16 Nisan 2014 Çarşamba

Telaş

Sarahaten söyleyeceğim. Zaten bu saatlerde, uyku tutmayıp da yatağımdan kalkıp yazdığım yazılardaki hakikat oranı oldum olası fazladır.

Bu aralar, evdeki aynalardan birine denk geldiğimde susmuyorum yalnızca. "Hayat geçiyor, naber?" deyiveriyorum. Acımasızca alaycı bir ses tonum ve yüz ifadem oluyor. Zaten kendimle sert konuşurum oldum olası.

Bu sabah evden çıkarken portmantonun aynasında kendimi fark ettim. 10 yıl öncesinden pek farkım yoktu. Converseler, başımda eşarp, bir tişört, bir kot, bir koca yüzük ve bir sırt çantası. "Ben şimdi 30 yaşında mıyım? Ama 10 yıl önce de böyle görünüyordum." Yüzüme dokundum. Hayır, bir başkalık var. Kimi kandırıyorum? 

Korkuyorum. Ama hep sandığım gibi ölmekten değil, yaşamamaktan, yaşamadan ölmekten korkuyorum. Daha ölmeden kurumaktan, kuruyarak ölmekten. Her gün aynı insan olmaktan korkuyorum. Yeni bir dehliz daha keşfetmeden, bir metrecik olsun daha derine inmeden, bu sabah nasıl uyandıysam yarın sabah da aynı kişi olarak uyanmak fikri dehşete düşürüyor beni.

Okumuyorum. Hiçbir şey okumaz oldum. Kafayı yiyeceğim. Her gün manyak gibi yeni bilgi, kültür, sanat üretiliyor. Hepsi uzağımdan bir yerden geçip gidiyor. Üretilene yetişemediğim gibi kendim de bir şey üretmiyorum. İçimdeki, doğduğumdan beri benimle olan o yaratıcı dürtünün her nasılsa beni hâlâ terk etmediğini hissettiğim halde ne bir şey çiziyor, ne bir şey yazıyorum. Yeni bir dil öğrenmeye bile kalkışmaz oldum. Her gün su verdiğim çiçeklerim var benim ama kendim, susuz, el kadar bir menekşeye döndüm. 

Yaşamaya başladığımız anda ölmeye de başlıyoruz ve ben hızla ölüyorum. Neydi bunun panzehiri? Tabi ya, tutkulu aşk. Ama kendi payıma düşeni aldım ondan. Serseri de oldum, sevdalı da. "Hayatı dibine kadar içmek" yalnız bu anlama gelmiyor artık. Ben artık fondip yapmak değil, keyifli bir rakı sofrasında sevdiklerimle uzun saatler geçirmek istiyorum. Türk sanat müziği de istiyorum ve bu konuda hiç mütereddit değilim. Bu şarkıyı ne zaman dinlesem "ne güzel yaşadım be" diye geçiyor içimden. 

Bugün Gezi Parkı'ndaki o çiçekli ağacın ve Nisan güneşinin altında uzanmış yatarken, çiçekler pat pat yüzüme, saçlarıma, kucağıma düşerken yaşadığımı hissettim. Geçen sene bu zamanlar, elektrik gidince karanlığa gömülen Tirebolu'da, sahilde Karadeniz'in deli dalgalarıyla eyleşirken de hissetmiştim yaşadığımı. Var oluşumu dibine kadar duyumsamıştım. Her bir hücremi hisseder ve her birine ayrı ayrı müteşekkir olur gibi.

Yanaklarıma her gün küçük pembe çiçekler düşmez belki, ya da bir martının kanat çırpışıyla çiçekler dökülmez saçlarımdan... daha çok okuyabilirim ama, yazabilirim, çizebilirim, gezebilirim, doğru düzgün bir sinema ve tiyatro izleyicisi olabilirim yeniden, hiçbir şey yapmasam her gün iyi bir film alıp izleyebilirim en azından. Hepsi bana yeni şeyler söyleyebilir, farklı şeyler gösterebilirler. Başka bir insan olurum böylece. Öyle çok şey var ki yapacak. O da olmasa güneşten, havadan ve sudan bana düşen payı alabilirim her gün. Hem onlar bedava.

Para kazanamıyorum diye dertlenmeye öyle daldım ki en başta neden para kazanmak istediğimi, nasıl yaşamak istediğimi unuttum. Ne sonsuza kadar yaşamak, ne de gelecekte başıma gelecekleri öğrenmek isterim. Tek istediğim, gece yatarken, sabah uyandığım kişi olmamak. Çoğalmış, artmış, beslenmiş, bir gün daha öyle veya böyle yaşadığımı hissetmiş olarak uykuya dalmak.

Atla deveden bahsetmiyorum. Yaşamaktan bahsediyorum. Sadece ve gerçekten yaşamaktan. Aragon'un bir mısrası, uyandırdığı dehşetle birlikte aklıma kazınmış -okuduklarımı hatırladığım ve deliler gibi okuduğum dönemlerde okuduğum şiirlerinden biri olsa gerek- "işer gibi yaşamak". Öyle mi oldum şimdi ben? Tüylerim ürperiyor.

Az evvel dalında rüzgarla kıpırdaşan çiçeklerin düşüp düşüp yanağımda bıraktıkları hissi anımsamalıyım. Güzel bir şarabın ilk yudumunu, iyi bir filmin son sahnesini, bitmesin diye alabildiğine yavaş okuduğum kitapları ve heyecandan bir çırpıda bitirdiklerimi, yazdıklarıyla konuşabildiğim yazarları, bir piyano solosunu, bir yasemen kokusunu, Karadeniz'in dalgalarını, Erzurum'un soğuğunu, Pokhara'nın sükunetini, Gökova'nın güneşini, sevilen insanla paylaşılan rakıyı, demli çayı, çok sevildiğimi, çok sevdiğimi, daha çok seveceğimi anımsamalıyım. Karamsarlığın lüzumu yok ama bu lüzumlu bir telaş. Çünkü hayat geçiyor, naber? 


1 yorum:

  1. İyi ama senin yönetici gezegenin Venüs yani AfroditE. O n'olacak? Benden söylemesi, burcunu değiştirmeye çalışmaktan kimseye hayır gelmez. Misâl ben Yay olmaya çalıştım. Başıma gelmeyen kalmadı.

    YanıtlaSil