29 Temmuz 2013 Pazartesi

Yeşil Mercan Resifi

Bizim barın önündeki masaların birinde oturuyorduk. Nehir'i esir almış dert anlatıyordum. Yan masada oturan yeşil tişörtlü çocuk da iki sakallıyı esir almışa benziyordu. Çocuğun yüksek kahkahalarından ne anlatacağımı unutuyordum. Sesin yüksekliğinden çok içindeki neşenin sahteliği sinirimi bozuyordu. Bir patladı mı bitmek bilmeyen kahkahaları acemice söylenen yalanlar gibi ayan beyan ve acınasıydı.

Neden sonra bize seslendi. Bizi bir yerden hatırladığını ama çıkaramadığını söyledi. İçimden gülüyordum. Güzeller güzeli küçük kız kardeşine askıntı olan tipler yüzünden elinden bir kaza çıkması an meselesi olan nemrut abla pozuna girmiştim. Normalde "bu top sana" deyip hiç karışmayabilirdim ama ortada nişan, evlilik gibi gelenekselliklerin bulunması bende de geleneksel bir koruyuculuk uyandırmıştı. 

Çocuk yüksek sesle unutkanlığından yakınırken tutamadım kendimi, yüksek sesle "balık" dedim. Anlamadı. Tekrarladım. "Balık yağı hocam, hafızaya iyi gelir. Bol bol tüket sen."

Birkaç dakika sonra çocuk masadan kalkıp yanımıza doğru meyletti, yandaki boş masadan bir de sandalye geçirdi eline. Hedef Nehir, engel bendim. Bunu bize uzaktan bakan herhangi biri bile görebilirdi. Nehir'in kısacık kestirdiği siyah saçları süt beyaz teni üzerinde bir virgül gibi kıvrılıyordu. Gözlerindeki ürkek bakış tamamen asılsız fakat son derece çekiciydi. Küçük ağzı usta bir kalem hamlesiyle çizilmiş gibiydi, burnu gerçek olamayacak kadar biçimli. Zaten kimse inanmaz, tanımadığı kadınlar yanına gelip doktor ismi almak için uğraşırlardı. Bana kalsa bir doktordan ziyade ancak maharetli bir heykeltıraşın elinden çıkmış olabilirdi. Bu yüz ve çıtı pıtı bedenin yanında ben mecburen yapılmış kara kalem bir eskize benziyordum. Durum Nehir'i kıskanmamı gerektiriyordu ama bir sanat eserini kıskanmak kadar saçma olurdu bu. 

Çocuk güçlükle ayakta durabiliyordu. Yan masadan kaptığı sandalyeye yaslanmış, gözlerini bize dikmiş, yanımıza oturmak için izin istiyordu. Gözümün içine baktı. Yavru köpek bakışı atmaya çalışıyordu ama çok başarısızdı. Sarhoş muamelesi yapmadan ve incitmeden masasına geri dönmesini söyledim. Bu direktifimi işaretlerle destekledim. Rahatsız ettiği için özür dileyerek masasına döndü.

Çocuğun teni buğday tarlası gibi, gözleri tişörtünden daha yeşildi. Ensesini geçen gür saçlarını toplamış ama bol köpüklü, malt saatler içinde saçı da kendiyle birlikte dağılmıştı. Sol yanından kalabalık bir tutam kurtulmuş, kulağını örtüyordu. İnce kolları ve omurgasının eğimine bakılırsa üniversite öğrencisiydi. Çocuktu. Sarhoş bir çocuk. 

Nehir'in nişanlısı onu almaya geldiğinde birası daha bitmemişti. Onlar gittikten sonra içeri, bara geçip oturdum. Daha biram vardı, Nehir'inki de neredeyse ağzına kadar doluydu. Limonlu olsa bile içilmeyi hak ediyordu. Limon dilimini çıkarıp iki birayı karıştırdım, her zamanki gibi ayaklarımı yanımdaki tabureye uzattım. Son olmayan son biramı yudumlarken çocuğun yüksek kahkahaları arkamda patlamaya devam ediyordu. Barın çalışanlarından Eser'le muhabbet ediyor, düzenli aralıklarla çocuk yüzünden homurdanıyorduk. 

Bir saat sonra bira almak için bara geldi. Çalışanlar, gitmesini istediği için özellikle ilgilenmiyorlardı. Oysa çocuk azimli ve inatçıydı, ayrıca hiç eve gidesi yoktu. İşin kötüsü şimdi masasına dönesi de yoktu. Barda Eser'le sohbet etmeye çalışırken beni fark etti, çıkaramadı. "Demin masada sen de vardın, di mi?" diye sordu, "evet" dedim gülerek. Eser, çocuğa kibarca uzaklaşmasını söyledi. Hafızası berbat ama algısı hala açıktı. Bozuldu, yalpalayarak masasına dönüyordu ki hiç dokunmadan tuttum onu. Yeşil gözlerinde acı vardı çocuğun. Taşıdığı zekayla baş etmekte zorlanıyor gibiydi. Gözlerinin içi her an gülüverecek ya da her an gözyaşları taşacak gibi. Mercan resifi gibi gözleri vardı çocuğun, bir şeyler saklıyor ve sakladıklarını arayıp bulmak için yüreklendiriyordu. Bende ise yürekten bol bir şey yoktu. 

Ayaklarımı uzattığım tabureden indirip ona döndüm. Yabancı bakışımı ve yabancı sesimi çıkarıp taburenin üzerine bıraktım. Nefesimi tutup resifin içine daldım. Sonra anne göğsü gibi ılık, yumuşak sordum: "Senin derdin ne? Bir derdin var." Öfke, azar, alay... hiçbiri yoktu bu seste. Endişeli bir merak, şefkatli bir endişe vardı. Yabancılığımı tek nefeste sıyırıp atınca anadan üryan kalmış ama korkmamıştım. Çocuk korktu. Resif huzursuzluk ve tedirginlikle dalgalandı. Patlaması muhtemel bir fırtına kokusu alan tüm deniz yıldızları ve parlak küçük balık sürüleri kaçıştılar. Bir anda hayat durdu resifte. Huzursuz dalgalarla birlikte salınan yosunlardan başka hareket kalmadı. "Yapma" dedi, parmağını burnuma doğru tehditkarca sallamaya çalışarak. Kendi sallanmakta olduğu için beceremedi. "Sakın bana bunu yapma". Öfkelenmiş olsa da aman dilenir gibi duruyordu. Yaralı bir hayvandan farksızdı. Tabureye bıraktığım yabancı bakışımı ve yabancı sesimi alıp elime tutuşturdu, giyinmemi istedi. Ölesiye korkmuştu. Yine de bir süre gözlerini alamadı. Sonra arkasına baka baka gidip masasına oturdu. 

Birasından büyük yudumlar alırken kafasını çevirip bana uzun tedirgin bakışlar atmaya devam etti. Ne gözlerimi kaçırdım, ne gülümsedim. Kahkahasını bir daha duymadık. Birası bitince de yalpalayarak uzaklaştı. Hala arkasına bakıyordu. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder