27 Ağustos 2010 Cuma

Balon Beyaz Ben Balondan Beyazım


Balkonda oturmuş çalışıyorum. Sağımda bulvarın olanca gürültüsü, önümde bir avuç ışıklı deniz. Her zamanki gibi. İnce ince üşüyorum ama ne üstüme bir şey alacağım var, ne de içeri gireceğim.

Bir şeye takılıyor gözüm, kafamı kaldırıyorum. Beyaz bir balon bu. Oysa ayın doğmasını bekliyordum ben, sen de nereden çıktın be? Tam da ayın doğacağı yerden. Şuna bak nasıl da şapşal şapşal süzülüyor. Kim kaçırdı seni elinden gecenin bu vaktinde, ne işin vardı elalemin elinde. Benim gibi kır dizini otur evinde aptal.

Neredeyse kaybolacak gözden. İçimi bir korku kaplıyor. Hay okumaz olaydım. Orta iki olmalı, demek on dört yaşında filanım. Yeni, gıcır gıcır bir kitap bulmuştum antika kütüphanemizin raflarında. Herman Hesse'in Siddartha'sı. İlk ben atlamıştım üstüne, çizik içinde bırakmıştım ama sonra silmiştim teker teker çizdiğim yerleri. Hafif iz kalmasına göz yumarak silmiştim ama. "Bak buralar önemli, iyi oku buraları" der gibi benden sonra okuyacak olana.

İşte o kitapta, Buda'nın Buda olurken yaptığı meditasyon tekniklerini anlatıyordu. Cansız objelerin yerine geçmekti bir tanesi. Emin değilim, belki hayvanlar da dahildi buna ama işte bir taşa ya da bir dala bakıp onun ruhuna giriyordu. O oluyordu. Gel de etkilenme.

Ben ne anlarım meditasyondan, öyle değil de...oyun gibi kaldı öyle. Bilakis, başardım belki de, ne bileyim işte. Otobanda arabaların sırayla ezdiği çere çöpe bile içlendiğime göre. Şimdi balonu görünce -ki artık göremiyorum, korktum. Çok yüksek ve çok karanlık.. ama kim bilir nasıl görünüyordur bulunduğu yerden İstanbul. Peki ne zaman patlayacak? Nereye kadar gidecek böyle? Ay ne zaman doğacak?

Şimdi düşününce, bunu hep yaptığımı fark ettim. Bir şeye bakıp onun yerine koymak kendini, o olmak... ne çok matah ne çok garip. Saçma, eğlenceli bir oyun işte. Mesela Kadıköy vapuruna bindin, martılar zaten kadrolu yolcu... Martı ol geç Kadıköy'e, daha iyi değil mi? Püfür püfür, hem arada simit de çıkıyor.

Mesela upuzun bir ağacın en üstteki dalına konan serçe. İki ağacın en tepesi balkonun tam hizası. Konuyorlar bazen. Ben gene korkuyorum. Sanırım yüksekle benim derdim. Denizde mesela çok açılırım. Çok derken, çok. Sevmem öyle kıyıda kenarda çimmeyi. Hele o burayı-geçerseniz-mesul-değiliz dubaları yok mu sinir oluyorum. Bir havuz kadar alan bırakıyor insana, gerisi motorize bir takım insanların keyfi için tahsis edilmiş. Yerler! Neyse onu demeyecektim. Bizim köyün koyları bizim nasolsa. Açılıyorum, açılıyorum, açılıyorum... dipsiz bir laciverdin tam ortasında korkudan apışıp kalıyorum sonra. Yüksek çünkü. Hayal gücüne gel: Su bir anda yok olacak, ben çat diye aşağıya düşeceğim. Sonra sırt üstü yüksek sesle şarkı söyleyerek, yandan çarklı ada vapuru gibi kıyıya vuran bir tip.

Herkes uçtuğunu görür rüyasında. İş değil bu anlattıklarım, biliyorum. Oysa bu aralar düşerek uyanıyorum hep. Olmazdı hiç. Bir garip. Can havliyle yatağa tutunarak açıyorum gözlerimi. Düşüyorum. Dipsiz, kadife bir lacivert. Yolunu şaşırmış, şapşal, beyaz bir balon gibi hızla yukarı çıkıversem dipten. Vurgun yer mi balonlar? Balonları da vurmasınlar. Vurgunları vursunlar. Böylece vurgun bulamayıp lakerda yiyelim biz de ve rakısız kalmayalım bir gün bile. Ama korkudan, kederden değil.. keyiften.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder