldu ama başardım. Bu iki günü yalnızca kendime ayırdım. İki kitaba birden başladım: Türklük Sözleşmesi ve Erkeklik: İmkânsız İktidar. Birinin dipnotlarında diğerine atıf yaptığını görünce sevindim. Doğru ikiliyi seçmişim. Akşam yemeklerini ise Didem Madak’la yiyorum, rakıyı bölüşüyoruz. Karşımdaki muhayyel gözlerinin içine bakarak gülümsüyorum. Kırk bir yaşında göçüp gitmiş. Dizeleri sayfalara mıhlıyor beni, kıpırdayamıyorum. Onu okurken şeffaf gibiyim, kim kimi okuyor belli değil.

Akşamüstü denizden çıktım. Odaya çıkmadan bir bira kaptım aşağıdan. Odaya girdim, içinde kitapların makalelerin olduğu bez çantayı yatağın üzerine atıp balkona kuruldum. Tepenin ardında batmakta olan güneşin menevişlendirdiği denize uzattım ayaklarımı. Kulağımda radyo. Soğuk birayı açtım. Yirmi yıl önce kömür kalemle çizdiğim tepeleri, denizi izledim. Yitip giden yeteneğime ağlamadım bu defa, sızlanmaktan da sıkılmışım demek. Bir hafiflik geldi ki anlatmalıyım. Hani açık mavi gökyüzünde tek başına minicik bir bulut olur ya bazen, o bulut gibi oldum. Tek bir an. Geçecek biliyorum. Ne kadar hızlı içsem de bira ısınacak. Teslim tarihleri kovalayacak peşimden. Sevdiğim insanlar ölecek veya öldürecekler kendilerini, belki ben ölüvereceğim. Olacak bunlar, adımdan daha eminim çünkü adımın Leylâ olma olasılığı daha yüksek.

Vedalaşmadım. İçimden gelmedi. Başlangıç ve bitiş noktasını artık seçemiyorum zira. Sürekli bir akış hali yalnız. Mesela dilediğim an Merih’teyim. Aşktan neredeyse ışıyarak, dolup dolup taşarak bakıyorum ömrümce özlediğime. Sonra Şile’de, yine pet şişeye doldurduğum bir iki gün var.

Vedalaşmak zorunda olduğum bu denizin dibinde onlarca halhalım var benim. Her birini bileğimden kendi ellerimle çıkarıp attım denize. Hiç inancım olmadı. Dileğe adağa, nazara hızıra hiç inanmadım. Yalnız sevgiye inandığım için ritüel edindiğim bir iki pratik oldu diyelim. On beş yıldır parmağımdan çıkarmadığım labradorit yüzüğümü Şile’de kaybettiğim zaman üzüntüden ölmediysem, onu gerçekleştirilmiş bir adak saydığım için. Aslında yokluğunun acısını her gün duyuyorum ama daha önemli bir yokluğa karşı adadım varlığını. Yüzüğüm kadar olmasın halhallarımı da severdim. Yani acaba kısaca, en değerli gördüğüm her ne ise, onu dilerken, o an sahip olduğum en değerli şeyden vazgeçme âdetim olduğunu söyleyebilir miyiz? Böylece dileğimin gerçekleşmesini ne denli çok istediğimi mi kanıtlamış oluyorum acaba?

Velhasıl, İnceyalı denizinin dibi aşka adanmış halhallarla dolu. Bir de meteor yağmuru olurdu her Ağustos. Buradaki son gecemde odamın balkonuna çıkıp oturmamla birlikte bir yıldız Datça’nın üzerinden denize balıklama dalınca yine o yağmura denk geldim sandım. Dakikalarca bekledim, yağmadı. Yine de başka hiçbir yerde göremediğim gece göğünü izlemekten alamadım kendimi. Koyun karanlığına gözün alıştıkça sayıları sürekli artan milyonlarca yıldız ve Datça’dan Mazı’ya bir yorgan gibi uzanan Samanyolu. Varsın yıldızlar da halhalım da dursunlar yerinde. Dileyecek bir şey gelmiyor aklıma.







6 Nisan 2017 Perşembe

Yerçekimsiz Gün

En son ne zaman hiçbir şey düşünmedin? Ben bugün bir ara hiçbir şey düşünmedim. Utanç bile duymadım bundan. Utanmayı bile düşünmedim.

Sahile gitmek için evden çıktığımda havada bulut yoktu. Buna sevinerek başladı her şey. "Çocuk gibi sevindim" yazmak geliyor içimden. Ama bunu fark etmezdim ki çocukken. Gökyüzümde bulut yoktu o zaman. Bulutların güneşin yüzünü göstermediği yeterince gün gördükten sonra bugünkü kadar sevinebilirdim ancak bulutsuzluğa. Yetişkinler gibi sevindim o yüzden. Varlığından bile haberdar olmadığı bir özlemi dinmiş yetişkinler gibi.

Ellerim eteğimin geniş cepleri içinde sahile vardığım zaman bir kapının içinden geçmiş gibi hissettim kendimi. Şimdi, saatler sonra düşününce bir film sahnesi gibi geliyor. Kadrajdaki her şeyin ve herkesin olduğu gibi donduğu ve protagonistin bu hareketsizlik içinden geçip gittiği o sahnelerden biri. 

Yaprak kıpırdamıyordu. Su kıpırdamıyordu. Ses bile kıpırdamıyordu. Yalnız ben -herkes gibi kendi hayatının protagonisti- ellerim ceplerimde, yüzümü günebakanlar gibi yukarı kaldırıp gülümseyerek acelesiz yürüyordum kıyı boyunca. Tek duyabildiğim, üzerine bastığım küçük taşların sesiydi.



Bu dünyada bir yer aradım kendime. Çok değil, kendimi koyabileceğim kadar bir yer sadece. Büyük kayaların dibinde karar kıldım yine. Denizin bu olağandışı uysallığını fırsat bilip hemen kenarına kurdum yerimi. Bir ayağım mesafesinde yakındım denize; deniz bana ufacık bir dalga mesafesinde uzak. Ne diye ayrı gayrı olalım.



Buz gibi suya bıraktım kendimi. Koyun bir ucundan diğerine yüzdüm durdum. Sol yanımda ay, sağ yanımda güneş. Kah doğan aya doğru yüzdüm, kah batan güneşe doğru. Utanma duygumu o vakit anımsadım biraz. Denizi rahatsız ettiğimi hissettim. Bunu sözcüklerle, hatta fotoğrafla bile anlatması güç. Film belki. Gerçi şimdi düşününce denizi rahatsız etme endişesinin de içinde biraz kibir taşıdığını fark ediyorum. Ben ki bir insancık, denizi olsa olsa gıdıklayabilirim ancak. 

Kıpırtısızlık gözümün alabildiği her şeye sirayet etmişti. Sükunet sinmişti her köşeye. İlişmeye kıyılamayacak öyle bir huzur vardı ki elimde olsa nefes almazdım. Bir bütündü doğa. Ben fazlaydım. Yine de saygılı bir işgalci gibi orada olmaya devam ettim. 

Kurbağalarken kollarımla usulca ikiye ayırdığım suyun sesinden başka ses yoktu koyda. Durduğum vakit, o da yoktu. Evreni duyumsar gibi oldum. Vakumlu bir çukur tabağın içinde serseri gibi geziniyor olabilir miydik evrende? Bıraktım böyle gülünç şeyler düşünmeyi. Onun yerine gözlerimi kapatıp yüzmeye devam ederek uçtuğumu hayal ettim.

Bunu hayal etmeyenler de vardı. Uçan balıklar. Her biri Kalamata zeytini kadar onlarca balık zıplayarak geçtiler önümden. Biraz sonra sokkan büyüklüğündeki balıkların da uçabildiklerini öğrendim. Ama içlerinden birinin sahiden sokkan olduğundan şüpheleniyorum. O uçmuyordu zaten. Taşların arasında yiyecek ararken katılıyordu yalnız uçanlara. Ben yüzerken benimle birlikte yüzenleri ise çıkaramadım ama bir yerden tanıdığıma eminim onları da.


Nasıl da berraktı su, nasıl pürüzsüz. Saten gibi. Cam gibi. Camgöbeği yakıştırmasının sırrına vardım sonra. O yeşilin başka bir açıklaması olamazdı sahiden de. Hele kırılan gün ışığının metrelerce aşağıdaki yansımalarını izlemek... Cennet olsaydı böyle bir şey olmalıydı. Bunun daha azı kesmezdi. Daha fazlası da kesmezdi. 

Dengedeydim. 

Akşamüstü oradan ayrılırken, önüne kurulduğum kayaların arasında paslanmış, benim kadar bir çapa olduğunu gördüm. Ellerim eteğimin geniş cepleri içinde sallana sallana eve döndüm. Ama düşünceler gerisingeri üşüşmüştü bir kere.  



28 Mart 2017 Salı

Bahar Firarı

Sarı çiçeğin adı azgan.
Bu bahar da duramadım, kaçıp geldim Mazı'ya. Tabiatın uyanışına tanıklık etmenin iyileştirici bir etkisi var. Film Festivali'nden bile cazip. Bir tek, tomurcuklanmış halde bıraktığım yetim sarı lalelerimin yüzünü bu bahar da göremeyecek olmak koyuyor biraz. Onun dışında, beni doğduğum şehre bağlayan hiçbir şey kalmadı artık. Toprak her geçen sene beni daha çok kendine çekiyor. 

Mart sonu Nisan başında geldiğim zaman uyanışını görüyorum toprağın. İçi kurumuş, sade kabuğu kalmış gibi görünen veya yıldırımın çarpmasıyla kırılıp yıkılmış ağaçların bile kırgın dallarını akıl almaz bir yaşama arzusuyla donattıkları günler bunlar. Yaşamaktan nasıl yıldığımı düşündükçe o ağaçlardan utanıyorum. Halbuki alt tarafı rüzgar kırdı dalımı.





Hayatın fışkırmadığı tek bir karış yok burada. Abartmıyorum. Çiçeklere basmadan yürümenin imkanı yok ki ben, basmayayım diye önüme bakarak, 34 numara ayaklarla sekiyorum. Tabi kaplumbağalara da dikkat etmek gerekiyor. Yanımdan yöremden türlü çeşit kelebek uçuşuyor sürekli. Bir film sahnesi canlanıyor gözümde. An Affair to Remember'ın (1957) Türkiye versiyonu olan Yağmur (1971) filminde Hülya Koçyiğit'in İnci Çayırlı seslendirmesiyle şarkı söylediği şu sahne: 




Mavi tuvaleti içindeki Hülya Koçyiğit gibi cümle hayvanatın arasında çiçeklerin üzerine kurulmak ve yine Hülya Koçyiğit'in The Sound of Music'in (1965) Türkiye versiyonu olan Sen Bir Meleksin (1969) filmindeki iyimserliğiyle şarkılar söylemek geliyor içimden (Ediz Hun sabit). Fakat elbette beyaz zambakların arasında poz kesmeye çalışırken Ediz Hun sabiti yerini Kartal Tibet'e bırakıyor, zira Kerime Nadir'in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan Zambaklar Açarken'de Filiz Akın ve Kartal Tibet asla kavuşamazlar ve filmin sonunda Filiz Akın beyaz zambakların açtığı tepeye defnedilir. Onu da toprak çekmişse demek ki. 

Babamın, her birinin isminden tam olarak nerede bittiğine kadar şeceresini ezbere bildiği çiçeklerle kaplı harımlardan geçerken "halı gibi..." diye geçirdim içimden. Sonra "gibisi fazla" diye düzelttim kendimi. Halılar ve bahçeler arasındaki tarihsel ilişkiyi hatırladım:

11 Temmuz 2014 Cuma

Kimse Ölmemiş Gibi

Bazen tek bir şarkı yeter. Ama bunu siz de biliyorsunuz zaten. 

Birkaç gün sonra Mazı'ya gidiyorum. Gidiş bileti, dönüş bileti her şey hazır. Eskiden ne güzel, nereye gidilecekse anan baban paketler götürürdü seni. Yanıma ne alacağım, kaçta çıkarsam yetişirim derdi yok. 

Mazı'ya gidiyorum. Demin bu şarkı çaldı radyoda. Dinlerken dinlerken başka türlü gitmek geldi içimden. Ne bileyim işte. Eskiden nasılsa öyle gitmek. Yok, paketlenerek değil de... Kimse ölmemiş, kimseyi kaybetmemişim gibi işte. 

Taşla toprakla saatlerce oynayıp da sıkılmayan o çocuk gibi. O yaz en değerli şeyi bileğindeki halhalı olan. Yalınayak oradan oraya koşuşturan ve oradan oraya koşmayı çok eğlenceli bulan. Kıçının başının nasıl göründüğünü dert etmeyen. Bütün bebeklerini taşımaya üşenmeyen (taşıtmaktan utanmayan). Büyüklerin türkülü rakı sofrasının kenarındaki iki sandalye üzerinde dünyanın en rahat uykusuna dalan. Ana babası henüz altmış beş yaşında olmayan.

O zaman henüz bir otel ateşe verilip yakılmamıştı insanlar. Sabah evden çıkıp arabasına binen bir adam arabanın havaya uçmasıyla ölmemişti. Henüz kimse ölmemişti. Benim için. Ruhi Su ölmüştü bir tek ama o da hep var gibiydi. Çok sevilen bir aile büyüğü gibi hep bir parçamız olmuştu. Su Dede sayılmaz o yüzden. 

Bodrum yine Bodrum'du, kalabalıktı, sıcaktı ama Zeki Müren'i görebiliyordun Penguen'de dondurma yerken. Babam, on sekizime gelince Halikarnas Disko'ya gideceğimizin sözünü veriyordu. İnanıyordum. Ama zaten babam ne derse inanıyordum ben. Baba dediğin öyle bir şey. Ay'a gittim dese inanırım. Şimdi dese şimdi inanırım. 

Her yaz sonu Mazı'dan, daha doğrusu İnceyalı'dan ayrılırken kan ağlıyordu içim. Hayat orası kadar, o kadarcık, o insanlarla birlikte olsun istiyordum. Daha fazlasına ihtiyacım yoktu, istemiyordum. Küçük bir  bir pet şişeye deniz suyu, kum, çakıl filan dolduruyordum yola çıkmadan önce. 

İstanbul'a döndükten birkaç hafta sonra su iyice bulanıklaşmış ve şişenin kapağını açmak istemeyeceğim kadar kötü kokmuş oluyordu. Mecbur döküyordum. Dökerken de kan ağlıyordu içim. Mazı'ya, Mazı'daki mutlu günlere tutunmak istiyor, bir türlü beceremiyordum. Kayıp gidiyordu. Çok küçüktü ellerim. 

Zaman benden büyüktü. Annemden babamdan bile büyük. Ölüyorduk. Yavaş yavaş. Hepimiz. Küçük bir pet şişeye koyup saklayamıyormuşuz hiçbir şeyi, hiçkimseyi. Yine de her gittiğim yere beraberimde götürmeyi öğrendim. Pet şişesiz. 

Ömür geçiyor, ömrümüz. Ölmekten dehşetli korkuyorum hâlâ, hatta üzülüyorum öleceğim için, kederleniyorum. Bazen, artık daha fazla sevdiğimin ölümünü görmeden ölmek istiyorum. O iş öyle olmuyor, biliyorum. 

Bu yaz Mazı'ya öyle bir gitmek istiyorum ki 30'uma merdiven dayamış gibi değil de bu şarkı çıktığındaki gibi (Sezen, bizim Sezen'imiz iktidara göz kırpmamış daha o zaman).Kuaför koltuğuna oturtulmuş, ayakları havada sallanan ve elindeki kasetin kapağını kuaförün burnuna sokup "böyle, bir tarafı kısa bir tarafı uzun" diyen çocuk gibi gitmek istiyorum. Halhalımı her gördüğümde ilk defa görmüş gibi mutlu olmak, annemle babamı rakı içerken izlemek, annemin yeniden türkü söylediğini duymak istiyorum. Bunu da okuyorsun değil mi anne? Senin türkü söyleyen sesin benim bugüne kadar duyduğum en güzel ses. 

Ve elbirliğiyle hazırladığımız o güzel rakı soframızda kötü adamları konuşmayalım bu yaz. Ömür geçiyor, ömrümüz. Ben sizi güldürecek bir şeyler illaki bulur anlatırım. Bahsetmeyelim kötü adamlardan. Kaybettiklerimizin her birine birer kadeh kaldıralım ama. Ne olur, bu yaz yalnız güzellikler içine saklansak... Ölmek bilmeyen çirkin adamları değil de hayatımıza güzellik katıp aramızdan ayrılmış güzel adamları, güzel kadınları ansak yalnız. 

Sonra hep birlikte gülümseyelim işte. Hadi gülümseyelim, n'olur! 


30 Haziran 2014 Pazartesi

temenni

yaşlanmak, yaşlandıkça yeni anlamlar kazanıyor. senden genç insanların fazlalaşması mesela ya da gittikçe daha fazla ölü insan tanımak.
sanırım artık, karşılıklı keyifle rakı içmiş olduğum insanların geride farklı bir boşluk, bir yara bırakarak gittiklerini söyleyebilecek kadar çok insan kaybettim. bugün, az önce aldığım boktan ve hiç beklenmedik bir haberle bunu fark ettim. 
yirmi beş yıldır tanıdığım bir abimi kaybettim. hiç gideceği olmayan güzel bir insan.
karşılıklı rakı içtiğimiz akşamlar geldi aklıma. "iyi içiyorsun" derdi, iyi de içerdik. o yaz tek kalıyordum, annemler yoktu. yalnız, belki meşrebince "sahipsiz" bırakmazdı beni. o bana eşlik ederdi, ben de ona. 
bazı yazlar -hep beraberiz o zaman- yine rakı içmişiz, güzeliz, "hadi yan koya geçelim motorla, yakamoza gidelim" derdim. giderdik. yakamozu esirgemezdi hiç.
kınamı mazı'da yapacakmışız. tamam derdim. kına ne ola ki?
bir kadeh rakı koydum ardından. ne yapacağımı bilemedim, bir kadeh rakı koydum. ağlayıp ağlayıp yudumladım. 
iş beklesin dedim bir saat. ömür... ömür geçiyor. işi gücü dert edemeyecek kadar kısa ömür. her akşam sevdiklerimizle rakı içmemizi gerektirecek kadar kısa. 
ama ne güzel şey ardından kadeh kaldırılan insan olmak. gülen gözlerle, yakamozla hatırlanmak. o gün geldiğinde benim de ardımdan kadehler kalkar umarım. 

çocukluğum, ilk gençliğim, ilk rakım ve her rakım ve tüm yakamozlar için teşekkür ederim. 

                                                                                               "mazı'nın gülü"/"çıplak ayaklı kontes"

14 Mart 2013 Perşembe

Güle Güle


Ofis dışında bir toplantı vardı sabahtan. 
Öğlen Osmanbey metrosundan çıkmış ancak geliyordum ofise. 
Rumeli'nin Valikonağı'yla kesiştiği köşedeki çiçekçi ablanın kaldırımı kaplayan vazoları arasında bir vazo da mimoza olduğunu görünce yüzüm güldü. 
Anısı var ama bana kadar. Yani tarihimde ne birinden ne de kendi kendime mimoza almışlığım yoktur. Ama Mazı İnceyalı sahilindeki mimoza ağacını sahiplenip 'bu benim gelin çiçeğim olsun' diye tutturmuşluğum vardır. 13-14 yaşındayım daha. Türk filmi kafaları. Hala o kafadayım ya o zaman şimdikinin 10-15 katı. Yoksa ne evliliği, ne gelinliği, olay o değil. Ben bile değilim. Olay, mimozayı en güzel çiçek ilan etmiş olmam. Böyle 15 yıl sonra omzumda çanta, elimde laptop, topuklular üstünde yürümeye çalışırken köşeyi dönünce görüp de sevineyim, yüzüm gülsün diye. Ama ne gülmek! Alenen, geniş geniş. 
Akşam işten çıktım saat 6'yı geçerken. Evde devam edeceğim çalışmaya. Öğlenkinin aynı modelim, yalnızca daha uykulusu. Valikonağı'nı bir baştan bir başa yürüyorum. Hava nasıl bahar, nasıl mayhoş. İnsanı serseme çeviren bir ılıklık var.
Baktım karşıdan Nişantaşı kapıcısı bir abi geliyor. Önünde de pıtırcık gibi bir şey, pıtır pıtır yürüyor. Az bir saçı var; o da sapsarı, kıvır kıvır. Üstünde, anasının ördüğü minicik bir yün yelek. 
Bana doğru yürüyorlar. Göz göze geldik kızla. Üstüm başım nasıl gri, nasıl soğuk ve itici bir kıyafet var üstümde. Bir yandan çanta bir yandan bilgisayar çekiştiriyor kaldırıma doğru. Ayakta durmak, ileri gitmek, gözümü açık tutmak için çaba sarfediyorum.
Göz göze geldik. Hemen değil yavaş yavaş gülümsedi. Ben dünden razı, bir anda o kocaman gülümseme geldi yapıştı yüzüme. Yüzüm aydınlandı. Nasıl ama, güldükçe gülüyoruz. Bana doğru hızlandı adımları. Babası da gülümsüyor. İşte bunlar hep havadan hocam. 
Yanımdan geçip yürümeye devam ettiler. Ufaklığa göz kırptım tam yanımdan geçerken.
Sonra ayrıldık istemeye istemeye.
Bir adım attım, iki, beş, on. Dayanamayıp arkama baktım.
Baktım o da aynı anda dönmüş bana bakıyor. Gülmeye devam. 
Tümüyle değiştirsem yönümü de ona dönsem, atsam bilgisayarla çantayı yere. Kaldırıma diz çöküp kollarımı açsam (Hülya Koçyiğit?), hiç tereddütsüz kollarıma doğru koşmaya başlayıverecekmiş de kocaman sarılacakmış gibi duruyor. Kız küçük, küçücük ama kocaman sarılır gülüşü böyle teklifsiz ve sıcak kızlar, biliyorum. 
Durmadım. Dönmedim. Sarılmadım. 
Onun yerine güle güle gittim Harbiye dolmuşlarına kadar.  

30 Aralık 2012 Pazar

İsim Ablası?


Akşama doğru telefon çaldı. Arayan Halil.
 
Royalty-free Image: Newborn baby feetKarşılıklı hal hatır sorduktan sonra “abla senden bir şey isteyeceğim” dedi. Halil bizim köyden, benden birkaç yaş küçük. Geçen yaz evlendi. Eşi 18-19 yaşında, beyaz tenli, kapkara saçlı, sürmeli gözleri olan ufak tefek ince yapılı bir kız. Balayında epey şehir gezdiler, İstanbul’a da uğradılar. İstanbul’dayken bir hafta bende kaldılar. Elimden geldiğince ağırlamaya çalıştım, artık ne kadar becerebildiysem.

Eşinin hamile olduğunu biliyordum. Son 1.5 ayı kalmış. Sağlığı yerinde mi Halil? Yerinde abla. Oh iyi iyi. 

-          Abla senden bir şey isteyeceğim.

-          Hayırdır söyle?

-          Çocuğumuzun adını sen koyar mısın?
 
-          Ne?!

-          Abla ben dün gece seni rüyamda gördüm. Gülsüm doğum yapıyor, sen de oradasın. Kucağıma alıyorum çocuğu, sonra sen kucağına alıp kulağına ismini fısıldıyorsun. Tam duyamadım mı, hatırlamıyor muyum bilmiyorum. Abla sen koyar mısın adını? 

Nezaketen değil sahiden direndim bu isteğe. “Büyükler ne der”den aldım “Gülsüm ne diyor”a vardım ama olmadı. 

-          Abla büyükler bize bıraktı. Gülsüm de ‘ablam koysun’ diyor. Benim senden başka ablam yok abla.

Teyze olmak üstüne düşünüp yazdıktan yalnızca birkaç gün sonra bana ilk defa abla diyen çocuk böyle deyince akan sular durdu. Aldın mı sorumluluğu ayşec.! Aldım. Tabi teslim olmadan evvel son bir direniş gösterdim:

-          Oğlum ya beğenmezseniz, ya Gülsüm beğenmezse?

Az görümce değilim. Halil bizim oğlan ama ya Gülsüm beğenmezse, dert o. Ben muhakkak güzel bir isim bulurmuşum, o da beğenirmiş. Gülsüm küçük bir kadın, dişli bir letafet, bir küçük Lady Macbeth. Her ismi beğeneceğini sanmam. Kentli modernler gibi aklıma ilk gelen, onlara birkaç isim seçeneği sunmak ve içlerinden bir tanesini seçmelerini istemek oldu. Reklam filmi mi satıyorsun ayşec., oldu olacak revizyon versinler! Bu işler öyle değil, tek isim hakkın var. 

-          Abla buralara ne zaman geleceksin? Haklısın, yoğunsun sen de. O zaman doğunca telefonu dayarız kulağına, üç kere adını söylersin olur mu?

-          Doğar doğmaz kulağına telefon dayamayın çocuğun... neyse dur ben biraz düşüneyim. Hem bir sağlıklı doğsun da...

Daha 1,5 ayım var ama şimdiden bir düşüncedir aldı beni. Sanırım ciddi ciddi koyacaklar söylediğim adı. Bir insana ad vereceğim, adını vereceğim. Bunun neden büyük iş olduğunu, gözümde büyüdüğünü anlatayım: 

Geçtiğimiz aylarda iş için, Türk kültüründe ad koyma gelenekleri ile ilgili literatür taraması yapmıştım. Şimdi ne zaman çocuğa ad koymaktan bahsedilse aklıma okuduklarım geliyor. Bilip de bildiğimi bilmediğim şeyler, diğer bir deyişle kültür. Eskiden çocuk ölümleri oranı şimdikinden yüksek olduğu için ad koymanın ya da koymamanın bütün amacı çocuğun yaşaması.

Kültürümüzde ad önemli, bir kere bu konuda anlaşalım. Ad sözcüğü Eski Türkçe ve at ile aynı kök olduğu sanılıyor. Doğru olmasa bile atın Türkler için ifade ettiği önemi düşününce aklıma yatıyor bu. İslam’da her şey bir adla başlar, Allah’ın adıyla. Yaradılışın da ad ile başladığına, varlığın ancak ad ile anlam bulduğuna inanılır. Eski Türklerde ad varlığın şifresi gibi düşünüldüğü için yabancılara bir çırpıda söylenmezdi çünkü adını bilen yabancı bir düşman olabilir ve adını bildiği için sana kötülük edebilirdi. “Adını bağışlamak” deyimi buradan gelir. 

Dede Korkut’un Boğaç’a ad verme hikayesi malum. Dirse Han’ın oğlu bir boğayı alıp boynuzlarından yere yıkar. Bunun üzerine Dede Korkut çocuğa Boğaç adını verir. Oğuzlarda çocuk kendini kanıtlamadan ad alamaz. Adsız denir veya geçici bir ad verilir. Ulusal önderine soy adını vermiş bir ülke olmamız da tesadüf değil elbet...

Ad sahibi olmamak büyük bir eksiklik, olumsuzluk ve hatta tekinsizlik kabul edilir. Adsız/Atsız Hatun denen bir kötülük tanrıçası da olduğu ve adı olmayan çocuklara dadandığı, kendi adı olmadığı için de yaptığı kötülükleri kimin yaptığının bilinmediği söylenir.

Eskiden çocuk ölümleri oranı bugüne kıyasla çok daha yüksekti, bu yüzden ad koymanın temel amacı çocuğun yaşamasıydı. Özellikle de çocuğu yaşamayanlar, sonraki çocuklarında “doğru” ad koymaya dikkat ederlerdi. Aileye dadanan ölüm ruhunu kandırmak için çocuğu komşulardan birine satar gibi yapmak, çocuğu saklayıp hamurdan bir bebek yapmak ve sonra da bu hamur bebek ölmüş gibi gömmek, ebenin yeni doğan bebeği başka yerden getirmiş gibi yaparak bebeğin kendi ailesine satması (bkz. “Satılmış” vb adlar)... Yaşar, Dursun, Taştan, Çelik gibi adlar çocuğun yaşaması temennisiyle verildiği gibi ölüm ruhu tiksinsin de ilişmesin diye kötü adlar da verilirmiş (bkz. Kırgızlarda “İtalmas”).

High-Res Stock Photography: FACE OF NEWBORN CRYINGTabi tüm bu gelenekler ve çok daha fazlası günümüzde bambaşka bir şeye evrildi. Artık hayatta kalsın filan diye değil marka isimlendirir gibi, doğar doğmaz bir parçası olacağı piyasadaki değerini maksimize edecek isimler konuyor çocuklara. Hiçbir dilde kötü anlamı olmasın, Türkçe karakter olmasın, kötü espirilere malzeme olmasın, olumlu çağrışımları olsun vb. İdeolojilere veya popüler kültür karakterlerine kurban giden çocuklar da cabası. Daha kendisi çocukken çocuğunun adını Devrim koymak isteyen bir insanın samimi özeleştirisi gibi düşünülebilir bu. Adı Deniz olan nesle, nesillere selam olsun.

Çocuk için “adıyla yaşasın” denir. Hem hayatta kalsın, hem de adına yaraşsın anlamında. Temenni bir yana, adından fazla uzağa gidemeyeceği muhakkak. Yani ad koyarak içinde hareket edebileceği bir çember çiziyorsun aslında çocuğa, bir anlamda sınırlandırıyor hatta belirliyorsun.

Ben şimdi bu çocuğa ne ad koyayım, nasıl ad koyayım?





1 Eylül 2012 Cumartesi

Gökova için Rakı Vakti

İnceyalı mimozaları (ben bu telefonun kamerasının filtre işini tam kıvıramadım sanki)

İnceyalı için rakı vakti

25 yıl boyunca çimdiğim deniz (İnceyalı). Bungalovlar da bunun 5 metre gerisinden başlar, sabah yüzünü yıkayacağına denize girersin mis gibi.


Karşıki dağlar Marmaris & Datça

Hurma sahili



Kayabaşı restoranın altı bar olmuş dediler, gittik (Hurma)







Rakı manzarası dediğin...


Sanatsal değeri olan fotoğraflar babama ait, "na bizim buralar da böyle" temalı fotoğraflar ise bana. Bodrum'a bir saat mesafedeki Mazı Köyü'ne bağlı Hurma ve İnceyalı koylarında çekildiler. Büyük bölümünde rakı ve melisa kokuları da bize eşlik etti. Avram Bey kızacak ama ne yapalım :)

Akşam Çökertme'de düğün var, ben yavaştan hazırlanayım artık.