8 Ağustos 2010 Pazar

Bir İstanbul Hatırası


İki bina arasından ışıldayan deniz parçasını gördüm. Işıltıya doğru ilerledim. Sağımda duruyordu, hiçbir şey olmamış gibi. Sandalyeler ters çevrilip masaların üstüne konulmuştu sadece, kapatıldığını inkar etmeme yardımcı olmak ister gibiydi. Kapalıydı halbuki, gitmişti, almışlardı.
Yola geri dönüp başladım yürümeye. Ağır ağır, öyle çıkacakmışız ya merdivenleri de. İki taraflı yüksek yüksek ağaçların birleşerek örttüğü dar yol bir de baktım Ankara’ya çıktı. İlkokula ya gittiğim ya da henüz gitmediğim yıllardan aklımda kalan Ankara: Emek’in huzurlu dar sokakları. O ağaçlar örtmekten çok koruyordu sanki. Gölgeleriyle bir oyun arkadaşıydı güneş.
Hava ayaz mı ayaz, ellerim ceplerimde. Bir şarkı tutturmuşum, durup durup onu dinliyorum. İçinde asla oturamayacağımı bildiğim yalılar sağımdan bir bir geçerken yere takılıyor gözüm. Bir yığın küçük, pembe taç yaprağı. Ne gerek vardı diye geçiriyorum içimden. Aksiliği görüyor musun, tacımı evde unutmuşum.
Daha yeni açılıyor dükkanlar, bir iki günaydın duyuyorum. Hiç biri bana değil, devam ediyorum. Denize varıyorum, aksi mümkünmüş gibi. Onu sevdiğimi söylüyorum İstanbul’a. Aklımdan bir an bile çıkmadığını, ne kadar uzakta da olsam hep sevdiğimi. Yalnız onu, hep onu. Biliyor İstanbul, bilmez mi sevildiğini.
Ellerimi cebimden çıkarıyor, derin bir nefes çekiyorum içime, türlü türlü çiçek ve kuşlar doluyor. Gülümseyerek bırakıyorum nefesimi sabaha. Güneşi de arkama almış yürüyorum. Kuzeye doğru, tek bildiğim kuzeye doğru yürüdüğüm. Yürümek sonsuzlukla eşdeğer bu anlarda. Sabahın ilk ışıklarıyla başlasam, gece olduğunda Karadeniz’in karasına bırakabilirim kendimi. Yapabilirim bunu, ya da ben öyle hissediyorum. Ne fark eder.
Yolun en kenarından yürüyorum, denize düştüm düşeceğim. En kenardan. Öyle uzak kaldım, öyle özledim ki en yakınında olmalıyım şimdi. Kokusunu, sesini içime çekmeliyim. O beni içine çekene kadar.
Nerede balık tutan amcalar görsem meraklanıyorum. Rakının kokusunu arıyor burnum, bazen alıyor bazen bulamıyorum. Bulursa kendim içer gibi keyifleniyorum. Keyiflerinden sebepleniyorum. Hem bedava hem de paha biçilemez bir şey bu. Sesim güzel olsaydı mesela, bir şarkı söyleseydim onlara. Bir ince belli de bana uzatsalardı ne çıkardı.
İstanbul’un kıvrımlı hatlarında yürüyorum adım adım. Ufacık teknelerin demirli olduğu ufacık koylar geçiyorum, kuzeyden gelen rüzgarı olanca şiddetiyle yüzüme çarpan sivri burunlar geçiyorum. Nerede olduğumu iyice kaybettim artık. Otobüs duraklarından kopya çeksem de unutuyorum nasolsa. Yanımdan geçen demirli teknelerin isimleri ise bir bir aklımda. Denizle aralarından yol geçen eski yalılar bir bir aklımda. Her şey ama her şey bir bir aklımda. Bir aklım yerinde değil ama bu da aklımda.
Biri kafayı uzatıveriyor denizden, ağzında minik bir balık. Pek ömrü kalmamış belli, yolun sonuna gelmiş gene de çırpınıyor. Buraya kadarmış demek zor, o da haklı.
Sinir bozacak kadar düz ve geniş yol burada bitiyor. Bundan sonrası daracık, eğri büğrü devam ediyor. Burada ağaçlar, banklar ve deniz daha yakın birbirine. Burası da bitip Arnavut kaldırım başlıyor ve çocuk parkı ve Hristo’nun meyhanesi. Sevdiğim yer burası. Sevdiğim bank burada. Dinlemek istediğim tek sessizlik bu, duymak istediğim tek koku. Çocuğunun büyümesini izleyen bir anne gibi şimdi İstanbul, biraz hayret biraz gururla bakıyor ya da bana öyle geliyor. Ne fark eder.
Güneş kuruldu kurulacak baş köşeye. Çantamdan çıkardığım elmayı bir hanımefendiye hiç yakışmayacak şekilde yiyip bitiriyorum. Öyle ki, o derece ki yapış yapış ellerim. Ellerinin ıslak bir bezle silinmesini bekleyen bir çocuk kadar çaresiz bakınıyorum etrafa. Pek öyle utanılacak bir kalıbım olmamasına da kıs kıs gülüyorum içimden. Yolun karşısındaki tekelden bir su alıp elimi yıkıyor, geri kalanını da kafama dikiyorum. Terli terli soğuk su içmenin o eşsiz tadı.
Bu ânı anlatmak epey zor. Tarabya’dayım. Gözlerime kapalı denemez, yumuk demek daha doğru. Düz yazı gibi olan yenilerden değil de, şiir gibi eski bir banka yayılmışım sere serpe. Güneş tepeden bakıyor. Yanaklarımın kızardığını hissediyorum. Denizin kokusu, sesi, tadı…hepsini içimde duyuyorum. Tombul bir kediyim bu anda. Az ötemde balık kılçıklarından mütevazı bir tepe, gözlerimi açmadan patilerimi yalıyor ve miskin miskin esniyorum güneşin altında.
Bu anda ne düşmek dalgalara…toprak, güneş ve..
Peki hatıra bunun neresinde? Hiçbir yerinde ve her yerinde. Hayat kocaman bir hatırlayış şimdi.

23 Nisan 2010, İstanbul

3 yorum:

  1. Ve Istanbullu disi flaneur, bir sabah yapacak daha iyi birsey bulamadigi ve kafasindaki cumlelerin dort duvar arasinda sekmesini dinlemek istemedigi icin sahilde yuruyuse cikar.

    O sabah gunes her gun seyrettigi hatta yukseledursun, bizim kiz dalgalarin en alasina, kendi yarattigi hatiralara duser. Butun bocalamalara ragmen, gunluk -hatta hergunluk- hatirlayislari hatira yapan, bir huzurlu sabahtaki yuruyusun guzel hikayesini yaratan anlaticinin kendisi degil midir? Hele ki Istanbul'da, hele ki aysec olursa?

    YanıtlaSil
  2. ve eteklerinde gunes rengi bir yigin yaprak... (evet duygulandim)

    YanıtlaSil
  3. http://fizy.com/#s/1ahf6w

    bak sen öyle duygulanınca ben de bi fena oldum şimdi. sabah olduğu için değil hakikaten aydınlık bir sabahtı ve ben -artık- ümitli bir şeyler yazmak istemiştim halbuki. hüznü kendinden menkul bir flaneuse'ün zamanla yekpare bir hatırlayış festivaline evrilen gündelik hayatı..

    YanıtlaSil