15 Nisan 2014 Salı

Mutluluğun Sıradanlığı

Çeviri işine başlayalı beri –hani çok da değil üç dört aydır- iyice eve kapandım. İki hafta evden çıkmadığım oluyor. Hava almak için burnumu balkona uzatıyorum ama yalnızca burnumu, çünkü daha çıplak ayakla balkon yıkayacak kadar ısınmadı hava. Velhasıl gün ışığına, temiz havaya hasret kaldım.

Film Festivali uyandırdı beni. Daha doğrusu annem. Hatun üç günlüğüne İstanbul’a geldi, bir elinde bastonu her gün fıttırı fıttırı film peşindeydi. “Lan” dedim “ben n’apıyorum? Artık ofis çalışanı değilim. Evinden çalışan, bağımsız çevirmen-olası bir insanım. İlk kitabım bitti. Sonraki işler için deneme çevirilerimi de yolladım. E daha ne bok yemeye oturuyorum evde?”

Bu festival benim için Muhsin Bey’in galasıyla başladı. ’65 yapımı Türkan Şoray-Ekrem Bora-Cüneyt Arkın filmi Sürtük’le devam etti. Ahh Türkan, ahh…

Gelelim bu güne, bu mükemmel güne. Sabah 11:00’da Beyoğlu Sineması’nda Küçük Hanımın Şoförü’nü izledim. Malum ’62 yapımı Ayhan Işık-Belgin Doruk-Sadri Alışık. Ne yalan söyleyeyim, neden yalan söyleyeyim, en çok siyah beyaz Türk filmlerini sinemada izleyebildiğim için seviyorum şu film festivalini. Ah Güzel İstanbul’u sinema perdesinde izlerken kalbim yerinden çıkacaktı be.

Küçük Hanımın Şoförü’nün verdiği sınıfsal mesajlar içimdeki küçük sosyologu homurdandırıyordu ki son sahnede kurlaşan Sadri Alışık ile Çolpan İlhan’ı görünce kaymaklı ekmek kadayıfı kıvamıma geri döndüm.

Filmden çıkınca meydana yöneldim. Sevdiğim bir sandviççiden sevdiğim sandviçi aldım. Gezi Parkı’na döndüm yüzümü. Tam girecekken “ah” dedim “Birgün de alsaydım, okurdum”. Sonra parktaki havayı görür görmez vazgeçtim. Bir güncük, bu güncük olsun katil suratı görmek istemiyordum.



Bütün parkı tavaf ettikten sonra döndüm, girişteki pembe çiçekli ağacın altına kuruldum. Çıkardım sandviçimi yedim. Çay satan çocuktan çay aldım. Oh, hem de demlik poşeti atmış içine. Karnım doyunca elim çantama gitti. Kitabımı almak için uzanmıştım ki elim yanmış gibi çektim elimi. Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı’nı okuyordum ama şu an, şimdi, şurada Nazi Almanyası’na gitmek istemiyordum. Ne bugünün ne de dünün katillerinin suratlarını görmek istemiyordum.

Park yaşıyordu. Bankların hepsi insanla doluydu, hani çimler de boş değildi banklara karşı. Kuş cıvıltıları dolduruyordu havayı. Özellikle çocuk parkının yamacına kurulmuştum. Çocukların sesleri de kuşlarınkine karışıyordu. Ağacın gölgesinde uzandım biraz. Ne bir şey okudum, ne gözlerimi yumdum. Durup göğe baktım. Pembe çiçekli dalların arasından görünen mavi parçalara daldım.

İki serçenin didişmesini izledim tepemdeki dallarda. Yerler pesbembeydi zaten, bir de onlar çiçek döktüler. Onlar gitti, bu defa rüzgâr. Pat pat pat… Pat pat… Pat pat pat… Sürekli çiçek yağdı başımdan aşağı. Fişek değil çiçek. Yüzüme, saçlarıma, kucağıma. Yüzüme isabet ettikçe kikirdedim biraz. Kıkırdamadım, kikirdedim.

Şimdi bir sene sonra Gezi’nin içinden Gezi’ye bakıyorum da… Ne kadar haklı bir mücadeleymiş. İnsanları izlerken daha iyi görüyorum bunu. Ağaçların altında uyuyanları, köfte ekmek alanları, köpeklerle koşturup eğlenen çocukları, sevgilileri, işsizleri, yaşlıları… Biz, şu an burada Gezi Parkı’nda bulunanlar, nefes alıyoruz. Şehrin kıstırdığı insanlar olarak kaçıp buraya sığınmış gibiyiz. Beton yok, gürültü yok, egzoz yok. Bir nefeslik huzur bu ve mücadeleye kesinlikle değer.

Gölge biraz serin olunca az ileri, güneşin koynuna attım kendimi. Küçük bir kız geldi yanıma. 6 yaşında yoktu. Temiz giyimli, güzel suratlı bir şey. Elinde şeffaf bir poşet, içinde üç tane küçük su şişesi. Bir tane aldım, iki lira verdim. Yere bıraktı suyu. Giderken döndü “abla bak oraya bıraktım” dedi. Ne güzel dedi onu o öyle.

Aldım suyu kenara koydum. Uzanıp girdim güneşin koynuna. Çok sonra biri dürttü omzumu. Döndüm baktım, dört tane kirloş oğlan. Kızla aynı yaşlarda. Yanıma çömelmişler, para istiyorlar. Ne dediklerini anlamayınca Suriyeli olduklarını tahmin ettim. Yine de boş bulunup “para yok, suyu alın” dedim. Anlamasalar da alıp gittiler suyu. Bir tanesi inatçı. İkinci kere yüzümü döndüğümde gözümden güneş gözlüğümü alıp kaçıverdi. Az öteye gidip taktı gözlüğü. Gülmemek için zor tuttum kendimi. Az aşağımda yatan adam “ben de size göz kulak oluyordum” deyip (?!) çocuktan gözlüğümü geri aldı. “Suyunuzu da aldılar”. “Alsınlar”. 

Film programını çıkardım çantamdan. 19:00 Negri ile İstanbul’da. Bilet kalmamıştı ama ya bulursam? Kalktım yerimden, vurdum yine İstiklal’e. Öyle ılınmış ki hava, deri ceketi de çıkarıp tişörtle yürüdüm. Atlas, ergenliğimde en sevdiğim ikinci pasaj. İlki Aznavur’du. Ne filme bilet bulabildim, ne de on beş yıl önceki pasajı.

Çıkıp yürümeye başladım ben de. Ama neden, ama nereye? Bilmem. Robinson Crusoe’ya girdim. İki Sema Kaygusuz, bir Hannah Arendt alıp çıktım. Bunu bir külah dondurmayla mı kutlasam derken uzaktan bir darbuka sesi çalındı kulağıma. Baktım az ileride bir kalabalık. Ses yaklaştıkça kavrıyor insanı. Nasıl akıcı, nasıl kıvrak bir ritim. Bir de baktım el kadar bir oğlan. Biraz ona takıldım, sonra devam ettim. Az ileride genç bir adam keman çalıyordu tek başına. Önünden geçtim, sonra dönüp para attım kutusuna. Her şeyi daha da güzel kılıyor bu ses.

Asmalı’ya gelince Takıl’a baktım, yerinde yok. Tam “buradan da taşınmışlar” diye surat sarkıtacaktım ki tam arkamdaki dükkana taşınmışlar şimdilik. İçeri girip, kendimi bildim bileli beni büyüleyen gümüş takıları, yarı değerli taşları, tasarım güzellerini izledim. Fiyat etiketlerindeki sıfırlar da göz göz olmuş bana bakıyorlardı. Bakıştık. Sahibi geldi sonra, onla lafladık biraz. En az on beş yıldır tanışıyoruz galiba. Ne güzel.

Onla beraber çıktım dükkândan. Ne yapacağım? Durasım yok, dönesim de yok. Vurdum aşağı doğru, Galata’nın yanından Karaköy’e indim. Balıkçıların arasından Akın Balık’a doğru seyirttim. Bir tek rakı atsam? Hayır, canım çay istiyor. Denizin dibindeki balıkçıya gittim. Hiç aklımda yokken, sırf sevdiğimden bir mezgit tava söyledim. Tek başıma da yemedim ha, martılar eşlik etti. Kâh masanın ucuna geldiler kedi gibi, kâh tam tepemden uçup saçlarımı havalandırdılar. Bir martının kanat çırpışıyla pembe çiçekler döküldü saçımdan. Aklıma gelmemiş üzerimdeki çiçekleri temizlemek. O da ne demekse zaten.



Çayımı içerken bir akordeon sesi çalındı kulağıma. La vie en rose. Sonra da sevişmek ah ne hoştur, yıldızların altında. “Gel” dedim “gel, bir de sen deli et beni”. Çıka çıka ufacık bir oğlan çıktı yine. Kalan bozukluklar da akordeonuna iliştirdiği karton bardağa.

Akordeon sesi uzaklaşırken akşam güneşi iyice ısıtıyordu yüzümü. Bu defa yumdum gözlerimi, havayı içime çektim. Mutluydum. “Şu an her şey yetiyor” diye geçti içimden. Oysa para yetmez, zaman yetmez, sevgi yetmez. O kadim boşluk, o varoluşsal eksiklik hep oradadır, hiç gitmez. Şu an ise bir esans gibi uçup gitti üzerimden. Mutluluk kokmuş olmalıyım. Her şeyin yettiği bir andı. Mükemmel bir gün ve her şeyin yettiği bir an.


P.S.: Günden artan kalan birkaç fotoğrafı instagram’a yükledim. Linki sağda. 

2 yorum:

  1. Ben de Ardent ve aynı kitabını daha yeni okudum; hamurumdaki bozukluktan olsa gerek, zamana mekana aldırmadan yaladım yuttum.:)) Bunun muhabbetini yapmıştık değil mi? Film linki de yollamıştım sanırım. Bloglardan bu kadar uzak kalınca..son yazını Akın'a yolladım, Maroon'da yer alması gereken bir deneme.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Filmin muhabbetini yapmıştık, evet. Hocam sizin hamuru bilemem ama ben biraz nazeninim galiba. Zaman, mekan, hava durumu hepsi faktör. Kitap okumayacağım, uçak kaldıracağım sanki. Nazeninlik de değil düpedüz sığlık aslına bakarsanız. Neyse, Sema Kaygusuz şifa niyetine yetişti yine. Arendt'e devam edebilirim artık. Hazır hava da henüz bombokken :)

      Son yazımdan kastınız Telaş sandım ama Gündüz Düşü'nü kastediyorsunuz galiba? Bilmem, olur mu ki o? Neyse, öyle diyorsanız... Daha çok denesem de daha iyi şeyler yazmaya başlasam artık keşke.

      Sil