19 Ağustos 2010 Perşembe

Sevgili blog

Bugün çok güzel bir şey oldu. Kadrolu kabuslarımdan biriyle uyanmıştım halbuki. Aslında güzel bir güne dönüşmesinde bunun da etkisi var. Hatta doğrudan bu sebep oldu galiba.

Hocamı gördüm gene. Tezimi sordu, uzun uzun anlattım. Benimle gurur duyduğunu söyledi, sarıldı. Ayağa kalkıp arkasını döndü. Yanına gittim. Her zamanki gibi çekinerek konuşuyordum. Sadece onun karşısında böyleyim, üflese uçarım. Saygımdan elimi ayağımı nereye koyacağımı şaşırıyorum ne yapayım. Gene öyle yaklaştım yanına, tezimi kendisine ithaf etmek istediğimi, izni olup olmadığını sordum. Gözleri doldu, gülümsedi. Dönüp küçük daktilosunun başına geçti. Biraz durdu, düşündü, sonra bir cevap yazdı bana. Kağıdı elime tutuşturdu ve artık gitmem gerek, daha fazla kalamam dedi. Denizin ortasında çok yüksek bir platformun üstündeydik. Çatısı, eşyaları filan olan tıpa gibi bir ada. Uçurumun kenarına yürüdü. Onu izliyordum. Kenara geldiğinde güneş batıyordu, turuncuydu her yer. O anı beklemiş gibi durdu kalbi ve aşağı düşmeye başladı.

Vedalaştığımız ve onun yok oluşunu izlediğim bir sürü kabus görüyorum ne zamandır. Tarif edemeyeceğim kadar korkunç bir hisle uyanıyorum. Kalkıp çalışmaya başlıyorum hemen ama onun şimdiki halinin onda biri kadar bile verimli değilim, olamam. Gene de uyumanın kendisi kabus haline geldi artık. Gözlerimi kapamaya korkuyorum. Daha uzun süredir gördüğüm başka bir kadrolu rüyam daha var. O rüya. Ondan uyanması kabus asıl. Çare insomniada gibi görünüyor ama uykum canımdan bile tatlıdır benim. Çaresiz uyuyacağım.

Öğlene doğru bir an, eski fevriliğimi anımsatan bir hışımla kalktım kanepeden, mail yazmaya oturdum. Gene saygıdan titreyen fakat duygularını ele vermekten de çekinmeyen kelimelerle anlattım meramımı. Bir saat içinde cevap geldi. Bu konuyu çalışmamdan daha büyük bir şey olamayacağını ama onurlandığını söyledi. Daha da önemlisi iyi olduğunu. Ben inandım iyi olduğuna. Kötü olmasını bir türlü aklım almıyor zaten. Anlamak için en az beş altı kere okumam gereken makaleler yazsın; ellerini gene öyle şiir gibi kullanarak ama sinik bakışlarıyla delerek Heidegger'den ontolojiden filan bahsetsin ya da hiç değilse son bir kez içelim karşılıklı. "Şundan da ye" desin, itiraz edemeyeyim. Utana sıkıla koyayım ikinci dublemi. Son yazısıyla ilgili ne düşündüğümü sorarsa da, bu sefer "daha o kadar içmedim" demek yerine fondip yapıp ne düşünüyorsam söyleyeyim. Meğer sivriliğimi sevmiş benim, ben nereden bileyim.

Kalan vaktin darlığına rağmen yavaş yazıyorum aslında. Bir tek geçen gece inanamadım kendime. "Ulan tek eksiğim Nietzsche'ymiş" dedim. O cümleler benden mi çıktı, o tahlilleri tespitleri ben mi yaptım, ben mi bağladım onu oradan oraya? Bütün tezi o hızla yazsam bir ayda biterdi zaten. Lakin Nietzsche'yle saadetimiz kısa sürdü, gene baş başayız Foucault'yla. O yüzden, hiç içime sinmediği halde dayıyorum alıntıyı. Hocam, biz de gençken severdik Foucault'yu deyince suratımı asmıştım, halbuki hak veriyorum şimdi. Gene de hoşuma gidiyor o kafa karışıklıkları ve onları saklamak için kırk takla atmayışı. Oysa Nietzsche...başta kızıyordum ona. En fazla, nasıl çorba içer bu adam ya da nasıl öpüşür diye düşünürdüm eskiden. Şimdi ise, ne bileyim çok farklı işte. Gülüyorum, konuşuyorum onunla. Liseden kalma bir alışkanlık, paragrafların yanına not alarak diyaloğa girerim yazarlarla. Bir nevi laf yetiştirme. Aynı şeyi ÖSS'de bile yaptım. Bir felsefe sorusuydu, uzunca bir paragraf vermişler gene ama yazarı söyledikleri adam değil. Soru kitapçığına not almıştım onun yazarı bu değil şu diye. İmla hatalarını filan zaten düzeltiyordum. Eskisi kadar olmasa da gene yapıyorum bazen. Ne var canım..

Bu bir hafta içinde yazmam gereken çok şey var aslında ve en yanlış zamanda hiç olmaması gereken bir yerde kafam. Elimde değil. Sırf ben tez yazıyorum diye aşk ya da ölüm silinip gitmiyor yer yüzünden. Yoo, hiç zamanı değil bunların. Foucault, oui... Tanrım yeter artık. Ayaklarımı uzatıp Being and Time'ı, Will to Power'ı okumak istiyorum. Sigarayı bırakmak, güzel şarap içmek, susmak ve yazmak istiyorum. Hepsi bu. Aklıma başka bir şey gelmiyor. Gelemez de zaten.

Şu adsız yorumlar... Ne garip. Yani insanın hiç tanımadığı ya da tanıdığı ama onun o olduğunu bilmediği insanların yazdıklarından güç alması ne güzel. Teşekkür ederim. Hem okunmaya değer bir şeyler yazdığımı hissettirdiğiniz, hem de bu zor dönemde moral verdiğiniz için.

...ve Foucault, tekrar sendeyiz.





Rastlantı Yalanı
Yükleyen devoted2mimi. - Yüksek çözünürlüklü video keyfini yaÅ�ayın!

Şarkıyı sözlerinden dolayı sahiplenmek isterdim fakat mutluluk gibi, şarkılar da hak edenlerin, yani Bengi ve Koray'ın bu :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder