6 Şubat 2011 Pazar

Çok Saçma

(Ayşec. Değirmendere'den bildiriyor...)


Ne diyeceğimi tam da bilemediğimde bir şey dememeliyim belki de. Belki mi? Kesinlikle ağzımı bile açmamalıyım. Heyhat, o kadın olamadım hala. O yüzden sakınca görmüyorum gecenin bir yarısı bilgisayarın başına geçmekte. Vakti değerli olanları baştan uyarayım: Yazmayı bitirdiğimde, çok büyük ihtimalle dişe dokunur bir şey yazmıyor olacak aşağıda. Öyle hayat değiştiren, ufuk genişleten, kafa açan bir şey yok yani. Yani her zamankinden.


"Çok saçma..." Başka bir şey geçmiyor aklımdan. Geride bıraktığımız haftayı düşündükçe anlamlı bir çift söz çıkmıyor ağzımdan. Alabildiğine saçma geliyor, hepsi bu. Defne Joy Foster'ın ölümü hiç ummadığımız kadar çok etkiledi hepimizi. Kendi ölümümüzle yüzleştik. "O bile ölüyorsa..." Hayat gibi kadındı çünkü. Bir arkadaşım aklına ilk benim geldiğimi söyledi. Astımdan bağlantı kurmuş. Benim aklımı yalayıp geçmişti sadece. Sigarayı da bıraktım nasıl olsa. Astıma gerek var mı? Kalp krizi gayet eşitlikçi, pek kimseyi ayırt etmiyor. Bir şekilde yakın yani, orada. Fakat 32 bundan sadece 6-7 yıl sonraki yaşımız. Bakalım çocuğumuzu görebilmiş olabilecek miyiz? Büyük ihtimal mırın kırın ediyor oluruz hala.


Öleceğini fark ettiğin an nasıl bir andır, ne hissedersin? Diyelim ki 32 yaşındasın ya da 27 ama öyle bir an geldi ki anladın dönüşü olmayacak. Haksızlık mı der insan, ne düşünür? "Hassiktir" mi çeker...ya da daha sunturlu küfürler. Belki sadece buruk, devamı gelmeyen, gelemeyen bir "ama..."


Çok boktan bir şaka olmadığını doğruladıktan sonra bu konuyu ne televizyondan ne de gazeteden takip ettim. Halbuki epey "malzeme" çıkmış millete. Ne "su testisi" kalmış ne "bekar erkek evi" ne de aklıevvel erkeklerden alınması elzem analık, kadınlık dersleri. Vay be... Acaba diyorum, salt yaşından yahut isim yapmışlığından ötürü saygı göreceğine kesin gözüyle mi bakıyor insan? Hayatta 80, meslekte 60 yılı devirince otomatikman akıllı ve haklı mı sayılıyoruz? E iyiymiş, çok bir şey kalmamış zaman aşımından malul olmaya.


Neyse, hiç yazmayayım en iyisi. Sinkaflı küfrettim sayın siz. Sonrasında masaya yatırılan bu saçmalık hakkında söz söylemek ayıp geliyor zaten. 90'larda Number One'da görüp beğendiğim ve pek takip etmediğim bir dans yarışmasında izlemeye can attığım o hayat dolu, o çatlak kadının yokluğuna çok üzüldüm sadece. Astım dolayısıyla kurduğum bağlantı biraz daha acıttı içimi. Barlarda nefes alamayıp öleceğimi zannettiğimden ağlayarak dışarı çıktığım zamanlar geldi aklıma. Nefes alamamak kabus gibidir. Ciğerleriniz küçük, hava az gibidir. Yettiremezsiniz. Ne zaman elim sigaraya gitse o hissi hatırlatıyorum kendime. Ne kanser yüzdeleri ne başka bir şey...sadece o hissin ve yeni kaybettiğim hocamı son gördüğümde "içmesen daha iyi" deyişinin hatırası yetiyor yakmamama. Sonu başından belli hikayenin ama güzel bir hayat yaşamış ve nefes alıp verebilerek, son bir derin nefes çekebilerek ölmek istiyorum.


Güzel bir hayat... aksi gibi "başarısızlık" temalı bir hafta oldu bu. Güzel bir hayatla başarısızlık mutlak surette dışlar mı birbirini? Bir şeyler ters gitti ve şu okuldan kabul almadım ya da şu işi yetiştiremedim. Biliyorum çok önemli ama hepsi bu kadar mı? Haziran'a doğru başlayacak bu minvaldeki hezeyanlarım. Başvurduğum iki doktoradan da kabul almayacağım belki ya da alacak ama mutsuz olacağım o okulda. Yapmam gereken iş, olmam gereken kişi bu bile değil, belki tamamen yanlış yoldayım... ama yolu görmeden nasıl bileceğim yanlış olduğunu? Mutsuzluğu görmeden mutluluğun ne demek olduğunu, ya da tam tersini bilmemek gibi. Ölmek için yaşamalı önce. Aksi mümkün değil.


Barış Manço'nun haberini aldığımda idrak edememiştim. Ne de olsa Adile Naşit'in kuzucukları, adam olacak çocuklardık biz. Bunca çırpınışımız da adam olmak için değil mi hala? Halbuki hazırım işte en kazık soruya: "Yeşil biber ne renktir?" Tongaya basmam, "yeşil!". Bir Başka Gece'de kimin play back'ini yapmak isterim: Sezen Aksu! Saçım bile hazır, bir yanı kısa bir yanı uzun.


Barış Manço da Kemal Sunal da hep başka bir yere gitmişler gibi gelir. Asla aklım tam almadı, almıyor. Kaybını tam idrak edemediğim insanların ardından çok da yas tutmuyorum. Sanki hala oradalarmış gibi düşünüyorum. Bir kendini koruma mekanizması olarak inkar, evet. İşe yaramadığını kimse söylemedi ama. Bir şarkısını koyayım buraya dedim ama seçmekte zorlandım. Anlıyorsun Değil mi'yi önceden paylaşmıştım zaten. Acıklı şarkıları geldi aklıma...hayır, olmaz. Sonra gülümsedim. Sene 2004, Bahar Şenliği için Devrim'deyiz. Hatta İ'nin noktasındayız yanılmıyorsam. Kara Sevda çalıyor. Biz saçımızı açıp dans ediyoruz. Sonra o öyle kalıyor ve ben ne zaman Kara Sevda çalsa saçımı açıp dans eder oluyorum. Kendimce sürdürdüğüm küçük ritüellerden, göndericisi de alıcısı da ben olduğum göndermelerden, sessiz saygı duruşlarımdan biri...tanıdığım en iyi insanlardan birine; üniversitedeki ilk aşkıma, sonra 18-19 yaşıma, heyecanıma, yaşama sevincime göz kırpmak gibi. Küçükken Arkadaşım Eşşek, Nane Limon, Balböceği; Devrim'de Kara Sevda; büyüyünce Anlıyorsun Değil mi ve daha başka bir takım bazı acıklı şarkılar. Şimdi insan nasıl söyler bu adamın artık olmadığını? İşte hep burada, bizi hiç terk etmedi. Ne biz çocukluğumuzu, 25-26 yaşındaki bedenlerimize rağmen çaresizliğimizde küçük kızlar gibi ağlamayı bırakabildik; ne de çocukluğumuz, Barış Manço bizi bıraktı. Dedikleri daha ne olabilir ki? 



* Yalan söylemişim, Anlıyorsun Değil mi'yi paylaşmamış anmışım sadece. Ama "hava ayaz mı ayaz, ellerim ceplerimde, bir türkü tutturmuşum..." Nasıl anmaz insan.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder