7 Şubat 2011 Pazartesi

"Dırdır"

Kolay mı, bir ömürlük sosyalizasyon. Çağdaşlık aşığı annelerimiz bile, her şeye olduğu gibi çağdaşlık kurgusuna da şüpheyle yaklaşan bizler kadar tepkili değil. Onların gözüne batan birçok şey yaş itibariyle bizim de gözümüze batmaya başladı ama tersi bir durum söz konusu olamıyor.


Bir sosyoloji profesörümüzün dersini bitirirken söylediği sözler anlatıyor: “Ben size burada feminizm anlatıyorum ama dün akşam 9’a 10’a kadar çıkamadım mutfaktan.” Meslektaşı olan eşi de ziyadesiyle feministtir. Feminist metodolojiyi, teorilerini filan ilk ondan duymuşuzdur. Zaten ancak teorilerini duyabiliriz.

“Her şey politiktir”i göstermek için yatak odasına gitmeye gerek yok. Sofradan kalkmak yeterli. Örneğin akşam yemeği ritüeli oldum olası politik gelmiştir. Yemek yapmak, eşref saatinde mutfağa girip alengirli yemek yapması okazyon sayılmayan kişinin asli görevidir. Ayrıca eyleme atıfla çoğul konuşulması (“pişirelim”) o işin tek bir memuru olduğu gerçeğini değiştirmez. Sofrada eksik görülen şeyin (ör. tuz) eksiği gören kişi tarafından tedarik edilmesi önem arz eden başka bir an. Malum, tek başına tespit tuz tadı vermeye yetmez ama pekala kabak tadı verebilir. Peki yemek yapmaya girişilen eşref saatleri, yapım aşamasına müteakip mutfak temizliğini de kapsar mı? Yemek, yapmakla biten bir iş değil. Savaş alanına dönen mutfak en ala yemeğin bile keyfini alıp götürebilir. Yemek yapımına eşlik eden bir kadeh şarap tadından yenmez fakat akabindeki mutfak temizliğine eşlik eden kadeh, kabul edelim ki biraz trajiktir. Keyfi sofrada kalan şarap, hem yemek yapımı hem de yemek sonrası bulaşıkların yıkanıp kaldırılması sırasında camdan bir ironi olarak kalır.

Çağdaşlık, eşitlik, demokrasi…hatta Marxizm, Sosyalizm üstüne sabahlara kadar konuşuruz. İki oda bir salonda küçük bir Enternasyonel atmosferi bile yaratabiliriz. Mangalda kül bırakılmaz ama o tabak o masada bırakılır. “Marx gelse benden AA alamaz” diyen eski Marxist bir hocamız vardı. Kusura bakma hocam ama sen de gelsen Marx da gelse, şarabını alıp kanepeye geçerek muhabbetine devam eden adamın eşitlikten, özgürlükten, emekten, sömürüden neyi anlayıp neyi anlayamadığını bir daha düşünürüm ben. Öyle bir diyar ki “sofrayı kuran kaldırsın” diye bir tabir caiz sayılıyor. Sıçtım sıvıyorum derler buna. Sofrayı ben kurmadığıma göre kuran kaldırsın tabi! Oh ne ala memleket. Hayat işimize gelince müşterek, işimize gelince bol kompartmanlı. Yemekli vagondan kötü kokular geliyor yalnız.

Ama yok öyle bok at izi kalsın. Biz de az değiliz. Beceremiyor, iyice batırıyorlar diye atı-atıveriyoruz “mutfağımızdan”. Bırakınız yapsınlar, bırakınız öğrensinler halbuki. İstediğimiz kadar eleştirel yaklaşalım her kurum ve kurguya, sosyalize olageldiğimiz cinsiyet rolleri üstümüze yapışıp kalıyor. Güzel yemek yapabilmek kadınlığın ispatı. Nokta. Sadece üstümüze yapışıp kalsa “bu ne be” deyip sıyırıp atacağız belki üstümüzden ama içimize de işliyor, bundan keyif aldığımızdan şüphe duymaz oluyoruz. Gülümseyerek söylenen bir “eline sağlık, çok güzel olmuş” yetiyor yeni yemekler öğrenmek istememize. Tamam da elimiz sağlıktan geçilmiyor! Aşikar ki evcilik masum bir çocuk oyunu değil, bir neyin nasıl olması gerektiğini içselleştirme pratiği. 20 yıl sonra adı oluyor evlilik. Tasvip etmediğimiz kimi evlilikleri “evcilik oyunu” diye eleştirmek, evliliğin evcilikten daha başka bir şey olduğu varsayımına dayanıyor. Baudrillard beni andı: Tıpkı Disneyland’in varoluşunun hepimizin yetişkinliğini ve rasyonelliğini onaylaması gibi. Bu kadar kalın ve sağlam duvarlar örme ihtiyacı neden hasıl olur? Neyi ayırmak, neyi korumak, neyi saklamak için yükselir o duvarlar?



1978 yapımı “Evlidir Ne Yapsa Yeridir” adlı bu filmi “Kadının Fendi Erkeği Yendi” diye hatırlamakta ısrar ettiğim için hiçbir zaman tek seferde bulamaz, gugıllaya gugıllaya bulurum. Gerçek adı da eleştiri mıknatısı gibi. Ne yapsa mesela? Dövse, öldürse, tecavüz etse, parçalara bölse yeri midir? Kol kırılır yen içinde kalır, aile meselesidir karışılmaz?! Bu filmi çok severim ama çekildiği yıllarda Türkiye’de yükselmekte olan feminist bilinci bu kadar aşağılayan, onunla alay eden bir film daha görmedim. Çok var ama bu kadarını görmedim. Film bitti mi sanki, bitmedi. Yahşi Cazibe adlı yerli dizideki Cazibe-Simge karşıtlığı bile az mı işliyor seyirciyi? Arka Sokaklar adlı yerli dizideki Suat karakteri vasıtasıyla verilen feminist örgüt “parodisi” az mıydı?                             

Emma Goldman’ın en sık alıntılanan cümlesidir: “Eğer dans etmek yoksa ben o devrimde yokum”. Eğer dönüp dolaşıp o tencere tavayı gene ben yıkayacaksam, ben de o işte yokum!


*Dizilerden bahsetmişken, “Öyle Bir Geçer Zaman ki” adlı dizinin erkek egemenliğini yeniden ürettiği eleştirisine atıfla bir ekleme yapma ihtiyacı duyuyorum. Kanımca, Hasefe’nin “gavur” vakasına dönmemeli olay. Yani bir dönem dizisi ya da filmi çekiliyorsa –dönem olmasına hatta çok uzak bir coğrafya olmasına da gerek yok ya neyse- ve orada şiddet varsa bunun gösterilmesinden yanayım. “Yeniden üretmek” terimini biz de severiz, öper koklarız, uyumadan önce “iyi geceler:)” mesajı atarız filan ama nasıl ki her şeye “öteki”, her şeye “yapısöküm” denmez, her şeye “yeniden üretmek” de denmez. Can Yücel’in orada nasıl ki göte göt deniyorsa burada da şiddete şiddet denir. Çoğu zaman nasıl söylendiği ne söylendiğinden fazla önem arz eder, lakin söz söyleyemez hale gelmeyi ya da getirilmeyi marifet addetmem söz konusu değil. Dizinin avukatlığını üstlenmeye hiç niyetim yok. Tek söylediğim, birbirine eklemlenmiş sloganlardan daha derinlikli çözümlemelere ihtiyacımız olduğu. Bu ister kadına şiddet olsun, ister başka bir toplumsal mesele. Memleketin kurtarıldığı masaları kimin kurup kaldırdığına bakmakla bile başlanabilir. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder