24 Şubat 2011 Perşembe

Colin Firth'e Can Veren Allahım!

İki film birden seansım sona erdiği zaman tek istediğim bir kadeh cin, kanyak (konyak?) ya da viskiydi. Evde sadece biraz cin ve gazı çoktan kaçmış bir tonik bulabildim. Homurdanma havamda değilim. Aksine şükrettim desem yeri. 


İnsanda içme isteği uyandıran filmleri seviyorum. İzleyiciyi sigara dumanı gibi içine çekebildiğine delalet bu. Bir de sigara yakmak istedim mesela. Fena halde istedim hem de. Hem de evde açılmamış bir paket bulundurduğum halde... Kendime meydan okuyorum, evet. Başkaları kolay, marifet kendime meydan okuyabilmekte. Paket açılmamış halde duruyor.


Gözüm gönlüm açılsın diye iki Colin Firth filmi birden almıştım geçen gün. Malum, gönlümüzün Mr. Darcy'si o. Dolayısıyla filmlerin birinde kekeme, diğerinde gay olmasına hiç aldırış etmedi gözüm gönlüm. Başladım içimden "Colin Firth'e can veren allahııım...." diye sayıklamaya. Nadiren de olsa imana geldiğim oluyor. Böyle zamanlarda işte. "Bu gerçek olamaz lan, bunun ötesinde berisinde bir güç olmalı" diye sağa sola bakındığım zamanlar. Tabi bu uhrevi hava çok kalmıyor üstümde, yerini içimdeki küçük Sibel Tüzün'e bırakıyor: "Yavrum baban nereli, nereden bu kaşın gözün temeli, sana neler neler demeli, ayy seni çıtır çıtır yemeli!" şeklinde.  Eh malum, kadınlar da laf atar. En büyük zalimler mazlumlardan çıkıyorsa aksi mümkün olabilir mi zaten?


Önce, birkaç altın adamcık alması beklenen The King's Speech'i izledim. O kekeledikçe ben tıkandım. Spoiler vermeyeceğim. Hoş bir film. No Country for Old Men'den sonra, altın adamcıkla filmler arasındaki bağa inancımı yitirmiş olduğumdan, adaylığı konusunda bir şey demek istemiyorum. "Beğenmiyorsan al sen ver" diye ödülü elime tutuştursalar , ilk uçakla Avrupa'nın yolunu tutardım muhtemelen. O yüzden bu konuda sahip olduğu kanaat ciddiye alınası bir insan değilim. Dahası son derece de öznelim (neden çünkü sanat son derece nesnel, bilimsel, selselsel bir mevzu!). Sonuçta adam Colin Firth, hem de dönem filmi vesaire.


Lakin hiç tereddütsüz A Single Man'i alır ayrı bir yere koyarım. Ben biraz geriden geliyorum, farkındayım. Ne de olsa uzun zamandır (birkaç yıl?) hiçbir şeyi çok istemedim. Bir şey başarmayı, bir yere ulaşmayı samimiyetle arzulamadım. Arzuladığıma inandırmak zorunda kaldım kendimi. "Gündelik hayatını etkiliyor mu?" sorusuna hazırlıklıydım yani. Soruları çalmış lise öğrencisi gibiyim. Fakat görüntüyü iyi kötü kurtarıyor olmanın ötesinde ne yeni bir film izlemek, ne yeni bir kitap okumak, ne de yeni bir albüm dinlemek geliyordu içimden. Bu aldığım filmleri bugün bile hala homurdanarak koyuyorum zımbırtıya. Başka hikayeler ilgilendirmiyor çünkü artık beni. Umursamıyorum. Umursamamı yitirdim. Hiçbir şeye tam anlamıyla ilgim, merakım, arzum yok. Neyse ne, bana ne. Kilo veremememin sebebi de yeniden güzel olma arzumu yitirmiş olmam değil mi, ben bilmiyor muyum sanki.


A Single Man, beşer beşer alıp kendime "bak film filan izliyorum işte" demek için kullandığım filmler arasında en derine işleyen oldu. Bıraktığı etkide, The Fountain'ın müziğine benzeyen müziğinin (lan yoksa ta kendisi miydi?!) payı büyük. Onu da tavsiye ederim. "Bu ne lan romans romans" diye içimden saydırıp, sonlara doğru hönküre hönküre ama çaktırmadan (yes ay ken) ağladığım filmlerdendir kendisi. Hep o müzik yüzünden. Yoksa aslanım kaplanım, ne diye ağlayacakmışım! 


Benim gibi geriden gelip henüz izlememiş olan varsa ne desem spoiler şimdi. Zaten çok etkilendiğim, içime işleyen filmler hakkında konuş(a)mama huyum vardır. Analizini yapmak gereksiz ve rahatsız edici gelir. Hani şu ne anlatmak istediği sorulduğunda parçasını yeniden çalıp "bunu" diye cevaplayan müzisyen gibi. Halbuki yıllar yılı nasıl da hunharca beynimiz yıkandı "şair burada ne demek istemektedir"lerle. Dekoderi olan Cine5 değildi yalnızca. Her şeyi deşifre etmeden rahatlamayacaktık. 


Sadece...nasıl olduysa (!) Julianne Moore'la kendimi özdeşleştirmeyi başardım. Prof. George Falconer'a ettiği isyanın bir benzerine katıldığımı geçenlerde yazmıştım zaten. Neyse, uzatmayayım... Neticede Colin Firth boşuna kalbimizin Mr. Darcy'si değil. Bana öyle geliyor ki Jane Austen olmasa da -ki iyi ki olmuş- biz onu benzer bir yere koyardık. O aksi, nemrut, nalet ifadenin içine sinmiş ketum, nazik...yani gerçek bir centilmen. Sessiz, sakin, olgun fakat kaybedeceğini anladığı anda beklenmedik bir fevrilikle depar atıp aşık olduğu kadını yakalayan ve sıkıca tutan adam. Gülünce gözlerinin içi ve gamzeleri de beraber gülen iyi ve güzel adam. Malum, her erkek yakışıklı olabilir ama hepsi güzel adam olamaz. Hele ki Colin Firth'ün gözlerinde şiir gibi duran "hassas ve kırılganım, narinim, duyarlıyım, beni al pambuklara sar, sana ihtiyacım var" bakışı, gerçek hayattaki karşılığını "sen ne demek istedin, beni artık sevmiyor musun, son günlerde benden uzaklaşıyorsun, sensiz yaşayamam" akrostişinde buluyor. Ne de olsa ince ayar bu işler ve ayarını tutturdular mı sonunda iyi adamlar bile kazanabiliyor. "İyi adamlar", "kötü kadınlar"...peki Çıtır Kızlar nereye, nereye de giderler?!



1 yorum:

  1. "a single man"i ben de çok beğenmiştim, ve colin firth ile ilgili tespitlerine de sonuna kadar katılıyorum :)

    YanıtlaSil