Otuz yaşıma
geldim ve vardığım yaşta aklımı çıkaran yegâne şey zaman. Son birkaç yıldır,
akışını izlemek başımı döndürüyordu. Çocukluklarında tanıdığım insanlar üreyip,
kendileri gibi çocuklar üretmeye başlar oldular. Bir tencere satın almak için
kırk hesap yaptığımı düşününce çocuk üretimi fikri dehşet verici. Aksi gibi
otuz yaşındaki bir kadına fırlatılan en birinci beklenti de bu. Hadi şimdi sıra
sende. Sırayı bozma. Yap şunu. Yap.
Çamaşır makinesi
içinde dönen çamaşırları izleyen çocuklar gibiydim zamanı izlerken. Hayır,
öylesi bir döngüsellik azamet gerektirir. Daha çok, şehirlerarası otobüste cam
kenarı koltuğundan dışarıyı izleyen bir yolcu gibiydim. Her şey bir yol
üzerinde görece duruyor ama otobüs öyle hızlı ki yol üstündekileri takip etmeye
kalksam pin pon topu gibi sekip duracak kafam. Geçip gidiyorum ben de. Yorgunum
zaten.
Neden sonra bu
boşluklar, bu vakumlu alanlar belirip kaybolmaya başladı zihnimde. İsimleri,
yerleri, sözleri falan filan anımsayamamaya başladım. Söz aklımda ama kimin
dediği uçup gitmiş. Yüzünü çizebilirim ama ismi karanlık bir kuyunun dibini
boylamış sanki. Çok güzel bir yerdi ama neresiydi? Belki de çok içiyorum.
Beynim ayrı eve çıktı sonunda.
Sonra zaman
algıma sıçradı bu serbest bölgeler. Bazen, unutuyorum. Hangi yıldayız, hangi
mevsim, hangi ay, kaç yaşındayım? Yalnızca bir an sürüyor aslında ama hoşuma
gidiyor bazen, el yordamıyla uzatıyorum biraz daha. Birkaç saniye daha
hatırlamıyorum mesela. Yerçekimsiz alan gibi oluyor, ağırlıksız. Ürkütücü tabi,
olmaz mı? Korku, özgürlüğe içkin değil mi? Yerçekimsiz alanda süzülüyorum
saniyelerce ama belimden bir iple bağlıyım gerçekliğe. Ya o ip bir gün koparsa?
Ya geri dönemezsem?
İki bin… Bin
dokuz yüz… Mevsim? İnceden ürperdiğime göre yaz değil herhalde. Sevgilim var
mı? Mutlu muyum? Bir işim var mı? Sonra dev bir kazan çorbaya dönüşüyor zaman.
Gelmiş geçmiş gelecek tüm yıllar birbirine girmiş. Bir bakıyorsun 1300’le 3000
başlı kıçlı dönüyorlar dev kepçenin hareketiyle.
İş değil. Kim
bilir, belki de yaşlandıkça işime geliyor bedeni ruhtan, zihni bedenden ayırma
fikri. Nefes alıp verir gibi ölümü düşündüğüm bu yazın sonunda artık bir
bedenden fazlası olmamız gerektiğine inanmaya çalışıyorum. Dine hiç
savrulmadan, tinselliğe müstehzi mesafemi koruyarak ama bir çıkış arayışında. Beden
gidecek. Beden kırılgan ve dehşet derecede sonlu. O gidince biz de gitmiş mi
sayılacağız? Zaman ve mekanda yolculuk talep ediyorum ben. Özlediğim anlara
sarılıp uyumak istiyorum. Geçenlerde izlediğim bir Amerikan filmindeki adamın
vaat ettiğiyle de “yetinebilirim”.
Şimdilik. Aklımla
oyunlar oynamakla yetiniyorum. Belimden bağlıyım şimdilik. Düşemiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder