13 Şubat 2011 Pazar

4'33''


John Cage’in 4’33’’ü üzerine yazmak için gece olmasını bekledim. Günün en sessiz saat aralığını, sabaha karşı 4 ile 5 aralığını bekledim. Öyle ayan beyan ki ne yazabileceğimden pek emin değilim oysa. Neden bahsettiğimi anlamak için evvela dinlemek gerek elbette.
***
Bu türden şeyler söyleyen adamların çoğu zaman haklı çıktığını gördükçe kendim için sosyal bilimsel bir sezgi olarak atadığım yaklaşım bu: Bir şeyin (muhalefet, direniş, müzik vs.) olduğu söylenen yere gözlerini dikip bakmakla yetinme, buna aldanma. Olduğu düşünülmeyen, hiç mi hiç ilişkilendirilmeyen, dahası üstüne basa basa olmadığı söylenen yere bak. Böylece gerçeğe yaklaşırsın. Tıpkı en vurgulu nidaların (aşk, toplum, vatanın bölünmez bütünlüğü vs.) vurguladıkları şeyin yokluğu üstüne kurgulanmaları gibi. Halbuki hangi aklıevvel cüret edebilir “şu müziktir, bu ise sessizliktir” demeye. Öte yandan ben, sessizliğin de bir tür müzik olduğundan ziyade müziğin bir tür sessizlik olduğunu düşünüyorum. Hayır, düşünmüyorum. Buna inanmıyorum da. Bunu sadece sezinliyorum. Ne ironik bir “sadece”! Sezinlemekten daha güçlü bir şey olabilirmiş gibi.
Özellikle bazı klasik müzik eserlerini dinlerken iyice emin olurdum bu sezgimden. Bach’ın bir çello süitinin aslında sessizliğin bir biçimi olduğuna kalıbımı basabilirdim mesela. Bir dilin başka bir dile çevirisi misali sessizliğin notalara çevirisi. Her çeviri gibi anlamı çok az da olsa değiştirerek ama asla tümüyle kaybetmeden. Yaylardan çıkan sesin, sıvıların doldukları kabın şeklini alması gibi bütün salonu doldurduğunu ve her bir titreşimi hissedebildiğimi biliyordum. Kurşuni sessizliğin içe dolan çevirisi gümüşi.
***
John Cage’in 4’33’’ünde insanlar öksürmeye başlamadan evvel meselenin, insanların aklından geçirdikleri olduğunu düşünmüştüm. Tiyatro sahnesi yüksekliğinde ve genişliğinde bir aynanın seyirciye çevrilmesi gibi. Aklınızdan geçenler…işte müziğin tek yaptığı da bu. Seni alıp götürdüğü andasın. Belki çoktan yaşanmış, belki de henüz yaşanmamış bir an ya da anlar. Aklından geçenleri, kendini dinle. Ne söylüyor?
Sonra öksürükler, kucağında kıpırdanılan ahşap sandalyelerin hafif gıcırtısına karışıyor. Rhythmanalysis diyor Lefebvre. Üstüne diyecek şey bulamıyorum. Bu saatte bile tamamen kesilmeyip bulvarı inletmeye devam eden otomobil sesleri mütemadiyen havlayan köpeğin sesine karışıyor. Şehrin sesi bu, şehrin ritmi. Ayırt edemediğim daha birçok sesten, kokudan ve renkten müteşekkil şu anda İstanbul. Mesele de ayırdına varabilmekte ya zaten, başka bir şeyde değil. Tıpkı şu benim iş arayışım, mesleğim gibi. Bildiğin kafi değil, görebilmen önemli. Görebildiğin şeyin önemli olduğunu sezebilmen ve sezebildiğin şeyi görebilmen. Bildiklerin bazen işine yarıyor, bazen ayağına dolanıyor bu yolda.
Susmak nasıl ki bir şey söylememek anlamına gelmediyse çok konuşmak da bir şey söylemek anlamına gelmedi hiçbir zaman. Susarak çok şey söyleyen insanlar gördüm. Bir şey söylememek için çok konuştuğumu bildim. Şüphesiz ki sessizlikte derin manalar mevcut. Fakat suskunluk için aynısını bu kadar kolay söyleyemem. İnsanın en iyi görebildiği, kendinden bilebildiği oluyor. Dolayısıyla firariliği kolayca seçiyor gözlerim. Susmak, sessizliğe içkin bilgeliğin ardına gizlenip ondan bir paye çıkarmaya çalışıyor kendine. Nafile, bu firar gözden kaçabilecek cinsten değil. Öte yandan, insanın en kaçak dövüşü de yine kendiyle. Dışarıya karşı mangalda bırakmadığımız kül yağmur gibi içimize yağıyor, ince bir tabakayla örtüyor içimizi. Susuyoruz.
***
Dinle kendini, ne diyor. Uyuduğunu sandığın şehri dinle. İtfaiye sirenini, köpeğin havlamasını, kedinin miyavlamasını, birazdan çığlık çığlığa başlayacak martıların sesini bekle ve her akşam hava kararırken bir araya gelen yüzlerce sığırcığın dehşet verici güzellikteki hareketlerini izle. Baharları buram buram ıhlamur kokar Beşiktaş, kokla bak. Şehir kendi halinde yaşarken sen ondan bir şey anlamaya, onu anlamlandırmaya çalışırken o sana aldırmıyor bile. Varoluşu büyülüyor seni, peki ya o senin varlığının farkında mı? Yani sen elmayı seviyorsun diye…
Çok konuştuğum da oldu benim, bir daha hiç konuşmayacakmış gibi sustuğum da. Değil mi ki hepsi aynı büyük sessizliğin birer parçası. En azından benim tek duyabildiğim bu. 4 dakika 33 saniyelik bir ömür, anlamı çevirisinde yitip gitmeyen bir huzur. 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder