Çoğunluk’u nihayet izledim. İlk birkaç dakikayı bir soru işaretiyle (ne ki şimdi bu? ne olacak?), geri kalanını da ara ara görünüp kaybolan ince bir gülümsemeyle. Bu işte. Bir şey olacağı falan yok. Çoğunluk bu. Hayat bu. İsmiyle müsemma. Tezimde bunu çalıştım ben, tam da bunu. Bu gündelik hayat, bu monotonluk, bu sıradanlık. “Sıradan” hayatlar yaşayan “sıradan” insanlar. Sıra dışı bir hayat varmış, olabilirmiş gibi. Bu lan işte. Başka da bir bok değil. “Biz bir hikaye anlatmaya çalışıyoruz” demişti bir hocam jürim esnasında, “yaptığımız başka bir şey değil.” Sıradan insanların sıradan hikayelerini anlatmaya, anlamaya talip olmuştum ben de. Haksızlık etmeden, burun kıvırmadan ya da güzellemeden. Özellikle de sıradanlıktan sıra dışılık çıkarmaya çalışmadan. Tarihçilerin belgelerle kurdukları ilişkiyi toplumsal gerçeklikle kuramazsın, konuşturmak için işkence edemezsin ona. İyice içine kapanır ya da yalan söyler. Elini tuzluk yapıp söze “bak güzel kardeşim” diye başlamanı da yemez. Hafife almaya gelmez. “Çok konuşma da git bi çay demle” der adama.
Çoğunluk’u sayısal düşünmedim. Sınıfsal analizi de iki dakikalığına duvara yaslayalım. Film çok “sıkıcı” çünkü daha önce görmediğimiz, bilmediğimiz bir şey söylemiyor. Sinema klişeleriyle baştan çıkarmaya çalışmıyor seyirciyi. Artistik patinaj misali gerekli klişelere yer verip tık tık tık toplamıyor puanları. İstediği kadar ödül alsın, sıkıcı. Tam da olması gerektiği, söylemek istediği gibi. Seyircisine ayna tutuyor (aha da klişe). Hikayenin baş kahramanı, tıpkı beğenmediği babası gibi duygusuz, düz, dümdüz bir adam. Anne sürekli mutfakta ve duyguları temsil ediyor. Mütemadiyen söylenen bir kadın. Ağzından çıkıp da klişe olmayan tek söz yok. Zaten film, aile kurumuna bindiriyor ha bindiriyor. Aileye, topluma…ama uzaktaki bir takım terimler olarak değil, ucu bize dokunuyor. Dokunmakla da kalmıyor, giriyor hatta. O kamera herhangi birimizin hayatını da izleyebilirdi pekala. Rutinimizi, kalıplarımızı, sıradanlığımızı. Seri mukayeseler neticesinde matah sandığımız hayatımızı.
Bugün bize banal, “eee?” gelen şey sadece 50 yıl ya da 100 yıl sonra şaşkınlıkla izlenebilecek. Bizi bize anlatmasında şaşılacak bir şey yok çünkü. Afrika kabileleri de kendilerini anlatan NG belgesellerini sıkıcı bulurlardı eminim. İzleseler, neden bunun bu kadar önemli olduğunu bile anlamayabilirlerdi. “Bile” mi? Biri ayna tutsa suratımıza, kendimize şöyle bir baktıktan sonra aynayı tutana dönüp “eee?” demez miydik? Eee’si bu işte, iyi bak. Koskoca suratsız Hegel boşuna dememiş “aşina olduğumuz mutlaka en iyi bildiğimiz değildir” diye.
Filmin tekniği tartışılır, ona burnumu sokamam ama tekniği de klişesiz, alengirsiz, gösterişsiz geldi bana. Bazı anlarda “Üç Maymun”u anımsatsa da onun her biri birer tablo gibi kurgulanan karelerinden, gözü okşayan o şölen gibi görsellikten eser yok. Biçimin içerikle uyumlu olmasını önemsediğimden hoşuma gitti bu. Anlattığı hayatın ritmiyle hareket ediyor kamera. Bir gündelik hayat belgeseli çekiyor. O hayatın hızı, sesi ve rengiyle görüp gösteriyor. Olmadığı bir şey gibi davranmıyor, anlattığı hikayeye ihanet etmiyor. Güzel köylü kızını ancak zevkine göre allayıp pulladıktan sonra ona aşık olan Yeşilçam şehirli züppesinin ikiyüzlülüğünü paylaşmıyor. Bu, diyor. Bu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder