Çeviri işine başlayalı beri –hani çok da değil üç dört
aydır- iyice eve kapandım. İki hafta evden çıkmadığım oluyor. Hava almak için
burnumu balkona uzatıyorum ama yalnızca burnumu, çünkü daha çıplak ayakla
balkon yıkayacak kadar ısınmadı hava. Velhasıl gün ışığına, temiz havaya hasret
kaldım.
Film Festivali uyandırdı beni. Daha doğrusu annem. Hatun üç
günlüğüne İstanbul’a geldi, bir elinde bastonu her gün fıttırı fıttırı film
peşindeydi. “Lan” dedim “ben n’apıyorum? Artık ofis çalışanı değilim. Evinden
çalışan, bağımsız çevirmen-olası bir insanım. İlk kitabım bitti. Sonraki işler
için deneme çevirilerimi de yolladım. E daha ne bok yemeye oturuyorum evde?”
Bu festival benim için Muhsin Bey’in galasıyla başladı. ’65 yapımı
Türkan Şoray-Ekrem Bora-Cüneyt Arkın filmi Sürtük’le devam etti. Ahh Türkan, ahh…
Gelelim bu güne, bu mükemmel güne. Sabah 11:00’da Beyoğlu
Sineması’nda Küçük Hanımın Şoförü’nü izledim. Malum ’62 yapımı Ayhan
Işık-Belgin Doruk-Sadri Alışık. Ne yalan söyleyeyim, neden yalan söyleyeyim, en
çok siyah beyaz Türk filmlerini sinemada izleyebildiğim için seviyorum şu film
festivalini. Ah Güzel İstanbul’u sinema perdesinde izlerken kalbim yerinden
çıkacaktı be.
Küçük Hanımın Şoförü’nün verdiği sınıfsal mesajlar içimdeki
küçük sosyologu homurdandırıyordu ki son sahnede kurlaşan Sadri Alışık ile Çolpan
İlhan’ı görünce kaymaklı ekmek kadayıfı kıvamıma geri döndüm.
Filmden çıkınca meydana yöneldim. Sevdiğim bir sandviççiden
sevdiğim sandviçi aldım. Gezi Parkı’na döndüm yüzümü. Tam girecekken “ah” dedim “Birgün
de alsaydım, okurdum”. Sonra parktaki havayı görür görmez vazgeçtim. Bir
güncük, bu güncük olsun katil suratı görmek istemiyordum.
Bütün parkı tavaf ettikten sonra döndüm, girişteki pembe
çiçekli ağacın altına kuruldum. Çıkardım sandviçimi yedim. Çay satan çocuktan
çay aldım. Oh, hem de demlik poşeti atmış içine. Karnım doyunca elim çantama
gitti. Kitabımı almak için uzanmıştım ki elim yanmış gibi çektim
elimi. Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı’nı okuyordum ama şu an, şimdi, şurada
Nazi Almanyası’na gitmek istemiyordum. Ne bugünün ne de dünün katillerinin
suratlarını görmek istemiyordum.
Park yaşıyordu. Bankların hepsi insanla doluydu, hani çimler
de boş değildi banklara karşı. Kuş cıvıltıları dolduruyordu havayı. Özellikle
çocuk parkının yamacına kurulmuştum. Çocukların sesleri de kuşlarınkine
karışıyordu. Ağacın gölgesinde uzandım biraz. Ne bir şey okudum, ne gözlerimi
yumdum. Durup göğe baktım. Pembe çiçekli dalların arasından görünen
mavi parçalara daldım.
İki serçenin didişmesini izledim tepemdeki dallarda. Yerler
pesbembeydi zaten, bir de onlar çiçek döktüler. Onlar gitti, bu defa rüzgâr.
Pat pat pat… Pat pat… Pat pat pat… Sürekli çiçek yağdı başımdan aşağı. Fişek
değil çiçek. Yüzüme, saçlarıma, kucağıma. Yüzüme isabet ettikçe kikirdedim
biraz. Kıkırdamadım, kikirdedim.
Şimdi bir sene sonra Gezi’nin içinden Gezi’ye bakıyorum da…
Ne kadar haklı bir mücadeleymiş. İnsanları izlerken daha iyi görüyorum
bunu. Ağaçların altında uyuyanları, köfte ekmek alanları, köpeklerle koşturup
eğlenen çocukları, sevgilileri, işsizleri, yaşlıları… Biz, şu an burada Gezi
Parkı’nda bulunanlar, nefes alıyoruz. Şehrin kıstırdığı insanlar olarak kaçıp
buraya sığınmış gibiyiz. Beton yok, gürültü yok, egzoz yok. Bir nefeslik huzur
bu ve mücadeleye kesinlikle değer.
Gölge biraz serin olunca az ileri, güneşin koynuna attım
kendimi. Küçük bir kız geldi yanıma. 6 yaşında yoktu. Temiz giyimli, güzel
suratlı bir şey. Elinde şeffaf bir poşet, içinde üç tane küçük su şişesi. Bir
tane aldım, iki lira verdim. Yere bıraktı suyu. Giderken döndü “abla bak oraya
bıraktım” dedi. Ne güzel dedi onu o öyle.
Aldım suyu kenara koydum. Uzanıp girdim güneşin koynuna. Çok
sonra biri dürttü omzumu. Döndüm baktım, dört tane kirloş oğlan. Kızla aynı yaşlarda.
Yanıma çömelmişler, para istiyorlar. Ne dediklerini anlamayınca Suriyeli
olduklarını tahmin ettim. Yine de boş bulunup “para yok, suyu alın” dedim.
Anlamasalar da alıp gittiler suyu. Bir tanesi inatçı. İkinci kere yüzümü
döndüğümde gözümden güneş gözlüğümü alıp kaçıverdi. Az öteye gidip taktı gözlüğü. Gülmemek için zor tuttum kendimi. Az aşağımda yatan adam “ben de
size göz kulak oluyordum” deyip (?!) çocuktan gözlüğümü geri aldı. “Suyunuzu da aldılar”. “Alsınlar”.
Film programını çıkardım çantamdan. 19:00 Negri ile İstanbul’da.
Bilet kalmamıştı ama ya bulursam? Kalktım yerimden, vurdum yine İstiklal’e.
Öyle ılınmış ki hava, deri ceketi de çıkarıp tişörtle yürüdüm. Atlas,
ergenliğimde en sevdiğim ikinci pasaj. İlki Aznavur’du. Ne filme bilet
bulabildim, ne de on beş yıl önceki pasajı.
Çıkıp yürümeye başladım ben de. Ama neden, ama nereye?
Bilmem. Robinson Crusoe’ya girdim. İki Sema Kaygusuz, bir Hannah Arendt alıp çıktım.
Bunu bir külah dondurmayla mı kutlasam derken uzaktan bir darbuka sesi çalındı
kulağıma. Baktım az ileride bir kalabalık. Ses yaklaştıkça kavrıyor insanı.
Nasıl akıcı, nasıl kıvrak bir ritim. Bir de baktım el kadar bir oğlan. Biraz
ona takıldım, sonra devam ettim. Az ileride genç bir adam keman çalıyordu tek
başına. Önünden geçtim, sonra dönüp para attım kutusuna. Her şeyi daha da güzel
kılıyor bu ses.
Asmalı’ya gelince Takıl’a baktım, yerinde yok. Tam “buradan
da taşınmışlar” diye surat sarkıtacaktım ki tam arkamdaki dükkana taşınmışlar şimdilik. İçeri girip,
kendimi bildim bileli beni büyüleyen gümüş takıları, yarı değerli taşları,
tasarım güzellerini izledim. Fiyat etiketlerindeki sıfırlar da göz göz olmuş bana
bakıyorlardı. Bakıştık. Sahibi geldi sonra, onla lafladık biraz. En az on beş
yıldır tanışıyoruz galiba. Ne güzel.
Onla beraber çıktım dükkândan. Ne yapacağım? Durasım yok,
dönesim de yok. Vurdum aşağı doğru, Galata’nın yanından Karaköy’e indim.
Balıkçıların arasından Akın Balık’a doğru seyirttim. Bir tek rakı atsam? Hayır,
canım çay istiyor. Denizin dibindeki balıkçıya gittim. Hiç aklımda yokken, sırf
sevdiğimden bir mezgit tava söyledim. Tek başıma da yemedim ha, martılar eşlik
etti. Kâh masanın ucuna geldiler kedi gibi, kâh tam tepemden uçup saçlarımı
havalandırdılar. Bir martının kanat çırpışıyla pembe çiçekler döküldü saçımdan.
Aklıma gelmemiş üzerimdeki çiçekleri temizlemek. O da ne demekse zaten.
Çayımı içerken bir akordeon sesi çalındı kulağıma. La vie en
rose. Sonra da sevişmek ah ne hoştur, yıldızların altında. “Gel” dedim “gel,
bir de sen deli et beni”. Çıka çıka ufacık bir oğlan çıktı yine. Kalan
bozukluklar da akordeonuna iliştirdiği karton bardağa.
Akordeon sesi uzaklaşırken akşam güneşi iyice ısıtıyordu
yüzümü. Bu defa yumdum gözlerimi, havayı içime çektim. Mutluydum. “Şu an her
şey yetiyor” diye geçti içimden. Oysa para yetmez, zaman yetmez, sevgi yetmez. O
kadim boşluk, o varoluşsal eksiklik hep oradadır, hiç gitmez. Şu an ise bir
esans gibi uçup gitti üzerimden. Mutluluk kokmuş olmalıyım. Her şeyin yettiği
bir andı. Mükemmel bir gün ve her şeyin yettiği bir an.
P.S.: Günden artan kalan birkaç fotoğrafı instagram’a
yükledim. Linki sağda.
Ben de Ardent ve aynı kitabını daha yeni okudum; hamurumdaki bozukluktan olsa gerek, zamana mekana aldırmadan yaladım yuttum.:)) Bunun muhabbetini yapmıştık değil mi? Film linki de yollamıştım sanırım. Bloglardan bu kadar uzak kalınca..son yazını Akın'a yolladım, Maroon'da yer alması gereken bir deneme.
YanıtlaSilFilmin muhabbetini yapmıştık, evet. Hocam sizin hamuru bilemem ama ben biraz nazeninim galiba. Zaman, mekan, hava durumu hepsi faktör. Kitap okumayacağım, uçak kaldıracağım sanki. Nazeninlik de değil düpedüz sığlık aslına bakarsanız. Neyse, Sema Kaygusuz şifa niyetine yetişti yine. Arendt'e devam edebilirim artık. Hazır hava da henüz bombokken :)
SilSon yazımdan kastınız Telaş sandım ama Gündüz Düşü'nü kastediyorsunuz galiba? Bilmem, olur mu ki o? Neyse, öyle diyorsanız... Daha çok denesem de daha iyi şeyler yazmaya başlasam artık keşke.