Bana olan mesafesinden bağımsız olarak hemen herkesin yüz ifadesinde, alt yazılarında buna benzer sorular okuyorum kaç zamandır. Hal böyle olunca insan da ister istemez soruyor kendine: Sahi neden? Alt tarafı kıçı kırık bir master tezi...ya da bana öyle olması gerektiğini söylüyorlar.
Bu kadar önemli çünkü elimde başka hiçbir şey yok. Her şeyimi bu teze bağladım. Aşkın yokluğunda aşk oldu benim için. Dahası, yegane başarım ya da en dillere destan hezimetim olacak bu çalışma. Yerleri öpen tevazudan hoşlanmam dolayısıyla mütevazı değil sadece gerçekçiyim. Elim kalem tutalı beri resim yaparım. Yapardım. Kadın resimleri. Aklım ereli beri stilist olacaktım. Bunu seçtim bile sayılmaz, bu böyleydi. Doğruya doğru, yetenekliydim.
Kıyafet tasarımları, karikatürler, duvar resimleri çizerken edebiyata olan yatkınlığım da sürgün verdi. Ailesi sayesinde, çocukluğunu Behrengi, Vasconcelos ve Aziz Nesin okuyarak geçiren şanslı veletlerdendim. En yoğun okuma dönemim, hatta genel olarak kendimi en geliştirdiğim dönem orta okul-lise idi. On iki yaşımda anadolu liseleri sınavından çıktığım zaman aklımda olan tek şey o sakallı adamın das kapital denen kitabını okumaktı. Ona benzer diğer kitaplarla beraber nereye saklanıp kaldırıldıklarını biliyordum. İlk işim sandalyeye çıkıp onu almak oldu fakat benimle birlikte inmedi sandalyeden. İçini açıp biraz karıştırınca bu işin beni aştığını anlamam çok zaman almadı çünkü. "Ben bu terimleri bilmiyorum, öğreneyim de öyle..." Onun yanında duran Muazzez Tahsin Berkand ve Kerime Nadir'lere gözüm takılmış olmasa gene Leyla olur muydum? Olurdum.
Okulda zorunlu okuduğumuz distopyalar, Shakespeare'ler, Yaşar ve Orhan Kemal'ler...hepsi ince ince dokudu beni, hepsi dokundu ruhuma. Bir yandan da, Musevi ve Hristiyan arkadaşlarım gibi muaf tutulmayı başaramadığım din derslerinde -çünkü agnostisizm geçerli bir sebep değildi- sıra altından ilk aşkım Nazım Hikmet'ın külliyatını okuyordum. Platon, Rousseau, Aristo, Sokrat ben daha anlamadan çıkmışlardı aradan. Lisede Emre Kongar'a başladım, hayatımı bu denli etkileyeceğine zerrece ihtimal vermeden. Bir gün bir mail yazdım, köşesinde yayımladı, sonra kitabında. Koca koca adamlar ifademi beğendiklerini söylüyorlardı cevap mektuplarında, ilk defa yakınım olmayan bir çevre tarafından tescillenmiştim. Yoksa kendi edebi üslubum olduğu lisedeki edebiyat çevrelerince kabul görüyor, sınıfta kompozisyonumu okurken ağlayan bir iki kişi bile çıkabiliyordu.
Bunlar hiç çelmedi aklımı, benim yolum belliydi, mayamda sanat vardı ama yazılı mazılı değil çizili mizili bir sanat. Ne olduysa güzel sanatlara hazırlanırken oldu. Vazgeçtim. Kursun en küçüğü olmakla birlikte Mimar Sinan'lı abi ve ablaları zaman zaman da olsa sinir edebilecek kadar iyiydim. Gene de kaybettim özgüvenimi. Üstüne üstlük, formasyonumu şıp diye çakan hocam modanın son derece kapitalist bir sektör olduğu konusunda beni aydınlatınca hepten bıraktım. Bir gün bileğimde göreceğimi hayal ettiğim iğneliği daha takmadan çıkarmış oldum. Sonrası o kadar da önemli sayılmazdı, aklıma ne geliyorsa yazdım. Uluslararası ilişkiler, sosyoloji, hukuk, hatta anaokulu öğretmenliği.
Gerisi malum, ODTÜ Sosyoloji. Sandığımdan uzun sürecek Ankara yılları böylece başlamış oldu. ODTÜ yılları ve Ankara başlı başına bir hikaye, orası şimdilik bana kalsın. Neticede, yüksek lisansı da kendi bölümümde bitiriyorum işte. Daha doğrusu bitmeyen tezi verince bitmiş olacak. Ha sahi, çocukluğumdan aşina olduğum Birikim dergisinde bir de yazım çıktı geçen sene bu aylarda. Okuma yazmayı söktükten sonraki en büyük başarım olarak lanse ettim kendisini, sahiden de öyle olduğu için. Benim için ayrılan kopyayı aldığım gün boyunca havada yürüdüm. Soğuk fakat çok güzel bir gündü. Gorki'nin Ana'sına benziyordum o gün fakat alternatif sonu için umut dolu ilk cümlesini karalayan Tereza'ydım aslında. Güzel bir gündü. O kadar güzel olmasa her şey farklı olurdu belki.
Kırpılıp sıkıştırılmış otobiyografimin sebebi mevcudiyeti, tevazudan hakikaten hazzetmediğimi ispatlamaktı ama çok uzattım değil mi? Durum şu ki, bu tez önemli çünkü neticesinde tescillenecek olan sadece tez değil, aklım, birikimim ve bu işe olan yatkınlığım. "Bu kadar sene yaşadın, bakalım ne anladın" bu. Bir şeyler vaat ettiğim kanısında olan hocalarım için tam bir zaman ve enerji kaybı mıydım yoksa verdiklerinden fazlasını gurur cinsinden alabilecekleri isabetli bir tür yatırım mı? Neyim ben? Akıllı mı aptal mı?
Şu anda aklıma gelen üç şey var bana dair: kendime özgü namal yüzüm, eskisi kadar olmasa da bir hayli fazla yaşama tutkum ve bir de işte varlığı ya da yokluğu kanıtlanacak olan zekam. Üç saatlik bir sınav değil ki bu indirgiyor olayım, sadece master'a üç senemi verdim ben. Bu kadar zamanda bir şey anlamış ve anladığımı anlatabiliyor olmam gerek artık. Psikopatolojik bir durum söz konusu değil. Başarısızlık korkusu, özgüven eksikliği, baba meseleleri desen hangi kadında yok ki. Bir türlü kabul edemiyorum ama biraz mükemmeliyetçi de olabilirim. Çok değil, az.
Durum bu işte. Bu yüzden şişirdim herkesin kafasını tez, tez, tez diye. Konumu çok aradım ama o beni buldu. Çok da iyi anlaştık. İlişkimiz artık monotonlaşmaya yüz tutmuş olsa da hala heyecanlandırabiliyor beni. Hep bahsetmek istediğim gene o, başkası değil.
Son bölümün son sayfalarını yazıyorum şimdi. Uzun bir editleme işi için bir kaç gün vaktim var. On yedi Eylül'de notumun verilmiş olması gerek. Benden istenen düzeltmeler uzun sürer belki. Belki jürimi bile toplayamam. Her türlü aksilik çıkabilir. Hele bir bitsin, göndereyim de. Tezi ithaf edeceğim hocamın suratını asacağı yerleri şimdiden tahmin edebiliyorum. Tanrım yeter ki bitsin artık. Ne kadar kötü olabilir diye düşünüyorum, bir hat hudut gelmiyor aklıma, bilmiyorum. Artık hiçbir şey bilmiyorum, aklım boşalmış gibi. Ben yeni bir şey söylediğimi zannediyorum, belki de tek yaptığım aptal yerine koymak kendimi. Gene de cesur davranmadığımı kimse söyleyemez. Son görüşmemizde hocamın burnuma dayayıp, sınamak için değil kendi de cevabını bilmediği için cevaplamamı istediği doktora yeterlilik sorusunu gerçeklemeye çalıştım ben. Başaramasam da denedim çünkü önemliydi.
Bir egonun hezeyanlarını okudunuz. Her defasında ben de umuyorum bir daha kimsenin canını bunlarla sıkmayacağımı fakat en aşağı bir düzenli tövbekar kadar istikrarlıyım işte..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder