Bitmeyen Aşk bitti. Hani şu okuduğum Pınar Kür romanı. Peki bunu Birand’ın “ishalim nihayet bitti” tweet’inden daha anlamlı ya da değerli kılan ne? Hiçbir şey. Adam en azından sağlık durumundan bahsediyor, bense bir kitap okuduğumdan. Cin Ali’den beri hiç mi kitap okumadın düdük makarnası diye sorarlar. Ben sorarım. Kendi sorduğum soruya da cevabı maddeler halinde yapıştırır, laflar hazırlarım. Hem blog benim değil mi, memlekette ifade özgürlüğü mü yok, nedir yani!
Sandığımdan fazla ve çok kötü etkiledi bu roman beni. Çok lazımmış gibi aşk üstüne düşünmeye koyuldum. Daha önce hiç aklıma getirmemiştim dersem baya saçma olur. İlk defa konuştuğum zaman ne anne ne de baba demişim mesela. Aydın demişim. İlk aşkım. Sonra, bana “hayatını anlat” dendiğinde (bu soruyla karşılaştım, evet) biraz bocaladıktan sonra özet olsun diye “doğdum, aşık oldum” demiştim. Astrolojik olarak söylemek gerekirse ki gerekmez ama söyleyeceğim, duble terazi bir kadınım. Yani daha aşk yokken ben varmışım. Yıllar yılı da epey kafa yordum bu işe. Kafasına düşen kola şişesini inceleyen Afrikalı ağabey edasıyla evirdim çevirdim “la bu ne ki?” diye. Bir sonuca varamadığım ortada sanırım.
Aşkı düşünürken çevresinden dolandım hep. Diyalektiği dedim, üstüne sayfalar döşendim. Kitaplar okudum, alıntılar not aldım filan. Kendi gerçekliğimi teoriye uydurmak için eyleme geçtim sonra. Bir çerçeve çizip, resmi ona göre kırpıp kestim. “Boş çerçeve” diye şarkı vardır, bildin mi? He. Bomboş işte. O zamandan beri de fazla düşünmedim üstüne. İyi gelmiyor çünkü. Hatta bir garipleştim. Filmlerin sonunda insanlar kavuşamasın ister oldum, mutsuz son görmek ister oldum. Öyle ki ölmesinler de, ölmekte ne var. Ayrı ayrı yaşayıp acı çeksinler istedim. Sonunda insanların her zorluğu aşıp kavuştukları sonlardan nefret ediyorum. “Hadi len” diyorum.
Bu kitap aslında baştan sinir etti beni. Yazarın kendinden “yazar” diye bahsederek üçüncü tekilden zırt pırt yorum sokuşturması inanılmaz itici geliyor bana. Sonra vay efendim, aşkın bilimsel bir çözümlemesini yapıyormuş romanda. Hadi len affedersin! Almış Nilgün’le Sinan’ı…çok fena almış ama. Bir gerçekçi almış. Yakın dönem bir de. “Yarım kalmış şeyler tamamlanmaya eğilimlidir” teorim var ama 17 yıl… İlk planda kadın 18 yaşında, adam 30. İkinci planda kadın 35, adam neredeyse 50. Çok can alıcı alıntılar var ama buraya alıp da tatlı canıma kıyamayacağım daha fazla.
Delirmeye yer arıyorum yemin ederim. Roman karakteri gibi düşünmeye başladım kendimi. Sanki Nilgün kitaptan çıkıp bana ulaşırken ben de hayattan kitabın içine yöneldim, birbirimize yaklaştık. O nasıl biraz gerçekse ben de biraz roman karakteriyim. En geç birkaç haftaya geçer tabi ama geçene kadar bir iki sefil deneme yazmaktan korkuyorum. Buraya yazmaya utanır çekinirim belki ama bir kenara köşeye yazmazsam da delirebilirim. Tezimdeki gibi gündelik hayatı yazarım gene. Aslında sinema dili daha uygun aklımdaki anlatıma. Bir kadının kafasına girip, birini sevmeyi anlatırdım oradan. Gün içindeki iç sesini duyardık. Belki yüzüne, gözlerine yaklaşırdı biraz kamera. Tencereyi karıştırırken, kapının koluna uzanırken aklından geçeni, geçenleri anlatırdım. En detay anlara odaklanırdım. Kabak tadı vermeyecek miktarda geriye dönüşler, ileriye sarışlar olurdu belki. Omuzları çökük, uzak bir yere dalıp gittiği durağan planlar olurdu. Klasik müzik duyardık arkadan. Keman ya da piyano solosu. Donukluğu anlatmak için gri bir filtre kullanabilirdim. Bundan bir kısa film çıkabilirdi. Çok özgün olmazdı belki ama olabilirdi, yapabilirdim de.
Bir romanın kadın karakteri… bir iltifat bu, bizzat aldım. Çizgi film karakteri gibi kadınlarla kıyaslandığımda bir roman karakteriymişim ben. İnsan ilkin bir havaya giriyor girmesine ama bir arkadaşımın blogunu okurken nedense içime işleyen alelade bir kelime bunun hakikat değil, sadece iltifat olduğunu hatırlatıyor. “Zarifçe”. Yani en azından benim aklımda canlanan roman karakteri kadınlar sofistike ve zariftirler. Yerli yersiz konuşmazlar, gereğinden fazla tek kelime etmezler. Ağızlarından çıkan her sözün hayati bir önemi vardır sanki. Sonra, acılarını yaşayış biçimleri… İster ölüm, ister ayrılık, ister yoksulluk olsun dimdik dururlar. Rezil kepaze etmezler kendilerini. Ne bileyim, çok içip yerlere düşmezler mesela ya da yan karakterlere bel bağlamazlar. Cevap anahtarıyla doğmuş gibi ortalıkta dolanmaları yetmezmiş gibi tevekkülden de geçilmezler. Ketum, bilge ve zarif olur bu kadınlar. Aşklarını da acılarını da zarifçe, kırılgan bir incelikle, baygın bir leylak kokusu eşliğinde yaşarlar. Bir tanesi de çıkıp “ama bu haksızlık, ben bunu hak etmedim!” diye cazgırca feveran etmez. En fazla trenin altına atar kendini. Sonra sıkıyorsa haklılık iddia et. Bir de titrek mum ışığında kanaviçe işleyip Fransızca roman okumadığım zamanlarımı narin parmaklarımı piyanonun tuşlarında gezdirerek değerlendirirsem tam olacak! Sıkıyorsa Rusya’dan Yaşar Kemal’in Çukurova’sına in. O da roman, hem de ne biçim.
Dedim ya delirmeye yer arıyorum bu ara. 25 yaş kriziyle işsizlik kafası birleşince çok acayip oldu. Bu yetmezmiş gibi aptal roman da yalnız öleceğim duygusunu hortlattı. Yemin ederim bu kitaplar konuşuyor benimle. “Ne aşkı? Haydi canım geçmiş ola…” dedi, kulaklarımla duydum. Ben deli değilim, çıkarın beni bu kitaptan. O değil de şimdi ne okumalı? İçinde aşk olmayan roman var mı? Varsa da sonu iyi bitmesin, katlanamıyorum. Bu minik minik çeviri işleri nereden nasıl bulunuyor? Bahar gelecek mi? Balkona ne zaman masa atabileceğim? Bu ayın 20’sinde ÖSYM’yle imtihanım yeniden başlıyor, azıcık da ona gerilsem bari. En önemlisi, arkadaşım dönüyor Almanya’dan. Al sana mutluluk sebebi.
dolu dolu çok güzel bir yazı olmuş.
YanıtlaSilishal tweet'i gibi olmamış yani? teşekkür ederim.
YanıtlaSil