10 Temmuz 2013 Çarşamba

'68, Gezi ve İstifa Üzerine

Dilime takıldı: "Ayşec. istifa"
İstifa derken hükümetin veya Erdoğan'ın istifası değil, kendi istifam üzerine. 10 gün önce işimden istifa ettim. Çok severek girmiştim ve 1,5 yıldır çalışıyordum. Çalışma tempomu hiç açmayayım, özel sektör demekle yetineyim. Maddi getirisi yok, manevi götürüsü çok. Öyle özel, öyle bebiş bir sektör. 

İstifa ettikten sonra bir gün yolda liseden bir arkadaşımla karşılaştım. 3 yıldır özel bir hukuk bürosunda çalıştığını ve mutsuz olduğu halde istifa edemediğini söyledi. Sebep aynı: "Başka bir dünya mümkün değil, nereye gitseniz aynı olacak. İş hayatı böyle, yersen." İstediğin kadar iyi lise ve üniversitelerden mezun ol, öyle çaresiz hissediyorsun ki yiyorsun. 

Yeni kurulmuş ve minimum sayıda insanla çalışan bir şirket olmasına karşın yaşadığım sorunları şirkete değil sektöre mal ediyorum. Y kuşağının iş hayatı ile imtihanında tipik bir Y kuşağı gibi davrandım. Nasıl mesela? 80'lerde doğan Y kuşağı ebeveynleri tarafından el üstünde tutulur, azami oranda maddi ve manevi destek görür. İyi okullarda, istediği bölümlerde okur. Kendinden önceki ve şu an yönetici pozisyonundaki X kuşağının aksine çalışmak için yaşamak değil, yaşamak için çalışmak ister ki bunun neresinin yanlış olduğunu hala anlayabilmiş değilim. Zaten tam da bu noktada koptum gittim: Ben ne yapıyorum?

İstifamın Gezi'ye denk gelmesi tesadüf değil. Direnişten güç aldığımı inkar edemem. Hatta açıkçası bu bağlantı hoşuma gidiyor. Gezi'yi tetikleyen ekolojik duyarlılıktı fakat altında yatan ve en apolitize insanları bile "yeter artık" refleksiyle sokağa döken 10 yıllık bir birikimdi. Gündelik hayatımız üzerinde 10 yıldır artarak kurulan tahakküm ve baskıya dayanamadık. Y kuşağı ya da daha yaygın kullanılan tabirle '80 sonrası apolitik kuşak, hayatına yön verecek bir üst-anlatıdan (meta-narrative) yoksun kabul edilir. Nitekim Y kuşağını sokağa döken, gündelik hayatı üzerinde kurulan tahakkümün tahammül sınırlarını aşması oldu. Sosyalist bir ailenin çocuğu olarak kendimi üst-anlatıdan yoksun addetmiyorum. Benim gibi işini seven ve bu nedenle mesai günü saati olmaksızın çalışabilen bir insanı bile istifa noktasına getiren tek neden yalnızca sömürü düzenine duyduğum tepki değildi. Ailemi, arkadaşlarımı, evimi göremiyordum. Gündelik hayatımın işten ibaret olmasına tahammül edemedim. 

Gezi Direnişi'nin istifama da yansıyan çok bireyselci ve gündelik hayata dair bir karakteri olduğunu düşünüyorum. "Bireyselci" ve "gündelik hayat" terimlerini pejoratif kullanmıyorum. "Toplumcu", "politika" veya "ideoloji"den daha değersiz olduklarını düşünmüyorum. Hoş, gündelik hayatın politikadan ve ideolojilerden bağımsız olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Öte yandan toplumun büyük kesimi için "şuraya bir Atatürk büstü, oraya da bir Türk bayrağı koyarsam bu politiktir", onun dışında kalan her şey "ideolojik" yani kötüdür. 


Geçen ay Mazı'dayken babamla Gezi hakkında epey konuştuk. Bir akşam, kendisinin de içinde yer aldığı '68 hareketi ile Gezi'yi kıyaslamasını istedim. Tabak kıvamındaki ayın şavkı Gökova'ya boylu boyunca serilip ışıklı bir yol gibi masamıza uzanırken ve biz o yolda yavaş yavaş demlenirken baba-kız biraz muhabbet ettik. 

Kız: "Özgürce sevmemiş, sevişmemiş adamların hayata karşı duyduğu hınç bence bu, acısını bizden çıkarmaya kalktılar. Her iktidar kendini beden üzerinden uygular ama çok ileriye gittiler. Hayır, Foucault'nun bahsettiği türden bir sofistikasyonu bile yok; kaba saba, dan dun bir iktidar bu. Ne giyeceğime, ne içeceğime karışıyor. Sen kimsin ki benim özgürlüğümü kısıtlıyorsun?"

Baba: "Bizim için özgürlük, toplumun özgürlüğüydü. Aşklarımızı bile doğru düzgün yaşayamadık, 'bacım' demek zorunda olduğun insanla ne yaşayacaksın zaten? Arkadaşlarla rakı sofrasında bir araya gelindiğinde ülke sorunları konuşulurdu. Her şeyi topluma endekslemiştik. Ama sonra 'elalem ne der' algısını da yine biz kırdık, kendi ailelerimizde kırdık bunu... 

Kız: "Peki... O dönemde Twitter olsaydı nasıl olurdu? Yani düşünsene bir iletişim yöntemi olarak 555K'dan olayları saniyesi saniyesine ve görüntüleriyle takip edebilmeye..."

Baba: "Twitter olsa muhteşem olurdu tabi ki. O zaman herkes günlük gazetelerden bilgi edinirdi, alternatif bilgi kaynağı yoktu bugünkü gibi. Ama medya bugünkü kadar satılmış da değildi. Son Havadis ve Tercüman sağcıydı, onu bilirdin zaten. Hürriyet, Milliyet güvenilir gazetelerdi. Milliyet tabi Abdi İpekçi sayesinde o noktaya geldi. Devrimcisi de köylüsü de aynı gazeteleri okurdu. 'Gazete yazdıysa doğrudur' denirdi. '80 sonrasında televizyon gazetelerin tirajını büyük oranda düşürdü..."

Eskiden toplumsal algıya göre basın muhalifti. Belli dönemlerde belli gazeteler hariç, dedim ya onları da bilirdin. Mizah ve muhalefet ilişkisi hep vardı mesela. 12 Eylül sonrasında Gırgır satış rekorları kırdı. Mizah, rejime muhalifti çünkü."

Kız: "'Gezi yeni bir eylem geleneği yarattı' diyorsun ya, bunu derken direnişin en önemli bileşenlerinden biri olan mizahı da işin içine katıyorsun değil mi? Ben hala yeni bir gelenekten ziyade yeni bir repertuvar yarattığını düşünüyorum..."

Baba: "Gezi benzersiz bir olay. Ne Arap Baharı, ne Occupy, ne de Atina'daki anarşist harekete benziyor. Şimdi o eksene çekmeye çalışacaklar ama din temelinde değil, bireysel özgürlükler temelinde şekilleniyor. Dünyada hiç bir örgüt bu hareketi örgütleyemezdi."

Kız: "Kesinlikle gücünü örgütsüzlüğünden alıyor. Daha doğrusu, kendine has bir örgütlülüğü olduğunu düşünüyorum ben. İlerisi için de konvansiyonel siyaset alanında etkili olacak bir örgütlülüğe evrilmesi gerekiyor..."

Baba: "Yapılması gereken şey belli, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin geri alınması. Onun için de direnişin kendi içinden bir aday çıkarması gerekiyor."

Kız: "Sen bazen diyorsun ya, '80 sonrasından daha kötü durumdayız diye... o beni baya ürkütüyor."

Baba: "Öyle tabi, '80 sonrasından daha kötü durumdayız. Bu ülke çok darbe gördü, ona rağmen bu kadar hukuksuzluk görmedi. Türkiye hep Güney Amerika'yla kıyaslanırdı ama onlarca yıl askeri yönetim altında yaşamadık biz. Askeri yönetim '60 ve '63 arasında vardı, ondan sonra '80 ve '83. Askeri mahkemelerde bile hukuk bu kadar çiğnenmedi, yasalar çalışıyordu. Bugün geldiğimiz durumda 12 Eylül 2010 referandumu belirleyici oldu. Gizli duruşmalar yapılıyor şimdi. Eskiden davalar açık görülürdü. Gizli tanık çıktı bir de, gizli tanık ne demek?!"



'68 ve '78 kuşağı, Gezi'ye ve bu bağlamda mobilize olan Y kuşağına gayet olumlu yaklaşıyor. X kuşağı ise daha şüpheci, yenilgici (defeatist) ve küçümseyici olan yaklaşımını sürdürüyor. Öte yandan malum, sahada asıl veri ses kayıt cihazı kapandıktan sonra ortaya çıkar. Her ne kadar bugüne kadar yaptığım hiçbir Gezi muhabbetinde ses kayıt cihazı kullanmamış olsam da ilerleyen saatlerde '68 ve '78 kuşağının da Gezi'ye esasen güven duymadığı ortaya çıkıyor ve mesele yalnızca örgütlülük/örgütsüzlük değil. Y kuşağının bir üst-anlatıya sahip olmaması, er ya da geç AKP iktidarının kucağına düşeceği yönünde bir algıya neden oluyor. Diğer bir deyişle, Gezi hareketinin zaman zaman Cumhuriyet mitinglerine dönmesinden rahatsızlık duymamamız gerekiyor çünkü aslında herkesi kapsadığı varsayılan bu kimlikten rahatsız olmamız doğrudan iktidarın ekmeğine yağ sürüyor. Yani iktidarın kucağına düşmüş olmamak adına, inanmadığımız bir ikili karşıtlığın arasında sıkışıp kalmamız yeğ tutuluyor. 

"Diren Lice" sloganına gösterilen tepki de Gezi'deki ana fay hattının ulusalcılık olduğunun bir başka göstergesi. Güneydoğu, Türkiye'de doğru düzgün gitmediğim tek bölge. Kürtlerin ve PKK'nın tarihi hakkında yeterli bilgiye sahip değilim. Yani birinci ve ikinci elden bilgiye sahip olmadığım ortada. Birinci elden bilgisine sahip olduğum ise şu: Gezi Direnişi'nde biz terörist ilan edildik. Direnişin adı terör konuldu. Dış mihraklar tarafından desteklendiğimiz iddia edildi. Medya durumu tamamen hükümetin istediği gibi yansıttı. Bu nedenle ülke nüfusunun, hatta İstanbul nüfusunun büyük çoğunluğunun burada olan bitenden haberi olmadı, hala da yok. Oysa Gezi ruhu denen şeyin bence en güzel özelliklerinden biri kapsayıcılığı. Başlarda "ben kiminle omuz omuza yürüyorum" diye sormadık mı, çekincelerimiz olmadı mı? Oldu elbette. Fakat kapsayıcılık fazlasıyla önemli çünkü bugüne kadar sürdürülen özgürlük mücadelelerinin neredeyse hiçbiri kendi mücadelesi dışındaki özgürlük mücadelelerine aldırış  etmedi, omuz vermedi. Kürtler yalnız Kürtler için, başörtülüler yalnız başörtüleri için özgürlük istedi. Gezi'nin güzelliği herkes için özgürlük ve onurlu bir yaşam talep etmesi. Bu aşamada da hayır, çekilen acıları, yaşanan tarihi bir kalemde silip atmadan ama neyin nasıl gösterildiğini, bugüne kadar neyi nasıl gördüğümüzü yeniden gözden geçirerek yolumuza devam etmemiz önemli. 

Bundan sonrası için ne yapmalı? Öncelikle stratejik davranmak gerekiyor. Örneğin olayı din eksenine çekmeye çalışan hükümet kuvvetle muhtemel Ramazan'ı bir çatışma alanı olarak kullanarak manipüle edecekti. Fakat Gezi direnişçileri "yeryüzü iftarı" ile bu olası çatışma alanını pratiğin ruhuna uygun şekilde bir birleşme alanı olarak kurgulamayı ve organize etmeyi başardı. Böyle stratejik olmayan hamleler direnişi haklıyken haksız duruma düşürme riski taşıyor. Örneğin Gezi Parkı'nın açıldığı gün bütün forumları parkta toplanmaya çağırma, parkı açtığı gibi kapayan valinin daha da itibar kaybetmesine yol açmakla birlikte bir işe yaramadı. 

İkincisi, ana akım medya eliyle oluşturulan dezenformasyonun bertaraf edilmesi gerekiyor. Bir arkadaşımın önerisi şiddet kayıtlarını "ünlü diyetisyenden Ramazan diyeti" gibi başlıklarla viral video şeklinde internette yaymak. Doktorum veya izdivaç gibi sabah kuşağı programlarına telefonla bağlanarak canlı yayında durumu anlatmak da oldukça yaratıcı bir eylem biçimi. Ankara'daki billboardları ve yol tabelalarını şenlendiren Küf gibi gruplar olduğunu da hatırlamakta fayda var. Bunlar gayet minör ve basit yöntemler olmakla birlikte etkili olduklarına ve çoğaltılabileceklerine inanıyorum. Dahası malum, toplumsal belleğimiz nisyanla malul. Devlet eliyle uygulanan terör ve cinayetler unutturulmamalı; 19-20 yıllık hayatların boşlukta öylece kaybolup gitmesine izin vermemeliyiz. 

Üçüncüsü, seçimler demokrasi için gerekli fakat yeterli olmayan pratiklerdir. Öte yandan bu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin AKP'den geri alınması gerektiği gerçeğini değiştirmiyor. Daha da önemlisi seçim barajının %3 gibi makul bir seviyeye çekilmesi ve hatta gönül ister ki tamamen ortadan kalkması. Direnişin en önemli taleplerinden birinin bu olması gerektiğini düşünüyorum. Ne zaman ki halihazırda milliyetçilikler ve siyasal İslam'dan müteşekkil "millet meclisi" LGBTT bayrağı gibi rengarenk olur, ancak o zaman gerçekten temsil ediliriz. 


Not: Derli toplu olması için uğraşılmış dağınık bir yazı oldu. Hemen her gün aklımıza mukayyet olmamızı zorlaştıran haberler gelmeye devam ediyor. İktidarın hukuku, adaleti her geçen gün hiçe sayıyor. Weber, devleti tanımlarken devletin "yasal fiziksel güç veya şiddet tekelini" elinde bulundurduğunu söyler. Olaylar yatışmış gibi gösterilse de şiddet dinmedi. Normalde sakin ve huzurlu bir insanım fakat bunca şiddet bende de şiddet uyandırıyor, sükunetimi korumakta ve siyaseten doğru sözcükleri bulmakta zorlanıyorum. Dürüst olmak gerekirse çoğu zaman içimden gelen sinirimden ağlamak ve maalesef cinsiyetçi bir repertuvara sahip olan küfür dağarcığımı son küfrüne kadar sayıp dökmek oluyor. Aklımdan geçenleri ağlamadan ve küfretmeden şimdilik ancak bu kadar derleyip toplayabildim. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder