Bundan önceki her 14 Şubat gibi bu da pek bir şey ifade etmiyor. Günlerden bir gün işte. Ilık sayılabilecek bir Şubat günü. Ellerimde temizlik sonrası çamaşır suyu kokusu. Ne zaman elimi yüzüme götürsem irkiliyorum. Sarımsak öyle mi halbuki. Sinen kokuyu ne zaman duysam parmaklarımı yiyesim gelir. "Ellerim kokmasın" tavrını pek almıyor kafam. Yeri gelmişken itiraf edeyim: Çok ağır olduğu zaman yağ kokusunu alabiliyorum ama "saçıma sinmesin, üstüme başıma sinmesin"den de pek çaktığım söylenemez. "Hmm, evet evet sinmesin" diyorsam bilin ki ezbere. Çok anladığımdan ya da umursadığımdan değil. Kolay iğrenen bir insan değilim zaten. Bugün salata yapmak için elime aldığım marulun içinden böcük kolonisi çıkıp da tiksintiyle geri çekilmeme sebep olunca şaşırdım o yüzden. Yazık oldu hayvancıklara ama o marul hepimize dar gelirdi. Ne benim onların kolonisinde yerim olabilirdi, ne de onların benim salatamda. Yollarımızı ayırdık. Hem roka salatası da iyidir.
Tamam 14 Şubat'ın diğer günlerden zerrece farkı yok ama aylardır masaüstümde duran ve çıktısını ancak alabildiğim şu makaleyi tam da bugün okumayı seçmiş olmam biraz sinir bozucu: "Attachment style and long-term singlehood". Bundan aylar önce psikolog bir arkadaşım paylaşmıştı Facebook'ta ve söylemeliyim, Facebook üstünden makale paylaşılmasına bayılıyorum. Neyse işte, ismi hemen dikkatimi çekti. Malum, yeni ayakkabı alır gibi psikolojik rahatsızlık sahiplenen insanlar var ve benim mini mini minör depresyonum biraz kolpa kalıyor. Dolayısıyla biraz da atladım üstüne ama ilk sayfa bir şey çıkmayacağının sinyallerini veriyor. Gerisini yarın değil sonraki gün okuyacağım. Aylardır bekledi, iki gün daha beklesin. O kadar da demedik.
O değil de karbonhidrat diyeti diye bir şey var bu dünyada. Çok acayip. Öküz gibi yiyip içip kilo veriyorsun. Veriyorum yani, efsane değil. İşe yaradığına hala inanamıyorum. Kalori malori...biz çok yanlış anlamışız mevzuyu. Olay karbonhidrattaymış. Uzun uzun anlatacak değilim tabi de et serbest, alkol serbest. Bitmiştir hocam, budur. Tam benim gibi barbarlara göre herhal diye şu paleo-diyete mi baksam nedir ne değildir diyordum ki annemin otuz yıllık fotokopileri imdadıma yetişti. Güneşi gördüm. Şarap ve bira gibi mayalı içkiler, unlu mamuller, nişasta, tatlı filan yok. Daha doğrusu var da hesabını bileceksin. Kalori değil karbonhidrat sayıyorsun bunda. Ne sayacağım, zaten sayılarla aram iyi değil. Komple et ve içkiye verdim kendimi! Yani gönül isterdi ki öyle olsun ama bütçe mi dayanır ona, artık olduğu kadar. Adam destur mezelerin karbonhidrat değerleriyle başlamış zaten. Niyeti baştan bozuk, oturtacak seni rakı sofrasına ki rakı ıksırıncaya tıksırıncaya kadar serbest. Tadından yenmeyen diyet diye ben buna derim. Canım benim. İçinde karides, dry martini olan diyet mi olur lan! Aç kalmakla da iş bitmiyor, kilo vermek için bile paran olacak anasını satayım... Neyse ki the fish knows everything. Yanına rakı, bol taze soğanlı roka salatası, onun suyuna banmak için de bir dilimcik ekmek. Ver oradan Müzeyyen'i, ver Zeki Müren'i...ben diyorum, budur hocam.
Aylar yıllar sonra sırf keyfim için bir şey okuyorum. Tez süresince tez ne gerektiriyorsa onu okudum, içim dışıma çıktı. Şimdi de doktora konusu bulma amacıyla okumalıyım aslında ya...Cemil Koçak'ın "Tek-Parti Döneminde Muhalif Sesler" adlı kitabı beni master tezime geri çekiyor. Korkarım ki "hocam siz beni tanımazsınız ama inanın çok ortak yanımız var" diye kapısını çalacağım yakında. "Allaam, o da sarımsaklı mayonez seviyor!" gibi değil bu, adamla resmen aynı şeye kafa yormuşuz ve akademide pek yaygın olarak çalışılan bir şeyden bahsetmiyorum. O yüzden bu çok heyecan verici. Öyle veya böyle, başucumdaki "Muhalif Sesler", salt paşa gönlümün keyfi için aldığım aşk romanımı okurken duymam gereken suçluluk duygusunu bir hayli azaltıyor. İzmit Değirmendere'deki sahaftan bahsetmiştim. Gene oradan bir ganimet edindim kendime: Pınar Kür'ün "Bitmeyen Aşk" romanı. Bugüne kadar sadece "Asılacak Kadın"ını okuduğum Pınar Kür'e özel bir ilgim yok aslında ama Can Yayınları oldum olası içimi ısıtır. Alıverdim işte ve kapağını kaldırmamla birlikte kendimi 77. sayfada buldum. Kitabın daha ortasına bile gelmedim ama Sinan git gide tanıdık gelmeye başlayıp da ben kendi Nilgün'lüğümü anımsadıkça dibe çökeli çok olan kimi burukluklar kalkıp bulandırdılar suyu. Sırf adında "aşk" olduğu için -hiç hak etmediği- müstehzi bir edayla elime aldığım kitap hiç ummadığım kadar kavradı beni. Okurken yazım tekniğine homurdandığım, hatta "bu böyle mi anlatılır" dediğim oluyor ama kitabı elimden bırakmak geçmiyor aklımdan. Bazen bazı yaklaşımları düpedüz sığ geliyor; bazense, adında bile "aşk" geçen bir aşk romanına hareket çekercesine takındığı materyalist tavır ve anlatım stili bir Bruce Willis gülücüğü konduruyor dudağımın kenarına. Ne roman vıcık vıcık aşk, ne de kadın karakter öyle. Daha ortasına bile gelmediğim bir kitap için fazla şey söyledim fakat içimde tutamayacağım kadar çok etkiledi işte ne yapayım (Bitince, her zamanki gibi üstü kapalı bir analiz bozması illa ki yazarım). Kitap okumak ne güzelmiş. Özlemişim.
The Kids Are All Right (2010) diye bir film izledim. Ölüp bitmedim, ağlamadım ya da gülmedim de ama farklı bir hikayesi var. Neymiş diye bir göz atılmaya değer. Akla yatarsa izlenebilir de. Benden söylemesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder