Ah İstanbul İstanbul olalı hiç görmedi böyle doktora kıtlığı. Yok arkadaş! Memlekette (Türkiye), memleketimde (İstanbul) mumla arayıp ancak bir iki tane bulabiliyorsun dişe dokunur sosyoloji doktora programı. Ben bir tane bulabildim, diğeri tarih adeta. Hafızası olmayan insandan tarih doktora öğrencisi olur mu? “Lisans üstü adayları için sınav okuma önerileri” adlı listeyle bakışıyoruz kaç gündür. 29 tane kitap, dile kolay. İsimlerin, başlıkların hepsine aşinayım fakat uzaktan sevmek aşkların en güzeli. Ben bu 29 kitabı…ya da gerçekçi olalım, bana daha bir hitap eden 20 tanesini gerektiği üzere Haziran’a kadar okumasına okurum, hiçbir şey de kaybetmez, aksine kazanmış olurum. Fakat tünelin ucu az çok belli: Benim yapmak istediğim bu değil ki, diyeceğim. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın, öyle değil. İlgimi çekmiyor. Okulu da programı da istediği kadar afili olsun, ilgisini çekmeyen, kendisini heyecanlandırmayan alanda doktora yapar mı insan? Yapabilirse başarıdır ama…hayat kısa be.
Diğer yandan 1192 sayfalık ALES’e hazırlık kitabıyla bakışıyoruz. Telefon rehberi gibi, canım benim. Kapağındaki espresso fotoğrafının yanına sigara ve küllük de ekleseler daha bile gerçekçi olacakmış. 8 yıl sonra oturup test çözeceğim, şık işaretleyeceğim filan. Çok acayip. “Kaç yaşıma geldim, n’apıyorum lan ben” arada bir yokluyor elbette. Duymazdan geliyorum yoksa işim zor. Gir bir işe çalış. İş yok değil, var. Madem akademisyen de olmayacaksın, bu ne şımarıklık. Sanki bir Blair Waldorf, bir Serena Van Der Woodsen’ım lan…şımarıklığım doktora yapmak. O da kıçımı kırıp şurada bir yerlerde işte, ilkokul mesafesinde. Yokuşun altında 2, üstünde 1 üniversite olunca insan ister istemez giriyor ilkokul havasına: Aman yakın olsun. Olsun bebişim, suyundan da koy tam olsun.
Kaydolduğum iş arama/bulma sitesi en yakın arkadaşım. Bir nevi çöpçatanlık aslında. Ben böyleyim, şöyle birini arıyorum. Ah o da beni mi arıyormuş, mükemmel. Ücreti konuşalım. Hmm, işin içine ücret girince o başka bir şey oluyor değil mi? Neyse olduğu kadar. Resmen işsizim şu anda. Olayım bu. Şu doğum sonrası sendromumu atlattığım gün tezimi önüme alıp kendisinden nasıl bir makale çıkabileceği üstüne düşüneceğim. Fani dünyada bilimsel bir yayınım olsun, dikili ağaç yerine. Ağaç da olur. İşte onun canına okur, o kağıttan da benim makaleyi basarız. Basar mıyız hakikaten? Yazarsam basarız bence.
Hiç bilim insanı değilim, hiç. Sanat, edebiyat insanıyım ben. Bilim, bilimsellik benim neyime. Ne anlarım ben, kim ne yapsın benim analizimi. Çok pis yanlış yoldayım gibi geliyor ama dur bakalım. Doktorayı bitirip 30’uma geldiğim zaman Başka Türlü Bir Şey Benim İstediğim adlı şarkıyı söylüyor olabilirim. Doktorada alan değiştirmek de kolay bir spor değil ki…bilimsel hazırlık cart curt. Bilimsel hazırlık dediğin bir nevi “adama sorarlar şimdiye kadar aklın neredeydi diye”. Valla şuralarda bir yerlerdeydi ama bir hayrını göremedim. İki Birikim, bir NTV Tarih okuyunca iyice gözüme battı şuraya ne boş şeyler yazdığım. İstesem didaktiğin daniskasını yazarım ama üşeniyorum. Bıdırdamak işime geliyor. Bir duygusallıklar, bir şeyler. Çok lazımmış gibi.
Doğru işin gelip beni bulacağına küçüklüğümden beri inanırım nedense. Bir nevi doğru adam gibi. “Öyle bir şey yok” diyene “yoo, gayet var” derim, başka da bir şey demem. Birikim’de yazmam da teklif üzerine olmuştu mesela. O nazik mail’i okuduğumda gazinolar kralı tarafından keşfedilen Balıkçı Azize gibi hissetmiştim kendimi (en çok Chopin'i sevmem de o filmden dolayıdır). Çocukluğum boyunca evden hiç eksik olmayan dergide yazım çıkacaktı, boru mu? Bugüne bugün yegane başarımdır. Onu da yüzüme gözüme bulaştırdım ya neyse. İş diyorum. Sanki “tam da aradığımız kişisin” diyecekler ve sonsuza kadar birlikte çalışacağız. Araştırma ya da yayıncılık filan…boş mideye hayal kuracağına siteyi tara ayşec.
Benim yaşımdayken girdiği ilk işinde 58 saat uyumayıp deney başında bekleyerek yeni madde üreten annem var. Doktorasını yapmış, arada beni yapmış..hadi beni geçelim, doktora tezi muhakkak benden güzeldir. Ya ben? Doktorada neyi çalışmak istediğimi bilmiyorum, şuursuzum adeta. Freud ne der bilmiyorum ama bende anne kompleksi var. Hiçbir zaman başarı hırsım olmadı ama önümde o kadar güzeller güzeli bir rol model var ki ona tam bir haksızlık, tam bir hayal kırıklığıyım (iki tane rol model var elbette ama kadın olanla özdeşleştiriyorum kendimi, hele yaş ilerledikçe insan annesi oluyor malum). 25 yaşıma geldim, istese her şeyi yapabileceğini zanneden ve fakat hiçbir şey yapmayan saçma sapan bir insan oldum. Ülke ve dünya ekonomisinde sadece tüketiciyim. Bir numaram, bir şey ürettiğim yok, görülmemiş. Kendimi ekseriyetle böcek gibi hissediyorum bu aralar. Gregor Samsa falan değil basbayağı böcek. Hatta sivrisinek. Taze depresyon semptomları göstermeyi bırakıp bir şeyler yapmalı. Ama benim içimden fotoğraf çekmek, resim yapmak, heykel yapmak falan geliyor. Hayatın sunduklarının arsızıyım, yetinemiyorum. Eminim La Fontaine’in, her şeyi isteyip koca bir hiçle son bulan küçük tombul kuşu anlattığı hazin bir hikayesi vardır. İbretini yesinler, sırf ibret diye almam zaten. “Büyük konuşma”ya da sinir olurum. İnsanın suratını postalla ezen ikazlardan midem bulanıyor. Tutkularını, arzularını, hayal gücünü düzleştirip un ufak ediyorlar; sürekli “tamam” diyen kaderci ve ürkek insanlar oluyoruz. Büyük konuşma, küçük düşün.
2011, bombok bir sene olacağını gözümüze sokmak için çırpınıyor adeta. ’99 senesinde en çok dinlediğim kasetlerden biriydi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder