Şehirler arası otobüs Hereke'den geçerken neden bilmiyorum, kitaptan kafamı kaldırıp pencereden dışarı baktım. Akşamüstü güneşiyle ışıldayan bir deniz ve kıyısındaki iki üç katlı evleri görünce... size de olur mu bilmiyorum, saniyelik bir düşünce geçti aklımdan. Düşünce demek doğru değil belki, bir hayal, anlık bir gündüz düşü.
Yanıma bin lira, üç beş de eşya alıp otogara gitsem. Dört bir yanda yazan yer isimlerine iştahla baksam, az sonra kalkacak otobüslerine müşteri arayan çığırtkanları müzik gibi dinlesem yine. Ama bu defa izleyip kulak kabartmakla kalmasam da, tamamen öylesine yanaşsam bir firmanın bankosuna ve "bir bilet" desem. "Tek bayan, tek gidiş". Firma öylesine ama istikamet az çok belli: Doğu Karadeniz ve Doğu Karadeniz'de küçük bir sahil kasabası.
Otobüsün koltukları alabildiğine sert ve rahatsız, biliyorum. Kesif bir kokunun gitmemek üzere çökmüş olduğunu da biliyorum ama koku, insanın en zahmetsiz alıştığı şey belki de. Yanımda oturan kadın yedi yaşındaki çocuğu için ikinci bir bilet almamış, almayacaktır, biliyorum. Olsun, çocuğu aramıza oturtur, gerekirse kucağımızda uyuturuz, ne var.
Sabaha inerim otobüsten. O birkaç merdivenden inip de yere ayak bastığım anki duygumu daha düşlerken bile duyabiliyorum. Önce bir içime çekerim havayı. Denize doğru yürürüm sonra, vuslatın bir tadına varırım. Sonra arkama dönüp dağlarının sisini, yeşilini öperim. Bir yerinden illa ki berrak bir su çağlıyordur, o suyu arar gözlerim. Gözlerim hep suyu arar zaten.
Karnım acıkmıştır biliyorum. Kasaba ya, vardır kadınların gidip oturabildiği bir iki yeri. Belki biraz yürürüm ama illa ki bulurum bir pastane bir şey. En kötü bir poğaça alır kumsalda yerim. En kötü ihtimale bak. Ama sanmıyorum ki çaysız kosunlar. Çaysız olmaz.
Açlığımı bastırınca dükkanlara bakmaya başlarım. Bir çeyiz dükkanı bulacağım. Çeyizci teyzeler oldum olası severler beni. Gidip iş istesem o teyzeden. Böyle böyle desem, ben geldim, benden daha güler yüzlü tezgahtar bulamazsın. Çok çalışırım, hiç yorulmam, çok da para istemem. Kiralık bir ev bulup tutmam iki günden fazla sürmez. Denize bakan eski bir Rum evi olsun diye inat edersem üç dört gün de sürebilir ama bulurum. Bin liramın en fazla yarısı kiraya gider. Geri kalanıyla ilk ay üç beş bir şeyler alırım eve. Öteberi, birkaç eşya.
Çok değil iki hafta sonra görebiliyorum kendimi: Başımda yemeni, elimde kına. Akşamları çayımı demleyip içiyorum. Ayağımda patikler. Olmazsa olmazlarım yok bu hayalde, ne kitaplarım ne rakım. Kurduğum en basit hayal, gerçekten en uzağı belki. Doğu Karadeniz'in sisli yeşil dağlarının tepesinden çağlayan sular, falezlerinde patlayan dalgalar misali bir hayal işte. Güçlü, yalın, anlık bir şey.
Bir an sürdü gerçekten. Sonra gerçekler belirdi ellerinde baltalarıyla. Bırakmazlar, biliyorum, evlendirmeye çalışırlar. Ben ayak diredikçe de laf söz olur, adım çıkar, yaşatmazlar. Nerede yaşatıyorlar ki zaten. Hayal burada bitiyor. Hereke'yi de geçtik zaten.
Yanıma bin lira, üç beş de eşya alıp otogara gitsem. Dört bir yanda yazan yer isimlerine iştahla baksam, az sonra kalkacak otobüslerine müşteri arayan çığırtkanları müzik gibi dinlesem yine. Ama bu defa izleyip kulak kabartmakla kalmasam da, tamamen öylesine yanaşsam bir firmanın bankosuna ve "bir bilet" desem. "Tek bayan, tek gidiş". Firma öylesine ama istikamet az çok belli: Doğu Karadeniz ve Doğu Karadeniz'de küçük bir sahil kasabası.
Otobüsün koltukları alabildiğine sert ve rahatsız, biliyorum. Kesif bir kokunun gitmemek üzere çökmüş olduğunu da biliyorum ama koku, insanın en zahmetsiz alıştığı şey belki de. Yanımda oturan kadın yedi yaşındaki çocuğu için ikinci bir bilet almamış, almayacaktır, biliyorum. Olsun, çocuğu aramıza oturtur, gerekirse kucağımızda uyuturuz, ne var.
Sabaha inerim otobüsten. O birkaç merdivenden inip de yere ayak bastığım anki duygumu daha düşlerken bile duyabiliyorum. Önce bir içime çekerim havayı. Denize doğru yürürüm sonra, vuslatın bir tadına varırım. Sonra arkama dönüp dağlarının sisini, yeşilini öperim. Bir yerinden illa ki berrak bir su çağlıyordur, o suyu arar gözlerim. Gözlerim hep suyu arar zaten.
Karnım acıkmıştır biliyorum. Kasaba ya, vardır kadınların gidip oturabildiği bir iki yeri. Belki biraz yürürüm ama illa ki bulurum bir pastane bir şey. En kötü bir poğaça alır kumsalda yerim. En kötü ihtimale bak. Ama sanmıyorum ki çaysız kosunlar. Çaysız olmaz.
Açlığımı bastırınca dükkanlara bakmaya başlarım. Bir çeyiz dükkanı bulacağım. Çeyizci teyzeler oldum olası severler beni. Gidip iş istesem o teyzeden. Böyle böyle desem, ben geldim, benden daha güler yüzlü tezgahtar bulamazsın. Çok çalışırım, hiç yorulmam, çok da para istemem. Kiralık bir ev bulup tutmam iki günden fazla sürmez. Denize bakan eski bir Rum evi olsun diye inat edersem üç dört gün de sürebilir ama bulurum. Bin liramın en fazla yarısı kiraya gider. Geri kalanıyla ilk ay üç beş bir şeyler alırım eve. Öteberi, birkaç eşya.
Çok değil iki hafta sonra görebiliyorum kendimi: Başımda yemeni, elimde kına. Akşamları çayımı demleyip içiyorum. Ayağımda patikler. Olmazsa olmazlarım yok bu hayalde, ne kitaplarım ne rakım. Kurduğum en basit hayal, gerçekten en uzağı belki. Doğu Karadeniz'in sisli yeşil dağlarının tepesinden çağlayan sular, falezlerinde patlayan dalgalar misali bir hayal işte. Güçlü, yalın, anlık bir şey.
Bir an sürdü gerçekten. Sonra gerçekler belirdi ellerinde baltalarıyla. Bırakmazlar, biliyorum, evlendirmeye çalışırlar. Ben ayak diredikçe de laf söz olur, adım çıkar, yaşatmazlar. Nerede yaşatıyorlar ki zaten. Hayal burada bitiyor. Hereke'yi de geçtik zaten.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder