30 Mart 2011 Çarşamba

Scrabble'dan Karakter Tahlili

Ben küçükken Scrabble oynardık. Satranç da oynardım ama büyüyüp aptallaştıkça bıraktım onu. Kelime Oyunu filan izliyorum. Cold Case ve Rizzoli&Isles da izliyorum ama bunun konuyla ilgisi yok. Evdeki Scrabble kayıplara karıştığı için bir internet sitesinde oynuyorum iki yıldır. Sitenin adı oyunus, oyunun adı da wordabula. İsabet olmuş çünkü Scrabble'da sayılmayan ne varsa sayılıyor wordabula'da. Gene de hiç yoktan iyidir. Bazen saatlerce sıkılmadan oynadığım oluyor. Hele tez döneminde tek eğlencem buydu. Şimdi o kadar değil. Hem beş dakika mesafede dişli bir rakibim ikamet ettiğinden eksik harfle de olsa aşağıda bira içerek oynamak daha keyifli geliyor.

Benim gibi kendini sürekli irdeleyen birinin bu kadar çok oynadığı bir oyunla ilişkili davranış kalıplarını fark etmeyip gözden kaçırması imkansız. Tamam, aslında yeni fark ediyorum ama çok ilginç geldi. Hele ki ilişkilerime yaklaşımımla arasında bağlantı kurunca bir hoşuma gitti. Bağlantı olması yani. Yoksa bağlantının kendisi hoş değil.

Yenilmek için oynadığımı fark ettim (bunu 4S'e indirgeyen olursa bu indirgemeciliği affetmem söyleyeyim). Şöyle ki, sitede rumuz kullanılıyor ve oyuncuların künyesinde rumuzu, başarı yüzdesi, en yüksek hamle puanı, en yüksek oyun puanı ve toplam puanı yazıyor. Bir de sitenin kendisine sunduğu seçenekler arasından seçtiği küçük bir resim. Rumuz ve resime yönelik ayrımcılığım zamanla yerini başarıya yönelik ayrımcılığa bıraktı. Beni yenme şansı olmayan kimseyle oynamamaya başladım. Başlayan oyunu bırakıp çıktığım oluyor ki bu çok, çok ayıp bana göre. Beni zorlayan dişli rakiplerle oynarken hem hırslanıyor hem de keyif alıyorum. Hırslanmak dediysem, hani yavru köpekler dişler ama acıtmazlar ya öyle. Hırslanıyorum ama keyiften gülüyorum da. Hele başa baş gidiyorsak değmeyin keyfime.

Ayrımcılık dediysem öyle böyle değil, baya pis bir insan oldum. Kazanma yüzdem 57 mesela. Öyle 20'yle 30'la filan muhatap olmuyorum. Gözüm 70'lerde 80'lerde. Yüzdemi düşürüyorlarmış ne gam, çok da umurumdaydı. Ara sıra laf olsun diye oynuyorum çok parlak olmayan arkadaşlarla. Daha doğrusu onlar oynuyorlar, ben imgfave'de resim, fotoğraf filan bakıyorum bir yandan. Bakmazsam da hayatımdan çalınan dakikaları hesaplıyorum. Son 20-30 harf kalana kadar laf olsun diye oynayıp oyun biterken atağa geçip kazanıyorum. Oyun esnasında da avans vermekle kalmıyor kazançlı yerleri açıyorum karşımdakine filan. Hakaretten beter. Bana yapsalar çok sinirlenirim. Oyunun da bir etiği ahlakı var sonuçta. Öte yandan, adı üstünde oyun.

Meydan oku(n)maya merakımın yılları aşan bir uzantısı sanırım. Tarihi savaşlarda karşılıklı çarpışmış kumandanlar ya da rakip takımların kaptanları için söylenir hani, her şeyden evvel saygı duyarlar birbirlerine. Biraz o kafadayım sanırım. Karşımdakinden saygımı ve takdirimi kazanmasını bekliyorum. Karşımdakinin de böyle bir beklentisi varmış gibi davranıyorum. 

Bir yandan puan kazanmayı önemsemeyip bir yandan da karşımdakini değerlendirirken yüzdesini referans almam çelişki gibi görünebilir. Sayısal değerlere önem veriyor muyum vermiyor muyum? İyi kötü bir fikir verdiklerine inanıyor olmalıyım (Önem verdiğim "sayısal değerler" insanların aile serveti, arabalarının fiyatı ya da maaşları olmadığı sürece kaygılanacak bir durum görmüyorum. Scrabble'daki ayrımcılığım beni zaman zaman rahatsız ediyor ama beterin beteri olduğunu da aklımdan çıkarmayıp avunmaya çalışıyorum işte).

"Sen hayran olabileceğin birini arıyorsun" demişti arkadaşım. Tanışma fırsatı bulamadığımız ama ara sıra yazdıklarımı okuyan sevgilisi ise kibirli olduğumu düşünüyormuş. Hepsi birbiriyle bağlantılı elbette: Beni yenebilecek oyuncularla oynamak isteyişim, "hayranlık duyabileceğim birini arayışım" ve kibrim. Oysa kibir, çok iyi olduğumu düşünmem olmaz mıydı? Benimkisi ise daha ziyade, beni daha iyi kılabilecek fırsatları kovalamam ki bu da yeteri kadar iyi olmadığımı düşündüğüm anlamına gelir. Hiyerarşilerden teoride hazzetmesem de usta-çırak ilişkisini oldum olası severim; çıraklık süreci ne kadar uzun ve zorlu olursa olsun bir işi ustasından öğrenmeyi önemserim. Bu iş Scrabble da olabilir, piçlik de ve hatta sevmek de (hayati önem arz eden kronolojik sıralama).

Oynayalım mı?

29 Mart 2011 Salı

Yalnız Ölmek Korkusu

Yalnız ölecek olma ihtimalinin gerçekleşmesi fikriyle barışık yaşamak, yalnız ölmek korkusundan çok daha vahim. Bundandır ki ciddiyetle ifa ettiğim boş şeyler düşünme mesaim sırasında aklıma gelmedi bu konu. Birkaç arkadaşım tesadüfen birbirlerinden bağımsız olarak dile getirdiler. Bir başkası da epeyce evvel bahsetmişti. Bükemediğim depresifliği öperim.

"Bu tarihe geçti" demiştim, kayıtlara da geçsin: ne Konak'ın terasında ne de Karaköy Lokantası'nın herhangi bir yerinde yer bulamadıktan sonra adı dikkatimi celbetmesi neticesinde girdiğimiz Liman Lokantası manzarasıyla beni büyüledi. Bizim içeri, Zeki Müren'in de şarkıya girişi senkronize olunca iyice keyiflendim (oldum olası önemserim bir yere girdiğimde çalmakta olan şarkıyı). Olur olmadık yerlere asılmış kadife perdeleriyle dönem dizisi çeksen çekilir bu yerde, rengi artık zor seçilen converse'lerimi nasıl saklayacağımı bilemedim. Ama işte aşk, hiç tahmin etmediği anda bulup yakalıyor insanı... Kara Efe'yle çok güzel günlerimiz oldu. Aldığım ilk yudumu dün gibi hatırlarım. Fakat Yeni Rakı'nın tutup da kuru üzümden bu kadar Âlâ bir seri üreteceğini ben nereden bileyim. Anason kokusuyla bir alıp veremediğim olmadığı halde ruhumu okşadı, gönlümü fethetti kendisi. Yok, paralı reklam değil bu. Para filan almıyorum, parasız reklam bu. Garsondan iltifatı kopardım, o ayrı. Yemek gurmesi, şarap gurmesi çok varmış ama genç yaşıma rağmen (bir değil iki iltifat koparmışım) rakıdan anlamam pek takdire şayan imiş. Hoşuma gitti, ne yapayım!

Tarihe geçen bu değil elbette, uzatıyorum gene. Âlâ manzara ve âlâ rakıya Müzeyyen Abla da eklenince -iltifatlardan olmasa da- keyiften şımarıp "ne kadar kolay mutlu oluyorum" dedim. Demez olaydım. Bir benzerini muhtemelen 8-10 yaşlarımda azar işitirken gördüğüm bir surat "hiç de kolay mutlu olmuyorsun; çok yüksek standartların var ve karşılanmalarını bekliyorsun" dedi. Bunu beklemiyordum. Şımarıklık bana pek yaramadı, tokat yemiş gibi oldum. "Yok benim standardım filan" diyemedim, var. Var ama öyle çok yüksek olduklarını sanmıyordum. Ne bileyim, güneş açar mutlu olurum; kuşlar uçar mutlu olurum. Misal, köprü altında iki bira içsek de mutlu olacaktım. Kastettiği başka türlü birşeydi, cevap veremedim.

Mutsuz ölmek korkum, yalnız ölmek korkuma baskın mı çıkıyor acaba? Belki de öyle kabullendim ki artık korkmuyorum bile. "Daha" 26 yaşımda mıyım yoksa "artık" 26 yaşımda mıyım? Ben hangi yaştayım? Böyle evhamlar için erken olduğunu fakat gidişatın da az çok belirginleşmeye başladığını bilecek yaştayım sanırım. Bu kızı yeniden büyütsem, kor ateşlerde yürütsem bile ne kadar akıllanırım emin değilim. 26 yılda ancak bu kadar akıllanabildiysem sonrası da fazla bir şey vaat etmiyor açıkçası. Standartlar kafalarına göre takılsın ama beklentileri yüksek tutmanın anlamı yok kanımca.

Falcıyı kâle aldığı için arkadaşıma baya güldüm ama hayatımda bir kere bile falcıya gitmemiş oluşum, bunun sadece, üstüne para vermeyeceğim bir şarlatanlık oluşundan mı? Tam da bunu duymaktan ödüm patlıyor belki de: "Asla mutlu olamayacak ve yalnız öleceksin". Şarlatan da olsa söylemesin, duymayayım, bilmeyeyim. Hem kendi hayatımda figüran mıyım ben, istesem yön veremez miyim; yönünü değiştiremez miyim? Madem o kadar derin korkulara sahibim hayatımın nasıl sonlanacağı konusunda, kendimi de hayatımı da değiştirmek elimde değil mi sanki? Benim değilse kimin elinde olacak ki! Kısmet diyenin alnını karışlarım. Opportunity structures bir derece.

Dedim ya, bu favori depresif düşüncelerimden biri değil. Bunu her gün düşünmüyorum. Düşünsem farklı hareket ederdim belki. Farklı kararlar alır verir, farklı biri olurdum. Onun yerine dikine gittiğim burnum boktan kurtulmuyor. "Yalnızlığın anlaşıldığı anlar"dan muhteva hayatımı tam gaz yaşamaya devam ediyorum. O kadar korkuyorsam nasıl başarıyorum bunu?

Sadece ben, o ya da biz değil ama değil mi? Kimse bunu her gün düşünüp de aklına mukayyet olamaz elbette ama böyle bir şey var değil mi? Ne kadar derine ittirip kaktırsak da var. Sahi, varoluşçu psikoloji buna benzer şeyler demiyor muydu... Bir yandan bunun bana özgü olmadığını, ortak bir insanlık durumu olduğunu işitmek istiyorum. Bir yandan da arayıp tarayıp bulamıyorum kendimde. Bu kadar mı şiddetle bastırdım yoksa kabullenmezsem aklımı kaybedeceğimi bilip uzlaşma yoluna mı gittim?

Neden yalnız ölmemek ister insan? Ölüm tek kişilik bir iş olduğuna göre iki açıklamam var buna. Birincisi, ölmenin stresiyle baş etmeyi kolaylaştırıyor. İkincisi, ölüm anında sevilen biriyle göz göze olmak, mekanı terk ediyor olmanın acısını artırsa da yaşanmış bir hayatın göstergesi sayılacağından giderayak iç huzuru bulmaya katkı sağlıyor. "Ölüyorum ama yaşadım da ölüyorum" der gibi. Yok olmak dehşetli ürkütücü bir fikir, fakat insanın varlığını gerçekleyemeden yok olması fikri de bir o kadar acıklı. Kimi düşünüyorsa vardır, ben şu aşamada o kadar entelektüel olamayacağım. Seviyorsam varım. Çok yoğun ve çok derin bir sevgiden bahsediyorum. Yalnız ölmek korkuma baskın çıkan bu da olabilir. Ne salağım.

25 Mart 2011 Cuma

Absürt Komedi ile Distopya

Üsküdar Amerikan Lisesi'nde okumuş olduğumu evvelden aşikar etmiştim. 11 ila 18 yaşımı o tarihi semtin asırlık binalarında ve bana ilk andan beri cennet bahçesi gibi gelen bahçesinde geçirdim. Bundandır ki kampüs kavramıyla ODTÜ'den evvel Üsküdar'da tanıştım. Başka türlüsü mümkün olamayacağı için hep bursla okudum. Burs aldığımı söylemek değil söylememek içimi ezdi hep. İyi bir okulda okumuş olmanın gururu, bir özel okulda okumuş olmanın sebep olduğu kızarıklığı asla silemedi yüzümden. Ülkedeki fırsat eşitsizliğinden tek başıma ben mesuldüm sanki. O yüzden olacak, burs detayını eklemekten hep bir medet, bir teselli umdum. Kimseye hiçbir şeyi kanıtlamak zorunda olmadığım halde bunu aslında hak ettiğimi kanıtlamak için içten içe çırpındım durdum. Utandım çünkü. Görece fakirliğimizden değil -ki görece fakirdik ve bu, o yaşta bir çocuk için inanılmaz derecede yıkıcı olabilir. Neyse ki bu uçurumun etkilerinin üstesinden gelmeme yetecek kadar kendiyle ve dünyayla barışık bir çocuktum. Üstesinden gelemediğim başka türlü bir şeydi. 




Solcu ebeveynler ve onların sol çevresi içinde yetiştikten sonra kendini İstanbul'un burjuvazisiyle bir kolejde bulan hangi çocuk olsa durumun şizofrenisiyle baş etmekte zorlanırdı. O yaşa kadar kulağıma çalınanlardan, hamuruma katılanlardan tamamen farklı değerlerle karşı karşıyaydım. Kitap okudum. O 7 yıl boyunca sürekli kitap okudum. Bir daha hiç erişemeyeceğim bir açıklık, alıcılık, hız ve yoğunlukla. Din hocam sıra altından Troçki okumama pek memnun olmuyordu ama ben de kendisinden pek memnun olmadığım için eşitleniyorduk. Nazım Hikmet, Sartre, Platon, Aristotales, Jacques Prévert...eksik kalırdı, eğer okul kendi okuma listeleriyle tamamlamasaydı. Hem de çok eksik.


Mezun olduktan ancak yıllar sonra anlayabildim ki okul, herkesin almak istediği kadarını vermişti. Kimi Model United Nations'ı ya da basketbol kortunu almıştı. Ben resim atölyesine ve edebiyata sarılmıştım. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Shakespeare, Sophocles, Orwell ve daha onlarcası. Mrs Petkau'yı, Juliet'i hep bana okuttuğu için sevmezdim sadece. Bize düşünmemizi, hep eleştirel olmamızı söylediği için severdim. Gözleri hep sevgiyle bakardı, bir de o var tabi. Gene de homurdandığımı hatırlıyorum orta okulda: "Bu okulun derdi ne yaa, neden sürekli distopya okutup duruyorlar ki bize!"


Son zamanlarda sıkça anıyorum okurken söylenip durduğum o distopyaları. Özellikle de bir tanesini, Ray Bradbury'nin Fahrenheit 451 adlı romanını. Gerçi bu klasiği anmak için öyle aman aman bir  eğitim almış olmaya lüzum yok. Gerçeklik öyle bir yol izliyor ki okumuş olup da anmamak elde değil. Dahası filmi de çekilmiş. Hem de Truffaut çekmiş 1966'da. Geçen sene hediye gelen DVD'si yanımda duruyor. Kitabını okuduysam filmini izlememek, filmini izlediysem kitabını okumamak gibi bir takıntım olduğundan bugüne kadar izlememiştim. Gün bugündür deyip aldım raftan. Filmin kapağında "YA BİR GÜN OKUMA ÖZGÜRLÜĞÜNÜZ ELİNİZDEN ALINIRSA?" yazıyor. Dehşet uyandırmak istenmiş belli ki. Oysa biz bu dehşeti zaten yaşıyoruz ve ilk defa da değil. Kitap saklamanın cengaverlik sayıldığı ama yaz günü soba yakmanın da şüphe uyandırdığı zamanlardan kitap kürtajlarına terfi ettik yalnızca. 


Mesele, bunun artık bir distopya değil gerçeklik, bizim gerçekliğimiz olması. "Yok artık daha neler"lik bir durum kalmadı. Ertuğrul Mavioğlu'nun dediğine katılıyorum, bir deliye senaryo yazdırsanız bu kadar saçmasını yazamaz. Senaryo demişken, TRT1'in yeni dizisi Leyla ile Mecnun'un bir anda bu kadar tutmuş olması tesadüf mü? İlk anda, burada absürt işler tutmaz gibi geliyor insana. Oysa değil mi ki insan kendini arar sanatta, kendini görmek ister; değil mi ki gerçekliğimiz absürtlüğün sınırlarını zorlamaya başladı, bu absürtlüğü bize gösteren bir televizyon yapımına rağbet edilmesinden daha doğal ne olabilir? Absürt komediyle distopya arasında salınıyoruz işte. Hem son kertede gülmek vardır bizde. Gücümüzü yettiremediğimizin yüzüne, çaresizlikten ve sinirden de olsa basarız kahkahayı. Ağlamak kâr etmeyeceği için güleriz ağlanacak halimize. Söz uçar, yazı imha edilir, biz güleriz. 


Belki de yanılıyorum. Arasında salınmıyoruz. Ya da öyle bir salınım ki bu, absürt komediyle distopya vuslata ermek üzere. 



24 Mart 2011 Perşembe

Bik Bik #4

Ne zaman “bu halka müstahaktır!” dense birinci vazifesi evladını korumak olan anne refleksiyle başımı hafifçe yana eğip “gitme çocuğun üstüne” bakışı atarım. Elimde değil, bir kere de “beter olsun” diyemedim (beterin de beteri var, olur mu olur). Anne refleksi dediysem egemen özne sendromundan mustarip olmakla ilgisi yok, çok daha basit. Basbayağı, dümdüz korumacılık (güçlü zayıfı korur ancak falan filan, karıştırmayın şimdi). “Hocam iyi demişsin, güzel demişsin yüzde bilmem kaçının kafası basmıyor diye –hay ağzını öpem- ama o kadar basit değil” demek geliyor mesela içimden. Ne peki diyecek olunursa da şimdi yazmaya ziyadesiyle üşendiğim sosyolojik bir şeyler bir şeyler söylerim ama ana fikir “şu şöyledir, bu böyledir” deyip kestirip atmamak. Ancak eşe dosta yedirebileceğimiz sığ analizler egomuzu tatmin etmekten ileri gitmez zira. Ha sofistike analizler benden mi sorulur? Hayır, ama çabalıyorum.


Bazen de analiz manaliz bir yana, söyleyecek söz bulamıyorum. Henüz basılmayan kitabın toplatıldığı “demokrasi” karşısında nutkum tutuluyor. Olağandışı bir şey olmadıkça ağzıma almadığım Allah’ın adını böyle günlere saklıyorum. Böyle günlerde Allah’ın adıyla başlayıp (Allah belanızı versin), sülalesinden ecdadına yardırıp düz gitmek istiyorum bazı kimse, kurum, cemaat ve ideolojilerin. Ah ben böyle aşkla küfrederken bir kendini bilmez çıkıp da bana hanımefendilik, edep adap dersi vermeye kalkışsa da bütün sinirimi ondan çıkarsam! Böyle günlerde o ufacık tefecik, içi dolu turşucuk kız gidiyor, yerine Hulk geliyor. Tepeden tırnağa sinire kesiyorum.

Topluma bulmuyorum suçu, hayır, bulamıyorum. Dahası hiçbir şeyden imtina etmem “halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremedi” yaklaşımından imtina ettiğim kadar. Hani ciddiye almayacağım insanlar listesi gibi bir şey yapıyordum ya? “Halk”, “halkımız” türküsü tutturan pseudo-münevverleri eklemeyi unutmuşum. “Halkımız” şöyleymiş böyleymiş…peki sen kimsin bre düdük?! “Sokaktaki adam”mış…sen bize malum olmayan yer altı dehlizlerinden mi sağlıyorsun ulaşımını?! “Sıradan vatandaş”mış…peki nedir bu sıra dışılığın sırrı beyim, mevcudiyeti asil kanla sınırlı değilse anlat da bilelim! Daha çok saydırasım var da mevzu bu değil. Bir yandan da mevzu o kadar geniş ki.

Önümüzdeki seçimi düşünüyorum…hatta bir çılgınlık yapıp yazılı düşünüyorum... Malum, ’80 sonrasını aratmayan günler yaşıyoruz. Memleketin tutar yanı kalmadı. Şahtık şahbaz olduk. Henüz basılmayan kitabın toplatılması ne demek! Kitap toplatılması ne demek! O haberi yapmayacaksın, öyle yazmayacaksın, böyle demeyeceksin… İstibdadın adı ne zamandan beri demokrasi? Yoksul gençlerin ücretsiz bir ay askerlik yapmalarının neresi istismar? Her yoksul aileye en az 600 TL maaş bağlanmasının neresi zor? Iksırıncaya tıksırıncaya kadar yiyenler doymadılar, hala gözleri var. Sadakayla yoksulluğun devamı güvence altına alınır ancak. Onurlu bir hayat sürmek hakikaten de haktır. Allah muhafaza, yoksulluk olmadan AKP; terör olmadan MHP ne yapar sonra! Öyle ya barış ve refahtan kimseye “ekmek” çıkmaz. Ver abi nükleeri, ver sansürü de ver. Ver oradan din min, sopayı da ver… Cillop gibi olacağız Allah’ın izniyle. Hadi geçtim diyelim ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü… bu bedelsiz bedelli ve aile sigortası atakları da bir işe yaramazsa bilmiyorum ne yarar. Bizim bölümün hocaları yengeç dansıyla birer birer partiye transfer oluyorlar ya sahiden de buram buram sosyolog kokmaya başladı partinin son dönem söylemleri. Bakalım bir işe yarayacak mı…

Bu aralar “halk”, “sokaktaki adam” ve “sıradan vatandaş” ne zaman bir araya gelseler muhabbetin konusu Erdoğan. Onca kulak misafirliğimde bir tane de iyi laf duymadım. Klişe geliyor o zaman, hazır mısınız? “Ulan kim veriyor o zaman bu oyu?!” Göz göre göre hile karıştırılıyor, onu biliyoruz ama gene de ciddi bir taban var. Herkes bu kadar şikayetçiyse nasıl oluyor? Beyhude soruyorum cevabını bildiğim soruları, sinirden soruyorum. Cevabını verirsem anne refleksim işlemeyecek, müstahaktır’cıların arasında bulacağım kendimi. Oysa ne diyordu Clint Eastwood, "bunun hak etmekle ilgisi yok".

Bundan 50 yıl sonrasını dehşetle merak ediyorum. Görür de merakımı giderebilirim umarım yoksa meraktan çatlarım! 

22 Mart 2011 Salı

İnanmıyorum Ama Bir Mutluluk Var

Levent Kırca tadı vermeye başlayan Baba Haber bitip de Ana Haber başlayınca aşağı yukarı dört gündür haberleri izlemediğimi fark ediyorum. Aksi gibi olmayan şey de kalmamış. Yer yerinden oynamış gene. Geçen hafta İbrahim Tatlıses'in gözünü kırpması, parmağını oynatmasına Japonya'daki nükleer felaketten daha fazla haber değeri biçilince lanet okuyup gündemle arama bir mesafe koymuştum. Sadece o da değil: Her akşam aynı mukavemet ve metanetle karşılayamıyorum akşam haberlerini. Gazetelere bakarım diyorum, ona da elim gitmiyor. Gündemden soğuduğum oluyor resmen. Bu akşam da açtım, "Libya'yla ilişkimiz petrol ilişkisi değildir" diyor adam. Aşk ilişkisi mi? Diplomasi değil gönül bağı mı? 


İçime, evime bu kadar kapandıktan sonra hareketli bir hafta sonu geçirince sersemledim adeta. Burada Toraman'ı  o kadar andıktan sonra adamla en nihayet burun buruna geldim bir mekanda. Öyle çökmüş ki daha da iri görünüyor burnu. Zorla ilerlemeye çalıştığım kalabalığın içinden biri adımı bağırıyor. Bir lise arkadaşı daha, aynı akşam kaçıncı. Ayaküstü kapıyorum bir "hiç değişmemişsin" ama üzülsem mi sevinsem mi bilemiyorum. Mahsuscuktan kızıyorum ben de. Gözüm Toraman'da. Ne kadar yaşlandığını izliyorum. Uzun sahil yürüyüşlerimin favorisi  "O" albümü geliyor aklıma. O 10 km'yi göz açıp kapayıncaya kadar yürüyebiliyorsam bu adam sayesinde. Neden nasıl anlamıyorum bile. "Sen geçerken sahilden..." diyor, havaya giriyorum zaten. Azıcık sarhoş olsaydım da "abi n'aber yaa" diye yanına yanaşsaydım, yıllar sonra bile "ayşec. ne demiştin sen ona" diye başlayan geyiklere malzeme çıkartabilirdim aslında. Edebimle içiyordum aksi gibi. Umut Sarıkaya vakası da ders olmuştu evvelden, işgüzarlığın alemi yok. Başka yere gidip dans etmeye sakladım enerjimi. Çok da eğlendim. 


Bu tebdil-i mekan politikamızın sabah 5 buçuğa kadar sürmesinde bir acayiplik yok da 9 buçukta ÜDS'ye girecek olmam beni germedi desem yalan olur. En fazla iki saat uyuyup girdiğim sınavın bu kadar iyi geçmiş olmasına da hala inanamıyorum. Ne çıkacak bakalım. Düğün sonrası ALES deneyimi için prova oldu en azından. Sabahın 8'inde düştüm yola. İstanbul'un bile afyonu patlamamıştı daha. Kış sabahları okul günleri yorganın altı nasıl sıcak, nasıl rahatsa o Pazar sabahı da İstanbul öyle bir mahmurlukla uzanıyordu kalın sis örtüsünün altında. Ben hem uykulu hem de yanında kibrit çaksan havaya uçacak gibiydim. Okula girince arkamdakilere "bayanı izleyin" diyen güvenlik görevlisi kargadan kılavuz hikayesini duymamıştı sanırım. Zaten en sonunda kızlardan biri dayanamayıp "sizi de böyle sapık gibi takip ediyoruz ama..." diye açıklama yapmak zorunda hissetti kendini. Herkeste bir heyecan. Aslında ben de heyecanlıydım ama heyecanımı gösterebilecek kadar ayılmamıştım daha. ÖSYM'nin bize bahşettiği "kırtasiye kutusu"ndan çıkan kalemleri görünce ayılabildim ancak... Sonrası sınav mınav işte. 


O değil de...cover sevmem ama Sherlock baya iyi olmuş. 23 Nisan'da Doctor Who'nun altıncı sezonu başlayana kadar sarmalık diyordum, meğer üç bölümlük mini diziymiş. Olsun, tavsiye ederim. Ya da acaba ben mi fena sardım BBC'nin bu suratsız, ukala dizi karakterlerine...eğer öyleyse, suratsız İngiliz aşkımı empoze etmek istemem. Ya da isterim canım, ne var!


Aynı günün akşamüstü "hadi kalk gidiyoruz"la uyandırılıp Sütlüce'de rakı içerken buldum kendimi. Buldum diyorsam şikayetçi değilim. Ehli keyif bir kadınla ağır ağır demlenmek gibisi var mı! Bir teorim var: Genç yaşta anne olmuş, boşanmış, erkek annelerinde ayrı bir güzellik oluyor. Yazık ki oğullarında gözüm olmayan kadınlar bunlar. Olsa ne olacak, "annemi benden çok seviyorsun" diye kavga sebebi mi olur?! Bari yalan söylemeyi becerebilsem.


"Film seçmek çok zor" diye üfleyip püflerken tam dayaklığım. Şaka maka, film festivalinde bir kere daha dank edecek artık İstanbul'a döndüğüm, İstanbul'da yaşadığım. Bazen hala Ankara'nın hava durumuna bakıyorum alışkanlıkla. Bir yanım dönemedi Ankara'dan, il sınırından bile çıkamadı. İyi olacak bu festival, iyi. Eve kapandım kaldım. "Hadi,  kitapçığı almaya gidiyoruz, biletler de satışa çıkmış" diye tutup sürükleyen arkadaş da en güzel bir şey. Hele ki beş dakika mesafede oturan arkadaş konseptine bayılıyorum. Umarım bu vesileyle evden çıkacağım artık. İster Taş Cafe'de bira içip scrabble oynamak için olsun, ister sahilde banklara kurulup çay içmek için. Yalan değil, ev üstüme geliyor bazen. Tek başıma çıkıp Beyoğlu'ndaki kitapçıları, sahafları turlamak da mutlu etmiyor her zaman. Şımarıklıksa şımarıklık. Şu yalancı kış bir geçse, güneş açsa, benim de yüzüm gülecek biliyorum. En azından öyle olmasını umuyorum. Kimse bu kadar uzun süre somurtamaz. Hem Galata Köprüsü soğuk soğuk essin istediği kadar, Eminönü'nde burnuma balık ekmek kokusu gelince içim içime sığmıyor. İnanmıyorum ama bir mutluluk var.



Mesela Sherlock ve Doctor Who bir arada...lan?!!

21 Mart 2011 Pazartesi

Yalancı Kış

Ulaşmak, ulaşamamak, ulaşılmaz olmak... Bir insan bir insan için yalnız ulaşılmaz olunca mı kıymete biner? Ya da şöyle sormak lazım: mutlaka kıymete biner mi, yoksa "eeeh senle mi uğraşacağım be!" hakkı saklı mıdır ulaşamayanın? "Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor..." Neden? Bu benim yetersizliğim mi (ulaşamamak) yoksa onun tercihi mi (ulaşılmamak)? Belki de ikisi birlikte. Tercihini ulaşılmamaktan yana koymuş bir insanın bu tercihine saygısızlığı meşru kılar mı ona -büyük ölçüde ulaşılamamasından dolayı- odaklanmış bir ilgi? O zaman bu ancak zaman aşımıyla inceldiği yerden kopabilecek bir kısır döngü değil mi? 
   
Bir insan neden ulaşılmak istemez? Bir insan bir insana neden ulaşmak ister? Ulaşmanın göstergesi nedir? Yani birini öpebilmek, yatağında uyanabilmek ya da onunla yıllar geçirmek hatta evlenmek...ulaşmışlık göstergesi midir? Birine ulaşabildiğinizi nasıl anlarsınız? 
   
Herhangi birinin beni tanımlarken kullanacağı ilk beş sıfattan biri illa ki "sıcakkanlı" olur. Eskisi kadar olmasa da hala öyleyim. O yüzden, bir sevgilim bana ulaşılmaz olduğumu söylediğinde çok şaşırmıştım. Aşağı yukarı iki sene oluyor. Sevgilimdi ama bana ulaşamamaktan mustaripti. Dahası bu yüzden öfkeliydi. Duvarlarım olduğunu söylediğinde duvar gibi bir ifadeyle bakmıştım suratına. Duvarlar örüp içine saklandığımın, onu dışarıda bıraktığımın farkında bile değildim. Oysa birine ulaşmak -benim için- elini tutmaktır. Hayatın getireceği tüm zorluklara, sıkıntılara karşı güçlerimizi birleştirdik biz ve birlikteyken daha güçlüyüz, her şeyin üstesinden gelebiliriz demek o. Az buz bir şey değil, bir ittifak. Değilmiş halbuki, o da değilmiş. Varlıklarını kabul ettikten sonra yetinmeyip bir de dikenli tel çektim duvarlarımın etrafına. Alcatraz gibi oldum.  
   
Birine ulaşmak istemek, "yaşamayı sevmek, yaşamaya devam etmeyi istemek ve daha iyi bir insan olmak için sevgine ihtiyacım var, sana ihtiyacım var" anlamına geliyor bence. Alabildiğine bencilce, bir yandan da inanılmaz bir savunmasızlık hali. Üstünde ne kadar silah varsa -çakıya, kelebeğe varana kadar- yere bırakıp elleri havaya kaldırmak gibi bir şey. Peki ulaşabildiğini nasıl anlar insan, nasıl emin olur? Ya başvurusu reddedilirse ne yapar, nasıl davranır? Ne söyleyebilir, nasıl itiraz edebilir ki insan? "Neden beni sevmiyor musun" mu der? Ne acınası fakat ne kadar insanca bir isyan. Geçen gün gene bir filmde duydum buna benzer bir repliği: "Beni hiç mi sevmedin?" Sevmek şart mı? Peki yeterli mi? İyi insan olmak gibi bir şey olmasın bu? Nasıl ki iyi olmak yetmiyor, sevmek de yetmeyebiliyor mu? Birine sımsıkı sarılmaktan ne alıkoyar insanı? Sarılsan da, elini tutsan da uzağında kalmana sebep nedir? Birine ulaşmak da ulaşılmak da neden bu kadar zor? 
   
Kendini beğenmişlik mi bu? Ama hayır, ulaşamadığım da oldu benim. Ulaşmakla birlikte olmak aynı şey değil oysa ki. Ne çok sevmek, çok iyi olmak, hatta birlikte olmak ulaşmaya yetiyor; ne de ulaşmak birlikte olmaya. 
   
Ve bence bahar geldi, asıl bu kış yalancı.  

18 Mart 2011 Cuma

Uyku tutmayınca

Vardığım nokta çok matah olmasa da kendimi bu noktaya gelmişten ziyade konmuş gibi hissediyorum. Yavru bir kedi gibi ensesinden tutulduğu gibi alınıp bırakılmış. Yirmi altı yıllık herhangi bir hayatın hasbelkader varmış olduğu bir noktada durmuş şimdi ne yapmam gerektiğini düşünüyorum. Bir müddettir içimde büyüyen bu güçlü hissin psikolojide bir karşılığı olduğuna adım gibi eminim fakat anlamak çözmeye ne zaman yetmiş ki şimdi yetsin. Akla ilk gelen kelime, yabancılaşma. Fakat bu kadar ucuza gitmeye razı olmuyor gönlüm, daha afili bir şey olmalı.

Sanki, dile büyük gelen bu yirmi altı yılı ben yaşamadım. Birisi bir şekilde yaşadı ve ben kaza eseri son vardığı noktada buldum kendimi: Kilosu elli altı ile elli yedi arasında değişen bir elli altı boyunda küçük bir kadın. Uzun, dalgalı, koyu kestane saçları var; iki kestane de gözlerinin olması gereken yerde. Beyaz bir teni, açık bir alnı, küçük bir burnu ve irice dudakları var. Mütemadiyen melankolik görünse de gülmeye, gülümsemeye hazır gibi. Mutlu bir çocukluk geçirmiş, iyi bir eğitim almış. Kolejde bursla okuduktan sonra iyi bir devlet üniversitesine gitmiş, yükseğini de bitirip dönmüş evine. Uyku tutmayan gecelerde kalkıp ışığı açmadan geldiği salonda elini attığı gibi buluyor ucuz cep kanyağını. Karanlık evinden karanlık boğazı izleyerek yudumladığı kanyağa soruyor sanki “ben buraya nasıl geldim” diye.

Ben bu hayatla ne yapacağım şimdi? Ne yöne gidecek, ne halt edeceğim? Sigaraya ne zaman başladım; aradan ne vakit yedi yıl geçti de nasıl bıraktım? Astım değil miydim ben; nasıl nefes aldım? “Sen ne istiyorsun” nezaketen sorulan bir soru; geçelim bir kalem, geçelim bu protokolü. Ne yapmam gerek bana onu söyleyin. Şu deyin, yapayım. Hangi okul, hangi bölüm? Asistan mı? Olayım. Hangi firma, hangi pozisyon? Çalışayım. Hangi ülke, hangi şehir? Taşınayım. Kim, hangi adam? Evleneyim. Çocuk? Yapayım. Bir de yetmez, iki tane. Belki de en kızdığım cümleyi ben kendime kuruyorum: Ne fark eder. Bunu anlayan annem de bana kızıyor muhakkak, böyle pes ettiğim için. “Geçecek” derken kendimi mi kandırıyorum, onu mu? Ne zaman geçecek; otuzumda mı, otuz beşimde mi? Tanrım, ne sıkıcı muhabbet. Bunu da biliyorum. Her şeyi biliyorum. Zaman zaman ukala olduğumu da biliyorum. Anlamak gibi bilmek de bir fayda sağlamıyor.

İleride amansız bir hastalığa yakalanıp bu şımarıklıklarıma lanet edeceğim belki de. Belki de domuz gibi sağlıklı yaşlanacağım. Sigaraya yeniden başlamazsam elbet. Yaşlanmaya vaktim olacak mı? Malum, bu ülkede hayatta kalmak tesadüfi. Namlı bir falcıya gitsem de bana ne olup ne biteceğini anlatsa rahatlayacak mıyım? Kimi insan doktordan korkar, kötü bir şey söyler diye. Ben falcıdan korkuyorum, o yüzden hiç gitmedim. Fakat ne var, uyku hapı almaktan da korkuyordum. Aldım işte. Bir işe yaramadı, o ayrı. Dudaklarımız buluştuğu vakit “gördün mü bak, gene sana kaldım eski dostum” dedim ucuz cep kanyağına. Eski tabi, on sekiz yaşımı biliyor meret. Ankara beyaz, ben aşıktım. Her zamanki gibi.

Uyku tutmuyor eski dostum. Uykuya dalmak, dalabilmek ölüm gibi. Mitolojiye gönderme filan yok, dümdüz. Ölüm gibi zor. Gerçi, o zor mudur bilmiyorum tabi ama bu zor. Akıllı geçinmemden de belli olacağı üzere pek de akıllı sayılmam, malum. Buna rağmen durmuyor aklım, susturamıyorum. Biraz da sen konuş, ben ne yapacağım üstüme kalan bu yirmi altı yılla? Sorumluluk alma hikayesi, onu biliyorum. Hepsinin günahı boynuma, eyvallah. Peki ya sonra? Kimse bilemez, biliyorum. Ben ancak kararlar verebilirim, gene de ben dahil kimse bilemez ne olacağını. Boş bir şişenin bu kadar da üstüne gidilmez ki canım! Ama boş değildi ki yazmaya başladığımda, yarısı doluydu. Yoksa boş muydu? Öyle ya, bana bardakla değil kanyak şişesiyle gel. Yarısı boş mu dolu mu? Bilmem, bir işe yaramadıktan sonra ne fark eder. Kitapçıdaki kıza patladım öyle geçen gün. Kitap sipariş etmiştim, adımı yazıyordu. Ne fark eder dedi bana. Fark etmez, dedim, adım sadece. Ben değil miyim sanki kahve bardağına Leyla yazdıran. Yaz ne istiyorsan. Ne fark eder…

15 Mart 2011 Salı

Zaman Nasıl Geçer ki?

O değil de İnci Hoca’da taş gibi irade varmış. Mete’nin geçen bölümdeki tiradına can dayanmaz. İki gözyaşı döküp kaçarak iyi kurtardı kadın. Lan çocuk reşitse al hüviyetini götür belediyeye, bas nikahı…efendi görünümlü piç nişanlından evladır. En kötü ihtimalle yatırım olur. İleride iş çıkar o çocuktan, hisli misli yavrum. Biraz öfke kontrolü sorunları var ama “[r]iski olmayan hiçbir yatırım yoktur. Yani evinize Aygaz tüpü de o zaman koymamak gerekir veya bir doğalgaz hattı çekmemek gerekir veya ülkeden ham petrol hattının geçmemesi gerekir. Şimdi bunlar hangisi olursa olsun herhangi bir tehditle ya da saldırıyla karşı karşıya kaldığı zaman bunların az veya çok bir bedeli olur.” Yaa işte böyle İnci Hocam.

İnci: Artık tek başına olma zamanı geldi Mete, ne yapacaksan kendi başına yapacaksın. Artık ben yokum. Senin hayatından tamamen çıkıyorum. 
Mete: Çıkamazsınız. İsteseniz de çıkamazsınız. Beni çalıştırmazsınız, dersime girmezsiniz, koridorda karşıma çıkmazsınız, bu okuldan gidersiniz, bu şehirden gidersiniz, bu ülkeden gidersiniz ama (kafasını göstererek) buradan çıkamazsınız hocam, (kalbini göstererek) burayı terk edemezsiniz. Sizin yapabileceğiniz tek şey beni hayatınızdan çıkarmak olur. Bir tek bunu yapabilirsiniz. Ama siz hep benim hayatımda varsınız, hep olacaksınız.

Caroline’in kötü olmasıyla bir derdim yok ama o cırtlaklığı yok mu… Bir de bir kadın dudaklarını büzünce bu kadar mı çirkin olur. Takma kirpikler de olmasa bu kadını hiçbir şey kurtarmaz. Onların da kurtarmayacağı kadın az bulunur zaten. Hem tavan süpürgesi, hem çakal n’olacak!

Mesude’nin ise bundan daha çakal olmasını beklerdim, hayal kırıklığına uğradım. İntikam ateşi zeka yoksunluğunu telafi edebilecek mi bakalım. Adamı baştan çıkartmaya mı çalışıyor, Aylin’in hayrına acısını mı deşiyor belli değil. Ben kötünün zeki, çevik ve ahlaksızını severim.


Berrin Ahmet için, ben Berrin’in cildi için endişeleniyorum. Dizi ilerledikçe İzel’e evrildi kız. Gene de güzel ama kapatıcı dayanmıyor. Yüzü az daha ışık yansıtmazsa kız görünmez olup oyuncu kadrosundan çıkacak zaten. O değil de fena harcadılar Ahmet’in annesini. Ne güzel şeyler dediydi aşk ve devrim hakkında:Bak oğlum kendi devrimini gerçekleştiremeyen kişi, toplumun devrimini gerçekleştiremez. Devrim cesaret ister. Önce kendi içini değiştireceksin, bazı şeyleri. Sevdiğin kadınla yaşayamayacaksan bu dünyada niye yaşayacaksın ki. Başkalarına ne yaşatacaksın ki. En büyük devrim aşktır oğlum. Bütün devrimler aşkla başlar. Bütün devrimler aşka yol açmak içindir. Gerisi fasa fiso.” Emma Goldman gibi kadındı, fazla iyiydi zaten. Kalbinden vurulduktan sonra da konuşmak için epey vakti kaldı neyse ki.

Mete’nin aşkı tırt çıktı yalnız. İnci koridorda bir kere görmezden geldi diye rüzgarı tersine döndü paşamın. Ne oldu yuttun mu tiradını, bir tarafına mı kaçtı.

Balıkçıyı da Soner'i de geç, Süleyman’ın hastasıyım.

Haah, “o kadın kim” geldi Cemile’den. Bu iş bitmiştir. Cemile Karcı. Oldu bu iş, oldu.

Ali Kaptan’ın nasıl bir kafası var? Balıkçı gözünün içine baka baka rus ruleti oynadı, hepsini de kafasına sıktı, sonra da mermiyi eline verdi, tırsmadı. Ne zaman ki adamın Hikmet Karcı olduğu ortaya çıktı, kaptan pıstı. Adamın ölümden korkmaması korkutmuyor da mal mülk, para pul sahibi olması mı korkutuyor?!

Bu arada Ali Kaptan da şaka maka bir Ali Rıza Bey olma yolunda hızla ilerliyor. Adam ölmüyor. 

Kadın gitti parayı kürke yatırdı diye baya saydırdım ama helal olsun, kötü dediğin böyle olur işte. Caroline, bütün sarışınlara örnek olacak kadın vesselam. 


Paris'e gitmek de kâr etmiyormuş. Onu da anladık. Peki nasıl geçecek bu zaman? İlk defa doğru bir şey dedi Aylin. Hiçbir şeyin düzeleceği yok, paldır küldür yaşıyoruz işte. Ha şunu bileydin bacım. Gözlerini gözlerine dikip "düzelecek" diyen her mavişe inanıp kafayı adamın böğrüne yaslarsan olmaz o iş. Şarkıdaki mendille gözünün yaşını siler o ancak. Allahın karizmatiği. 



Geçen bölümden şarkı gelsin o zaman. 



14 Mart 2011 Pazartesi

Her Kışın Sonu Bahar

Sırtımı yarılayıp sabırla belime uzanan saçlarımı özenle zapturapt altına aldığım lastik tokayı iplemeyen firari perçemleri gelişigüzel yatıştırmak için elimi başıma atıp da güneşten ısınmış saçlarımla karşılaşınca anladım ki bahar gelmiş. Sabah saati olmasına karşın yüzümü artık kesmiyor soğuk hava. Serin bir bahar havası öpüp kaçıyor sadece. 


Her kışın sonu bahar da...bu kaçıncı bahar? Bilmiyorum, saymayı bırakıyorum artık. İstanbul öyle güzel ki yerli yersiz gülümsüyorum. Gülümsememek elimde değil. Sevmemek gibi. 


Boğaz turlarımız başlamıştır.




"Gittin gideli bebek" ördekleri rontladım.


Anlam veremediğim bir şekilde ağ seviyorum. Özellikle sahildeki bankları fotoğraflama arzumdan sonra bir de bu çıktı başıma. Renkleri sanırım.




Sahilin muhtelif yerlerinde köpeklerin kimi o şekil kimi bu şekil abidik gubidik vaziyetlerde sere serpe yatıyorlardı. Sanırsam bu anlarda en büyük dertleri güneşe ne taraflarını verecekleri idi. Fakat güneş, serin serin esen o hafif rüzgarla sözleşmiş gibi öyle tatlı ısıtıyordu ki "sen de haklısın" dedim köpeklerden birine. Hangisine hatırlamıyorum.


Sonra Aşiyan'a vardım elbette. Her defasında yol yorgunluğuyla kendimi külçe gibi bıraktığım, hatta sere serpe yatıp bacaklarımı da tepesine uzattığım bank bir güzel göründü gözüme, onu da çektim. 
Âdetim olduğu üzere mezarlığa uğradım yine. Girer girmez emin adımlarla sağa yönelince ilişmiyor asık suratlı görevliler. Yine ayakucuna oturdum üstadın. Çok geçmeden küçük beyaz çiçekler açacağını bildiğim bitkinin yapraklarını sevdim uzun uzun. Toprağını okşadım. Konuşacak oldum, ne diyeceğimi bilemedim. Her şeyi bilen adama ne denir ki? En iyisini sen yapıyorsun üstat deyip ben de katıldım suskunluğuna. Tam gözlerim doluyordu ki bir sesle irkildim. 
- Aileden misiniz?
- Hayır. 
(Bir açıklama yapmamı bekledi sanırım ama söyleyecek mantıklı bir şey gelmedi aklıma. Nasıl olsa devam edecek dedim. Etti.)
- Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Veli, Attila İlhan da burada yatıyor.
- Biliyorum...ama işte hep Münir Nurettin'e uğrarım ben. Onları da aradığım oldu ama bulamadım bir türlü. Size zahmet olmazsa...
-Tabi tabi, buyurun... Edebiyatla ilgilisiniz herhalde?
- Eh, severim tabi. Musikiyi de. 
- Bakın bu Tanpınar, bu da Yahya Kemal. 
- Doğru ya. Hemen girişte solda olduğunu söylemişlerdi.
(Söylemişler miydi? Çoğullar mıydı bana mezar yeri tarif edenler? Peki ya ben nasıl olup da görememiştim burnumun dibindekini bunca zaman? "Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında; Yekpare, geniş bir anın Parçalanmaz akışında". Doğru ya...nasıl göremedim. Yahya Kemal'e ne demeli? "Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde; Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter. Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter." Gözümü mısralardan ayırıp yukarı kaldırınca bahsettiği serviyi gördüm. Gülümsedim.)
Sonra o güne kadarki mezarlık görevlilerine benzemeyen güler yüzlü abiden beni Orhan Veli'ye götürmesini rica ettim. Yüzüne büyük gelen yeşil gözlerinin içi gülüyor, yersiz bir güven veriyordu insana. Peşine düştüm. Yolda "Bedia Muvahhit'i bilir misiniz?" diye sordu. "Bunu nasıl sorarsınız!" der gibi bakarak "tabi bilirim" dedim. "Hemen solunuzda" diyerek gösterdi. 
Sanki Aşiyan Mezarlığı'nda değil de tekmil sanat camiasının buluştuğu bir balo salonundaydık. Takdimine lüzum görülmeyen çömez bir muhabirmişim gibi camia, onları rahatsız etmeyecek bir mesafeden tanıtılıyordu bana. Ben de hayranlıktan kamaşan gözlerle onlara bakıyordum. 
Epey bir çıktıktan sonra Orhan Veli'yi gördüm nihayet. Abi bizi yalnız bırakarak aşağı indi. Oturup, ayakucunda biten en geniş yaprağı sevmeye koyuldum. Yaşarken kim bilir kaç kadın böyle şefkatle sevmiş olmalı ellerini; böyle sıcaklıkla, sevgiyle. Çok da yaşamadı ya, şansına küssün benle idare edecek bugün. Başucunda kuru çiçekler vardı. Bir dahaki sefer ben de getireyim. Dibinde de gül bitmiş ama dikenli dallardan ibaret şu an. "Sonra görüşürüz Veli'nin oğlu Orhan Veli, ben gene gelirim". 
Baharın ilk günü. Halbuki daha çok göreceğiz bu günlerden. Tabi belli mi olur, orası ayrı. İlk aşk gibi. Baharın ilk günü yani. Güneşin içimizi tatlı tatlı ısıtacağı günler art arda sıralanmış ama hiçbiri bugüne benzemeyecek, bugünün tadını vermeyecek hiçbiri. Çok güzel günler göreceğiz. Denizin pırıltısı, kuşların cıvıltısı, ılık havayı saran çiçek kokuları aklımızı başımızdan alacak ama hiçbiri baharın bu ilk günü olmayacak. 

  

13 Mart 2011 Pazar

Leyla Hanım'ın Gündüz Düşleri



Başka blogda gördüm, çok özendim, ben de yapacağım (bkz. birinci yıl yazısı). Gerçi yazar bu bahaneyle duygusala veriyor, bense mütemadiyen o kafadayım ama olsun. (Onursal’a not: “Coştunuz” deme gene, ifade özgürlüğüme ket vurma abicim. İki duygusala bağlayacağım, hızımı kesme çok rica ederim. Gözlerinden öperim.) He yaa, bir yıl olmuş resmen. Bu blog yazma işini aklıma sokan arkadaşa taze çemkirdim daha “ulan bu işi başıma sen sardın” diye (Neticede yetişkin bir kadınım, yerli yersiz çemkirme ihtiyacı hasıl olunca kurban ayırt etmiyorum zira ayrımcılığa karşıyım. Erkek olsun çemkireyim, kesin hak etmiştir ya da hak edecektir). Halbuki adam nereden bilsin manyak gibi her gün yazacağımı. Ne diyordum? Ha evet, ona bir posta çemkirdim…ama bir iyi geldi ki anlatamam. İkisi de: çemkirmek de, yazmak da.

Geçen Mart, yani yerli yersiz yazmaya başladığım dönem çok acayip bir dönemdi (gerçi it was the best of times, it was the worst of times anasını satayım, hangi dönem çok acayip değil ki). Yok yok, o dönem dark side’dan çifte vatandaşlığımı aldım alıyordum artık. Tabi ki olaylara yön veren her zamanki gibi benim bok yememdi. En azından kayıtlara – yine her zamanki gibi- böyle geçti. O dönem, yani profesyonel bir anlayış fakat amatör bir ruhla ve sigortasız, tatilsiz, ikramiyesiz, tam zamanlı çektiğim ayrılık acımın üçüncü yılına yaklaşırken derdime dert katmaktan imtina etmemiş ve bir zincirleme felaketin daha hem faili hem de mefulü olmuştum. Diğer bir deyişle yar üstüne yar sevmeye kalkmış fakat imzamı süratle attığım taptaze bir ayrılık acısıyla daha kalakalmıştım. Birinci ligi görmesiyle küme düşmesi bir olan umutspordan ihracım da o güne rastlar. O gün bu gündür bir sahil kasabasında (bkz. İstanbul) azıcık aşım kaygısız başım, günlerimi sayıyorum.

O dönem öyle mi ya, isyanım yaradana! Ossaat dünya batsa, rüya bitse; isteğim işleme konuldu ya ondan oldu diye böbürleneceğim. Bir şey büyüyor içimde, tarifi kabil değil. Kendine acıma desen değil; kendine öfke desen, onda level atlayamayacağım bir noktaya varmışım artık; bu sefer değişiklik olsun, kendimden başkasına öfkeleneyim dedim, yemedim. Bir his ama nasıl, delireceğim. Söylemem, anlatmam lazım ama kimse duymamalı, kimse bilmemeli. Zifiri karanlık, dipsiz bir kuyu bulup ona bağırmalıyım. Zeka küpü olduğumdan çareyi blog yazmakta buldum. Bir yandan “nasıl olsa kimse okumaz, kime ne benim derdimden tasamdan” diyordum, bir yandan da “yok be elbet vardır okuyunca ‘evet lan!’ diyecek birileri” diyordum. Nitekim varmış. Gene de azıcık akıl fikir sahibi olaydım aşikar etmezdim kimliğimi. Bu sebepten yeni blog açtım hatta, ama tek satır yazmadım (Gerçi beyhude delikanlılığı bir kenara bırakıp “ne var lan, ben yazdım ne olacak!” diye postasını koyamayacağım, haddinden fazla melodramatik ya da Carrie Bradshaw-Hank Moody tarzı yazılarımı direkt oraya transfer edebilirim en yakın zamanda. )

Leyla’nın hikayesini zaten anlatmıştım. Gündüz Düşleri’nin de anlatmış olmalıyım ya... O blog yazma gazını veren arkadaşımla bir gün Peyote’de oturuyoruz, o sanırım gene benim sözlük yazarı olmamla ilgili şüphelerini dile getiriyor. Kendisi web bir şeyci olduğundan, benim teknolojiye hakimiyetim de bir neandertalinkine eş seviyelerde seyrettiğinden ne dese şaşkınlıktan şaşkınlık beğenerek dinliyorum. Oradan iki balık atsa fok gibi el çırpacağım. İşte ekşi sözlük’ün domain adı olan sourtimes’ın, bildiğimiz Portishead şarkısı Sour Times olduğunu ve adı alırken ssg’nin kız arkadaşının söyleyiverdiğini filan öyle keyifle dinledim ki birasını alıp karşıma Homeros otursa ve İlyada’yı anlatmaya başlasa bu kadar dikkatimi veremem. “Oha lan, The Social Network gibi!” diye tepki vereceğim ama film daha yok piyasada. Blog yazma gazını da alınca iyi dedim, ben de şarkı adından koyayım madem. Dövme işine dönerse sittin sene açamam yalnız blogu. Bir kerede söyle ayşec. Manyak gibi çevir çevir ne dinliyorum ben bu ara? Gündüz düşleri. Teoman sever miyim? Hayır. Şarkıdan bağımsız olarak da düşününce anlamı konsepte uyuyor mu? Evet. Karar verilmiştir.

Gündüz düşlerimi yazacaktım. Kendimi şuursuzca ifşa edince olmadı. Belki iyi de oldu olmadığı. Hem Cazibe Hanım’ınkiler kadar cazip cinsinden olmayacaklardı, hem de durumu sönümlendirmek yerine daha da sefilleştirmek ziyadesiyle anlamsız olacaktı. İşte o yüzden böyle bir şey oldu. Gururum elverdiğince bir ağlama duvarı, Karşı Pencere'deki gibi taşın arasına sıkıştırılıp bulunması umulan bir pusula, elimi suya sabuna bulamak istemediğim vakitler de politik çemkirikler ve daha bir sürü şey... Siz de okudunuz, teşekkür ederim. Dahası susmadınız, ses çıkardınız, sesinizi duydum. Çok teşekkür ederim.



11 Mart 2011 Cuma

"Chronicles of a Thesis, from aysec. the Master of Science"



Blog yazmaya başladığım zaman -yani geçen Mart, bu zamanlar- master'ımın tez aşamasındaydım. Nevizade görüşmelerim bitmiş, literatürüm taranmış, teorim henüz çökmemişti. Sürekli evde, bilgisayar başındaydım. Lüks addettiğim kaçamaklarım arasında online scrabble oynamak ve evi temizlemek başı çekiyordu. Pek insan görmüyordum. İnziva aşkım o dönemde kök saldı sanırım. Facebook, Twitter ve Blogger bana ideal oranda yalnızlık sağlıyordu. Herkesle mütemadiyen iletişim içinde fakat hep uzaktım. "Şu video çok iyi olm", "bu şarkıyı dinle bak", "şunu bi okusana", "şöyle bi olay var, gidek mi?"... Belli başlı arkadaşlarım sayesinde (siz kendinizi biliyorsunuz) burnumun ucunu çıkardığım oluyordu ama evim evim diye dönüyordum. Zaten ağzımı açtığımda tek konuşmak istediğim tezimdi. Onun dışında geyiğini yapabileceğim özel bir hayatım (herhangi bir hayatım) olmadığı için sahiden de baya "sıkıcı" olmuştum. Hala öyleyim ya neyse. İşte o dönem çok fena dadandım bu sosyal ağlara. Tez sürecimi orta yere serdim resmen. Makale aranıyor duyuruları, söylenme, sızlanma, homurdanma, sinir çöküntüsü, had safhada geyik, radikal özgüven iniş çıkışları... her birini küçük renkli post-itler gibi iliştirdim oraya buraya. Teşhir ya da paylaşma, stresle başa çıkma biçimim oldu. Olmuş. İçindeyken bunu bilinçli yapmıyordum elbette. Arkadaşlarımın yorumları, gaz vermeleri, katkıları, çevirdiğim geyiklere katılmaları bana sandığımdan çok güç verdi. Fiziksel olarak yapayalnız fakat internetin sunduğu imkanlar sayesinde sevdiğim herkesle birlikteydim. 

Aslında bir arkadaşım bunu kendi bloguna konu etmeyi önerene kadar tez sürecimi bu denli afişe ettiğimi fark etmemiştim. Kendi tez sürecini de geride bıraktıktan sonra bugün benimkini yazmış sahiden. İşte o saplantılı kavramsallaştırmam, çıka çıka çıkan çıkarımım, tez hocama laf soktuğum elim belimde paragrafım, yazarken dinlediğim parçalar, yazdığım yer, tezle ilgili tweet'lerim...
http://neverbeenmodern.wordpress.com/2011/03/11/chronicles-of-a-masters-thesis/



Bitmeyen Aşk

Bitmeyen Aşk bitti. Hani şu okuduğum Pınar Kür romanı. Peki bunu Birand’ın “ishalim nihayet bitti” tweet’inden daha anlamlı ya da değerli kılan ne? Hiçbir şey. Adam en azından sağlık durumundan bahsediyor, bense bir kitap okuduğumdan. Cin Ali’den beri hiç mi kitap okumadın düdük makarnası diye sorarlar. Ben sorarım. Kendi sorduğum soruya da cevabı maddeler halinde yapıştırır, laflar hazırlarım. Hem blog benim değil mi, memlekette ifade özgürlüğü mü yok, nedir yani!

Sandığımdan fazla ve çok kötü etkiledi bu roman beni. Çok lazımmış gibi aşk üstüne düşünmeye koyuldum. Daha önce hiç aklıma getirmemiştim dersem baya saçma olur. İlk defa konuştuğum zaman ne anne ne de baba demişim mesela. Aydın demişim. İlk aşkım. Sonra, bana “hayatını anlat” dendiğinde (bu soruyla karşılaştım, evet) biraz bocaladıktan sonra özet olsun diye “doğdum, aşık oldum” demiştim. Astrolojik olarak söylemek gerekirse ki gerekmez ama söyleyeceğim, duble terazi bir kadınım. Yani daha aşk yokken ben varmışım. Yıllar yılı da epey kafa yordum bu işe. Kafasına düşen kola şişesini inceleyen Afrikalı ağabey edasıyla evirdim çevirdim “la bu ne ki?” diye. Bir sonuca varamadığım ortada sanırım.

Aşkı düşünürken çevresinden dolandım hep. Diyalektiği dedim, üstüne sayfalar döşendim. Kitaplar okudum, alıntılar not aldım filan. Kendi gerçekliğimi teoriye uydurmak için eyleme geçtim sonra. Bir çerçeve çizip, resmi ona göre kırpıp kestim. “Boş çerçeve” diye şarkı vardır, bildin mi? He. Bomboş işte. O zamandan beri de fazla düşünmedim üstüne. İyi gelmiyor çünkü. Hatta bir garipleştim. Filmlerin sonunda insanlar kavuşamasın ister oldum, mutsuz son görmek ister oldum. Öyle ki ölmesinler de, ölmekte ne var. Ayrı ayrı yaşayıp acı çeksinler istedim. Sonunda insanların her zorluğu aşıp kavuştukları sonlardan nefret ediyorum. “Hadi len” diyorum.

Bu kitap aslında baştan sinir etti beni. Yazarın kendinden “yazar” diye bahsederek üçüncü tekilden zırt pırt yorum sokuşturması inanılmaz itici geliyor bana. Sonra vay efendim, aşkın bilimsel bir çözümlemesini yapıyormuş romanda. Hadi len affedersin! Almış Nilgün’le Sinan’ı…çok fena almış ama. Bir gerçekçi almış. Yakın dönem bir de. “Yarım kalmış şeyler tamamlanmaya eğilimlidir” teorim var ama 17 yıl… İlk planda kadın 18 yaşında, adam 30. İkinci planda kadın 35, adam neredeyse 50. Çok can alıcı alıntılar var ama buraya alıp da tatlı canıma kıyamayacağım daha fazla.

Delirmeye yer arıyorum yemin ederim. Roman karakteri gibi düşünmeye başladım kendimi. Sanki Nilgün kitaptan çıkıp bana ulaşırken ben de hayattan kitabın içine yöneldim, birbirimize yaklaştık. O nasıl biraz gerçekse ben de biraz roman karakteriyim. En geç birkaç haftaya geçer tabi ama geçene kadar bir iki sefil deneme yazmaktan korkuyorum. Buraya yazmaya utanır çekinirim belki ama bir kenara köşeye yazmazsam da delirebilirim. Tezimdeki gibi gündelik hayatı yazarım gene. Aslında sinema dili daha uygun aklımdaki anlatıma. Bir kadının kafasına girip, birini sevmeyi anlatırdım oradan. Gün içindeki iç sesini duyardık. Belki yüzüne, gözlerine yaklaşırdı biraz kamera. Tencereyi karıştırırken, kapının koluna uzanırken aklından geçeni, geçenleri anlatırdım. En detay anlara odaklanırdım. Kabak tadı vermeyecek miktarda geriye dönüşler, ileriye sarışlar olurdu belki. Omuzları çökük, uzak bir yere dalıp gittiği durağan planlar olurdu. Klasik müzik duyardık arkadan. Keman ya da piyano solosu. Donukluğu anlatmak için gri bir filtre kullanabilirdim. Bundan bir kısa film çıkabilirdi. Çok özgün olmazdı belki ama olabilirdi, yapabilirdim de.

Bir romanın kadın karakteri… bir iltifat bu, bizzat aldım. Çizgi film karakteri gibi kadınlarla kıyaslandığımda bir roman karakteriymişim ben. İnsan ilkin bir havaya giriyor girmesine ama bir arkadaşımın blogunu okurken nedense içime işleyen alelade bir kelime bunun hakikat değil, sadece iltifat olduğunu hatırlatıyor. “Zarifçe”. Yani en azından benim aklımda canlanan roman karakteri kadınlar sofistike ve zariftirler. Yerli yersiz konuşmazlar, gereğinden fazla tek kelime etmezler. Ağızlarından çıkan her sözün hayati bir önemi vardır sanki. Sonra, acılarını yaşayış biçimleri… İster ölüm, ister ayrılık, ister yoksulluk olsun dimdik dururlar. Rezil kepaze etmezler kendilerini. Ne bileyim, çok içip yerlere düşmezler mesela ya da yan karakterlere bel bağlamazlar. Cevap anahtarıyla doğmuş gibi ortalıkta dolanmaları yetmezmiş gibi tevekkülden de geçilmezler. Ketum, bilge ve zarif olur bu kadınlar. Aşklarını da acılarını da zarifçe, kırılgan bir incelikle, baygın bir leylak kokusu eşliğinde yaşarlar. Bir tanesi de çıkıp “ama bu haksızlık, ben bunu hak etmedim!” diye cazgırca feveran etmez. En fazla trenin altına atar kendini. Sonra sıkıyorsa haklılık iddia et. Bir de titrek mum ışığında kanaviçe işleyip Fransızca roman okumadığım zamanlarımı narin parmaklarımı piyanonun tuşlarında gezdirerek değerlendirirsem tam olacak! Sıkıyorsa Rusya’dan Yaşar Kemal’in Çukurova’sına in. O da roman, hem de ne biçim.

Dedim ya delirmeye yer arıyorum bu ara. 25 yaş kriziyle işsizlik kafası birleşince çok acayip oldu. Bu yetmezmiş gibi aptal roman da yalnız öleceğim duygusunu hortlattı. Yemin ederim bu kitaplar konuşuyor benimle. “Ne aşkı? Haydi canım geçmiş ola…” dedi, kulaklarımla duydum. Ben deli değilim, çıkarın beni bu kitaptan. O değil de şimdi ne okumalı? İçinde aşk olmayan roman var mı? Varsa da sonu iyi bitmesin, katlanamıyorum. Bu minik minik çeviri işleri nereden nasıl bulunuyor? Bahar gelecek mi? Balkona ne zaman masa atabileceğim? Bu ayın 20’sinde ÖSYM’yle imtihanım yeniden başlıyor, azıcık da ona gerilsem bari. En önemlisi, arkadaşım dönüyor Almanya’dan. Al sana mutluluk sebebi. 

9 Mart 2011 Çarşamba

Porselen Dükkanında Bir Fil


İçkiye suç bulurdum. Artık bulmuyorum. Midemi döndürmesine, dilimi dolandırmasına, adımlarımı karıştırmasına yine kızıyorum elbette ama bana asla söylemeyeceğim şeyler söyletmediğini, asla yapmayacağım şeyler yaptırmadığını kabul edeli epey oluyor. Rahatsız edici şeyleri bu bahaneyle pat diye söylemekten garip bir keyif alıyorum hatta. Oysa hasıraltı geleneğimize çok aykırı bu. Hayatın akışkanlığı söylenmeyenlere öyle bağlı ki. Devamlılığını sağlayan bu suskunluklar bile olabilir. “Allah kahretsin, böyle bir şey var” diye patlayınca bir mutfak dolusu cam kırılıyor sanki. Üstüne bir de gözlerim dolunca, gürültüyle kırdığım o camların üstünde yalın ayak yürür gibi hissediyorum kendimi. “Ne istiyorsun benden, ne yapayım?” Bilmiyorum. Çocukluğumu dersem haksızlık etmiş olurum. Daha güzel bir ülke istemeye de hakkım yok. Neden söyledim öyleyse, ne gereği vardı böyle rahatsızlık vermenin, can sıkmanın? Yazdıklarımı sildim ama yazdıklarımı silmek yaşadıklarımı da siler mi? Bir şey beklemiyordum. Tek istediğim “bu var” demekti sanırım. Bu konuda artık bir şey yapılamayacak olsa da böyle bir şey var. Susmak silmiyor, silmek yok etmiyor. Hayat devam ediyor. Olması gerektiği gibi. 

7 Mart 2011 Pazartesi

The Salem Justice

Hi there,
This is me, reporting from Istanbul, Turkey. I would say “speaking” but I’m rather in the mood for “reporting”. This is my blog. I’ve been writing here for almost a year by now, writing about no particular subject. It’s mostly “personal” though. What I feel, what I think, what I like, what I despise etc. So one may even call it egocentric, given the one recurring theme: me. On the other hand, technically we’re all doomed to be the center of our own little life. There is no other way around as far as I’m concerned.

Anyway, I’ve so far written my blog in my native language since it’s the language I feel myself most comfortable with. Maybe just once or twice I have dared to write in English and that was probably because writing in a foreign language makes me feel as if it’s not actually me speaking but someone else. It’s as if I’m not obliged to take the responsibility of my words whose full responsibility I always take. This time, however, I write in English not because I see it as a break but literally a means to communicate with the non-Turkish speakers out there. After Blogspot was banned once again recently, I realized my blog is being read in many countries other than Turkey. Of course I’m pretty sure a grand majority has just a peek by chance and that’s all there is to it. Then again, some passers-by are curious enough to use the Google Translate and see what I’m up to here. I must admit it’s quite amazing to see the effort, no matter how small, for having a sense of what a total stranger is saying. In fact, this is what prompted me to write in English now. I have things to say and why hold them back if I have the means to say them to a way larger community. 

The funny thing is that I am actually deprived of the means in question. Internet bans are very common in Turkey and the last lucky one was Blogspot for a second time. Plus, Google and YouTube were also banned until recently. The alibis are always far from satisfactory. Actually I can’t think of anything that can legitimize this bullshit. It’s either a website where someone insulted the founding father of Turkey or a sub-domain illegally broadcasting football games whose rights are already sold to a company for a considerable price. The whole Google, YouTube or Blogspot goes just like that. I’m talking about a few thousand websites here and it’s hard to say that the government is truly sorry for the inconvenience. I guess Facebook and Twitter are the next ones in line since a revolution might pop up any moment (!) when considered the recent examples having taken place in a geography dangerously close to us. Seriously, we should be out of our minds to reduce the upheavals in question to slacktivism, although as a social scientist-to-be, I do find the concept very promising and exciting.

You can see that as bloggers in Turkey, we’re not so much hindered by prohibitions. It’s almost by reflex that we figure out ways to bypass obstacles constantly coming up one after another. Don’t get me wrong, it’s not peculiar to bloggers or anything. In fact, this is one of the things that make this random group of people who happen to cohabit, a society. A bold generalization or a pretentious claim you may call it. Well, I call it a humble participant observation. I’ve been around here for quite a while by now and I can say this: we can almost always find a way around anything. I even wrote a passionately Foucauldian dissertation on that one but I don’t intend to be the sociologist here, not now at least. Given the current political conflicts in Turkey, one can obviously not get away with a hundred pages long master’s thesis whereas a voluminous PhD thesis on freedom of expression would not be bad for a start.

In other words, it’s a very long story and a pretty sad one, too. Internet prohibitions make but a very small part of this story. My country has a very shameful history of violation of human rights. Especially the right to express one’s opinions has not been much favored so far. As if we were granted our right to live a decent life in the first place. No, I shouldn’t do injustice to that sweet little group of nice fellows who do live substantially decent lives while rest of the population is unemployed and unsupported except for the partial and periodical charity works of the state that function to perpetuate poverty rather than eradicate it. Anyway, nationalism and religion have always been the two major pains in the ass around here. As an atheist, I would pick the latter as my favorite. Neoliberalism, global capitalism or whatever you name it just makes everything worse. I’m not going to get into any of that stuff  despite the fact that I’m actually dying to. No, the reason I make a change and write in English today is because I need to tell how fucked up things are. Journalists who mess with the party in power and its deeper roots below, are being arrested and put in prison for no legitimate reason or for overtly fictitious reasons at best. The current political climate resembles a witch hunt where all dissidents are stigmatized by the same crime (“membership to a terrorist organization whose members and aim are not yet known” in this case) and taken away from their houses by force at 5 or 6 a.m. in the mornings. Phone conversations of those who constitute a potential threat to the regime are being listened and it is not an extraordinary practice at all.

The worst part is that we dare speak of this nightmare-like atmosphere less and less each day and not only because of the fear that our house might be raided one dawn and we can be taken somewhere that no one can hear from us again. We dare speak less because we’re afraid to be called names. For instance I’m not pro-army since I don’t define myself as nationalist but I’m not pro-government either, since I definitely don’t define myself as Muslim. The “moderate Islamic” government presents itself as a champion of democracy, so whatever stance one takes against it, is considered an anti-democratic move. They say they don’t interfere in anyone’s life style but funny how I find my life style threatened more and more as my life style is likewise considered a threat for them. I might be arrested for drinking a can of beer by the sea or I might be raped for wearing a mini skirt at 3 a.m. on a Friday night. If I’m out there as a young woman, it means that I’m looking for trouble and I definitely deserve it.

We have a saying in Turkish, it translates as this: the arm breaks but remains within the sleeve. It means no matter how bad things happen, it should remain within and not made public. This is also the sort of mental climate that we all had been socialized in, so I was not exactly willing to burst things out like this. But the urge got unbearable. The broken arm hurts too much. Every oppositional voice is severely suppressed. Improprieties, thefts and lies do not even need to be hidden anymore. It’s all out there and we just watch. Of course raising a voice has always had a price everywhere but it’s quite expensive here nowadays. This is what concerns me. The fear. What we have here can be called anything but democracy. Where any opposition is suppressed this vulgarly and impertinently cannot be called a free country without feeling at least a little shame and guilt.

“This is a Muslim country”, my prime minister yells in anger. I am not a Muslim, so where should I go, where do I belong? I do not believe in what he believes in and I am not a disciple of the sect leader that significant domestic power holders are disciples of. I do not agree with the ideals by which the country is run for the past 8 years and I do not consent to this hypocritical, impudent, opportunistic, fascistic and corrupt administration. What’s more important than everything, is that I defy and curse the violation of the right to freely express opinions be it pro or con government. Bloggers who criticize the statements of the head of the ruling party aka the prime minister, are sued by him. Comic magazines are sued. Political small talk with the barber costs two years in jail. If the slightest criticism does not go unpunished, what’s the use of watching my words? Why should I even care to be scared if judicial power is used arbitrarily? The last but not the least, how on earth can I be expected to respect such a government?

Obviously, this is not the result of a meticulously designed and conducted research. It can hardly be called a sociological analysis. This is just a blog I’m writing here and this particular one may be considered an unofficial criminal complaint at best. I’m not so scared of being called this or that anymore. The madness has gone too far to care about that. I’m just concerned and I wanted to say it louder this time. Of course the story is way more complicated and way longer than a tweet or a blog can cover. In a nutshell, things are not going very well here. The arm is broken and the sleeve is not exactly helping.