26 Ağustos 2018 Pazar

Le Péché Originel

Boş evin içinde manasızca etrafıma bakındıktan sonra bir cevap, bir çözüm, bir çare bulurum umuduyla içime döndüm. Bugün ihtiyacım olan bilgiyi en iyi bildiğim tarihte, kendi geçmişimde aradım. Kesin söylemek gerekirse 10 Temmuz ve 14 Temmuz 2007’de, yani kişisel tarihin karanlık görünümlü aydınlatıcı sayfalarında. Cevap kabak gibi oradaydı, oturmuş beni bekliyordu. Gelecekteki ben tarafından geçmişe yerleştirilmiş gibi.

Oradan sekip lise son yazımda buldum kendimi. Arkadaşımın aşkına âşık olduğum yaz. Öğrenilen ve doğru bellenilen davranış kodlarının, etiğin gotiğin ne denli havada kaldığını o yaz öğrenmiştim; insanın başına henüz gelmemiş, hiç yaşamamış olduğu şeyler hakkında sıraladığı tumturaklı cümlelerin, sözleri bir anlam ifade etmese de tekrarlaması kulağa hoş gelen tekerlemelere benzediğini de. Ta ki bizzat takılıp tökezleyene dek. Ancak ondan sonra ayağa kalkıp kendi cümlelerini kendin kurmak zorunda kalıyormuşsun. Bunun için önce yeni bir dil bulman gerekse bile…

Yazmak, dünyayı her seferinde yeniden kurmak biraz. Okura anlaşılmaz gelse bile kendin için biraz olsun anlaşılır kılmaya çalışmak. En iyi yazarak çalışılır derler ya, o hesap herhalde.

2007’de henüz blog yazmıyordum. Eteğimdeki taşları dökmek, yükümü hafifletmek için duyduğum yazma ihtiyacı dayanılmaz bir hal almamıştı henüz. Üç yıldan kısa bir süre vardı bir blog açıp adının “leyla-gündüz düşleri” olmasına karar vermeme.

22 yaşındaydım. Kimseyi öldürmediğin müddetçe büyük hatalar yapmanın serbest olduğu o ferah yaşlardan birinde. Yaralamak serbestti, yara almak da öyle. Yani tam öğrenme çağları.

Yıkıcılığımı öğreniyordum ben de. Mutluydum, huzurluydum ve bu bana doğru gelmiyordu. Tamamlanmış, bütün gibi hissetmek için çok erkendi. Yersizdi, zamansızdı. Tamam demek nokta koymaktı ve nokta koymanın düşüncesi bile nefessiz kalmama yetiyordu. Yaşadığımı hissetmek için meydan okumaya, meydan okunmaya ihtiyacım vardı. Ben de iyiliği, güzelliği, huzuru, mutluluğu alaşağı edip parçalayarak engebeler yarattım kendime. Rahatladım, nefes aldım. Belki de zaten en baştan hak etmiyordum. Benim asıl layığım oydu, o engebelerdi. İşin doğrusu hepsi birbirini besliyordu. “Ben neden böyleyim” diye kendime kızıyor ve kendimi cezalandırmak için her şeyin içine ediyordum. O zaman kendime daha çok kızıyor ve… öyle gidiyordu. Bundan tuhaf bir zevk de alıyordum. Acı vermenin korkunç bir tadı vardı.

O yıl bitti. Cemreler düşmek üzereydi. Ben onca zaman hiçbir şey düşünmeden yaşamayı, sadece yaşamayı başarmıştım. Özlemini çektiğim ne varsa yapmıştım, en çok da dans etmiştim. Metafor filan değil, basbayağı dans. Sonra cemreler düşmeye yakın ayaklarım yorulmuş olacak, bir gün durduk yere deliler gibi ağlamaya başladım. Düşündüm, düşündükçe ağladım. Güzel olan ne varsa yıkıp devirdiğim gün ve aradan geçen mevsimler boyunca her gün aslında daha çok bağlanmıştım. Ben kopmak için elimden geleni yaparken o gelip en derinime yerleşmişti. Böylece, alaşağı ettiğim her şeyin altında kaldım. Yıktığım kendi hayatımdı. Yeniden yapmak istedim, harç tutmadı. Sil baştan kurmak zorundaydım. Belki zorunda kalmasam, güçlü olmayı öğrenemezdim. Yine de öğrenmenin daha kolay bir yolu olsun isterdim.

Neden yaşadım yaşadıklarımı? Sevgim mi azalmıştı? Hayır, sevgiden yana hiç eksik olmadım. Bir an bile. Tek bir an bile. Hep fazlasından mustariptim. Kim bilir belki bunun da etkisiyle şaşırdım, ne yapacağımı bilemedim, korkup kaçtım galiba. Kaçarken geçtiğim yerlerdeki her şeyi devirerek. Sonra dönüp de kırıklar ayağıma battığı vakit anladım. Neyi? Epey bir şeyi. Bugün beni ben yapan şeylerin birçoğunu.

İlk günahı işledim. Çarmıha gerildim, bedelini ödedim. Elmanın tadını sevdim, tatlıydı. Kesmedi, yılanı da kızartıp yedim. Bedelini ödedim. Cennetten kovulmadım, ben istifa ettim. Ödedim. Cenneti hep özledim. Cehennemde oh kemiklerim ısındı. Cehennemim anlamak oldu. Dişimde yılan derisi kalmıştı, tanrıdan bir kürdan rica ettim. On kere daha düştü cemreler. Yeniden doğdum.


Mythology fixed. Medusa holding the head of Perseus.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder