31 Ağustos 2012 Cuma

Bir Tatlı Huzur...

...ya da gece gelen otobiyografi. Başımı yastığa koyunca bunlar geçiverdi aklımdan, ne yapayım. Çağrışım serbestisi diz boyu.
Delikanlılık çağı mı derler, kavak yelleri mi... O dönem tutku yönetti hayatımı. Kısa hayatımın anahtar kelimesiydi tutku. İlk anlayan lisedeki edebiyat hocam oldu. Yüzlerce kelimelik bir liste içinden bir kelime seçilecek ve kapsamlı literatür taraması yapılacaktı. O gün yoktum, hastaydım ama hocam biliyordu seçeceğim kelimeyi. Üniversite amfisinde asistanımız isimsiz bir kağıda üç kelime yazmamızı istedi, ben bir tane yazdım. Kim bu diye yırtındı dakikalarca, açık etmedim. Aşkın Diyalektiği adı altında tutkuya güzelleme yazdım on sayfa. Hem ödev, hem mektup ama ne övgü! Aşkı tutkunun aynasında gördüm, bir yansımanın peşinden koştum. Kişisel tarihimin en kanlı savaşları tutku için oldu. Can yakmak, canımın yanması ne kelime... İnsan öldürdüm ben, ama ben de öldüm. 
Sonra durup düşünmek için yalnız kaldım. Çile derler ya, çile doldurdum. Çilem yalnız kalmak filan değil, yüzleşmekti. Hesaplaştım gerektiği gibi. Uzun sürdü ama bitti. 
Bana gerçek sevgiyi, büyük yanılgıyı öğreten adamın verdiği huzuru yana yakıla aradığım yıllarda huzur Tanpınar'da gösterdi kendini. Sonra başka roman, şiir ve şarkılarda ve yağlı boyalarda. Huzur çekti aldı kendini en büyük huzursuzluğumdan, yeri orası değildi. Geldi ta içime yerleşti, tuttu içimi sardı kapladı. Tutkuyla döktüğüm kan, mazgallardan aşağı yağmur sularıyla birlikte akıp gitti. Huzur vermeyi öğrendim. Huzurum kaçtığında ben de kaçtım. Olur ya belki bir gün kaçmamayı da öğrenirim. Bu sefer ne için olur kim bilir. Nicedir yoruyor zaten firar. Aşinayım firara ama şimdi "merhaba, merhaba" o kadar. Dağınık saçlarım ve sarmaşıklar akşam güneşi esintisinde havalanırken okuduğum kitabın sayfalarını çeviriyorum şimdi.
Sevgi dolu bir çocuk, tutkulu bir genç kız ve huzur veren bir kadın. Daha ne olacak, kim olacağım bakalım...


29 Ağustos 2012 Çarşamba

Uzun Hikayenin Kısa Öyküsü

"Düğüne gelecek misin?" diye sordum; hiçbir şey söylemeden kalkıp gitti, yaşıtlarıyla koşturmakta olan oğlunun sırtındaki bezi değiştirdi.


28 Ağustos 2012 Salı

Ay Büyürken



Hurma Sahili

Datça'ya karşı, çatı

Cin tonikler babadan, mandalinalar bahçeden


Dalında güzel olmayan tek çiçek: Kabak çiçeği dolması çiçeği


Kabağın canı can da patlıcan çiçeksiz olur mu?

Taze ceviz: Var mısın elleri kınalamaya?

Yusufçuğu havada kaparım

Karada da kaparım


Güneş çiçeklendi


Manidar çalışma




Halil Çökertme'den çıkar da ben Çökertme'ye çıkarma yapmaz mıyım?

Mavi tur dedin mi böylesi olacak hocam. Gözlerden ırak, gönüller bir.



…Mazı’dayım. Büyümekte olan bir yarım ayın aydınlattığı geniş, beyaz bir Bodrum çatısının üstünde –kıçımın altında hiçbir şey olmadan, tam üstünde- yazıyorum bu satırları. Çiçekli elbisem ve çiçek küpelerimden başka bir fazlalık yok. Az ötedeki gümüşi denizin çakıl taşları ve kayalıklarda çıkardığı ses bana kadar ulaşıyor. Ayın şavkı güzel. Yakamoz, daha güzeldir.

Bir otogarda çığlığı basan küçük bir kız. O kız bendim. Babam her zamanki gibi Atlas almıştı (demek ki abone değildi o zamanlar, eve gelmiyordu). Kapağında Mazı vardı derginin, “Çılgın Dünyadan Uzakta” başlığıyla. Bunun ne anlama geleceğini işitmeme lüzum yoktu, bu yüzden ani bir çığlıktı kopan: Artık yalnızca biz ve bir avuç yaşını başını almış İtalyan komünist değil herkes bilecekti gizli cennetimizi. Ben, oldum olası mekânlara bağlanan bir çocuktum ve mekânlar ha babam değişirdi; öğrenecektim.

“Çılgın Dünyadan Uzakta” Mazı için son derece uygun bir ifadeydi fakat Thomas Hardy’nin Far From the Madding Crowd’unun çevirisi olduğunu henüz bilmiyordum. Öğrendiğimde de madding’in çılgın olarak çevrilmesini içime sindiremediğimi,  çünkü kalabalığı çılgın değil çıldırtıcı bulduğumu anımsıyorum. Bu yaz gelirken iki kitap vardı sırt çantamda: Biri Elhamdülillah Laikiz/ Nancy Lindisfarne, diğeri The Woodlanders/ Thomas Hardy. Nicedir süründürdüğüm ilk kitabı görev bilinciyle okumaya koyuldum ama aklım Yeşilçam senaryosundan hallice bir hikayesi var gibi görünen Hardy romanında. Kişisel geçmişimle bağlantısını ise yeni fark ettim Hardy’nin.

Benzer bir durum daha aydınlığa kavuştu geçenlerde. Feist’in My Moon My Man şarkısını neden kendime bu kadar yakın bulduğumu anladım. Çünkü yeni yeni İngilizce öğrendiğim ve Moon River’ın en sevdiğim şarkılar arasında yer aldığı dönemde ben de aya bir şarkı yazmıştım. Akşam yemek masasından kalkıp ay ışığı altında yürürken ay bir gece tavlamıştı beni, büyülenip kaldığımı hatırlıyorum. Sonra allah jazz söyletmiş ve ben kısıtlı kelime dağarcığımla My Moon diye bir şarkı uyduruvermiştim. Fena şarkı sayılmazdı, en azından içtendi. Kâğıda hiç dökmedim, kimse de duymadı ama izleyen birkaç yıl boyunca aynı yürüyüşler sırasında geliştirdim şarkıyı. Sonra boşlukta kaybolup gitti. Yıllar sonra Feist’in şarkısına bambaşka bir anlam yükledim, sonra o da boşlukta kaybolup gitti. 

Yaklaşık 25 yıldır geliyoruz buraya. Önceleri çadırla İnceyalı’ya, sonradan Hurma’daki mütevazı bahçe ve kulübemize. Tevazu bir yana, emek başka bir yana tabi. 

Büyümekte olan aya karşın onca yıldız görünüyor. Kendimi biraz arkaya atıp ellerimi beyaz yere dayayınca hepsi üstümde. Terasta uyku tulumlarıyla yatınca bir de Samanyolu örterdi üstümüzü. Eylül, tenimdeki ürpertide söylüyor geldiğini. Artık o kadar yaz değil.

Burası da benim evim. Ayağımdaki gümüş hal hal, yazın henüz bitmediğinin ve benim henüz ölmediğimin göstergesi. Bir yaz ritüeli.

Gökova denizi, laciverdi bir ipek gibi yuvarlak hatlarıyla buruşuyor önümde. Yüzümü güneşe dönüp bir de gözlerimi kapayarak yüzersem uçuyorum çocukluk rüyalarımda olduğu gibi. Evimizin adresi ve telefonunu ezberlediğim yıllar olacak ki adres ve telefon numaramızı bir çırpıda söyleyebilirsem havalanıyordum ancak. Sonra Fantazya misali bir ülkenin üstünde süzülüyordum.


Bir yaz daha biterken içim burkuluyor. 



Bunu seven, şunlardan da hoşlanabilir:

Ha şöyle şeyler çekmişliğim de var, yok değil:



22 Ağustos 2012 Çarşamba

Dikensiz Gül Ayşe


Tek kişilik keyif: Bitmeyecek Öykü/ Michael Ende'nin bitmesinin ardından Nazım Hikmet/ Büyük İnsanlık (Kendi Sesinden Şiirler), bir litrelik kırmızı Dikmen ve tarçınlı tütsü. 


Hocam insan bu, yoruluyor en nihayet. Bayram günü bayram yerine de dönse bir ada şart. En büyüğünün dahi etrafı itinayla kompile (12 km) 2 saatte katedilir (pisikletle). Bir de esaslı meyhanesi var ki ismi lazım değil. O bilenlere kalsın.

(Menekşe çiçek açmamakla birlikte pıtrak pıtrak küçük yeşil yapraklar açmakla meşgul. Söz verdiğim halde bu yaz kendisini daha büyük bir saksıya taşımamaktan sanıyorum.)



Bu abinin kim olduğunu bilmiyorum, çekerken izin de almadım. Fakat rüya masayı kurmuş abi bu fotoğrafı çektiğim için de kızmazdı bana tahmin ediyorum. Tam ardından kısa bir fırtına patladı zaten, hepçek içeri kaçındık. Fakat bu fotoğraf ilelebet kaldı zihnimde. Adı "Daha Ne Olsun".




Dikensiz gül olmazmış
Çilesiz bülbül Ayşe
Her kuş bülbül olmazmış
Her çiçek de gül Ayşe






18 Ağustos 2012 Cumartesi

Sevmek Zamanı Hiç Biter mi? Hiçbir Şey Olmamış gibi Boşlukta Kaybolup Gider mi?


Saat gece yarısına yakın, yüzümde geniş bir gülümseme. Tek bir telefonla pişmiş kelleye dönmüşüm. Arayan tez hocamla asistanı olan arkadaşım. Rakı içerken beni anmışlar gene, bir de tezimi tabi. İyi anmışlar güya. "Yemezler" dedim, "yemezsen gargara yap" dedi hocam. Bunu söyleyen kaç kişi kaldı bilmiyorum. Ama benim hocam bir tane. Beyler rakı içince bir tek beni arıyorlarmış güya, bilemem. Ama inanması güzel. Sevdiğimiz inanmak değil miydi zaten? Birlikte rakı içilesi kadın olmayı sevdim ben. Rakı içince aranıp hali hatırı, bu aralar okuduğu kitap sorulan kadın olmanın tadı ise bambaşkaymış. Yüzümde geniş bir gülümseme. Sevilmeyi herkes sever. Ben müptelasıyım. Hele bunca firardan sonra. Bunun için yaratıldığıma dair bir teori bile mevcut. Yaradılış efsanem de diyebiliriz. 


Bir şey çıkarıp masaya kor gibi söyledi. Cebinden çıkarır gibi ama bunca zamandır cebinde olduğunu o an fark ederek. Usulca olsun isterken biraz gürültü çıkararak. Biraz sarsak, istemsiz ama gerçek, çünkü biz inanmayı sevdik. Cilasız, soluk ve yağ lekesi dolu fakat masa da masaymış ha, bana mısın demedi.



Pekala bir resmi sevebilir insan. Aylarca yıllarca sevebilir resmi, hatta ona sadık kalabilir. Fakat zamanı olur mu sevmenin? "Haydi şimdi!" ya da "hayır, henüz erken" diyebilir mi insan, seçebilir mi zamanı? Yeni bir güne uyanıp geçmişi hiç anmadan yaşamaya karar verebilir mi, yeni bir geçmiş yazabilir mi? Tarihi insanlar yapar demiyor muydu o sakallı? 


Şarap da şarapmış ha...


4 Ağustos 2012 Cumartesi

Yağmur Dindi Turgut, Biz Kovaya İnandık

Hani saçmaydı eski türk filmleri! Hani yağmur öyle kovadan dökülürcesine yağmazdı? Yağıyor işte! Pencerenin camından yol yol olmuş, hem de birleşmiş yollar gibi akıyor işte yağmur suyu. Hani gerçekten uzaktı o eski filmler! Hepsi gerçek. Kovadan dökülür gibi yağar yağmur, sevenler ayrılır, garip tesadüfler gelir bulur insanı. Masayı sandalyeyi içeri alacak vaktim olmadı, sandalyenin yastıkları bile ıslandı. Islansın, bir de ben yıkarım. O filmler gerçek, hepsi gerçek. Yağmur, ayrılık, sevda...hepsi. 


"Yağmur dindi, biz yağmur dinine inandık."


Bugün Turgut Uyar'ın doğum günü sahiden... 

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Elbette

Bir bakıyorum yaprakları yaşlıların ellerine benzemiş; damar damar, saydam. Ne çiçeği kalmış, ne çiçek açacak takati. 
Bir bakıyorum tam kalbinden küçücük yemyeşil yapraklar çıkartmış. O zaman biliyorum ki geniş yapraklar altında mor tomurcuk avına çıkmam yaklaştı. 
Hep böyle ölüp ölüp diriliyor sanki.
Ben de "bazen çiçek açıp bazen solacağım" diyen Candan'ı anıyorum "elbette". 
Kadın haklı beyler, dağılın!.. 
Ahir ömründe nice kez ölüp ölüp diriliyor insan. 
Gerçekten ölüyor.
Ama diriliyor. 
Öyle veya böyle. 
Yeniden ölmek için. 
Adını Candan mı koysam? Ama ya sahiden ölürse? O zaman hiç dayanamam.
Adını koymaya gerek yok... Candan, şarkıları ve mor menekşem bir ve aynı gönlümde.






Things Have Changed