30 Eylül 2016 Cuma

Kalandar Soğuğu (2015, Mustafa Kara)


Bazı filmler bittiğinde alkışlamamak için kendimi zor tutuyorum. Kalandar Soğuğu da bende aynı isteği uyandırdı. Filmi beyazperdede izleyebildiğim için çok şanslıyım çünkü neredeyse hiçbir yerde oynamıyor. Bilgisayar monitörlerine mahkum, izlendiğine şükretmesi beklenecek. Neticede biz Sinematek'i (artık) olmayan bir ülkeyiz, belki de sahiden şükretmemiz gerek. En başta da Macaristan-Türkiye ortak yapımı Kalandar Soğuğu gibi bir film çekilebildiği için. 

Film bende derin bir iz bıraktı. Bu pek sık olan bir şey değil. Başlı başına şükürlük bir durum. İyi bir sinema filminden beklediğim her şeyi buldum filmde. "Bu iş böyle yapılır" diye geçirdim içimden. Sektörün içinden olsam bu yargımın bir kıymeti bile olabilirdi. Olduğu kadar.




Antrenmansız sinema seyircisi için kesintisiz 2 saat 19 dakika göz korkutucu bir uzunluk ama yine aynı seyircinin tabiriyle söyleyecek olursak film kesinlikle "power point" değil, akıyor. Seyirciyi hikayenin içine çekmek için uzunca sekanslar var ama tam olarak amaçlarına varacak kadar uzunlar. Filmin ortalarına doğru sahiden de Mehmet'le Hanife'nin derdini dert edinmiş, şimdi ne olacak diye kaygılanıyordum. Hatta boğa dahi o kadar iyi görüntülenmiş ki hayvanın da derdini benimsedim. 

Trabzon'un başı dumanlı bir dağ köyünde yaşayan bu karı kocanın her ikisiyle de özdeşleştirdim kendimi. Karadeniz ne kadar uzak, dağ ne kadar yüksek, sürdükleri hayat bizimkinden ne kadar farklı olursa olsun karakterlerin derdini içimde duydum. Bunun tek nedeni Artvin'in dağ köylerinde bulunmuş olmam değil, hikayenin evrenselliğe dokunmayı başarması. 

Hikaye en kadimlerden biri: İnsanın doğayla mücadelesi (Kurosawa'nın Dersu Uzala'sını (1975) andım). Bir de onunla başa baş, insanın geçim mücadelesi ve beraberinde gelen çatışmalar. Hepi topu bu kadar aslında. Kadınla adam arasındaki çatışma, evinde mutsuz olan Mehmet'in kendini dağlara vurması, yoksulluk sarmalından çıkmak için bir umuda sonra başka bir umuda daha tutunması, yoksulluktan acılaşmış eşini umutlarına ortak etmek için çabalaması, bilakis kadının rasyonel tutumu, beklentileri ve toplumsal baskıyı üzerinde en fazla hisseden karakter olması, ninenin dilinden Karadeniz'in eski Rum sakinleri ve gidişleri... Aklımda kalan başlıklar. Bir de Vittorio De Sica'nın Bisiklet Hırsızları'nı (1948) görür gibi oldum filmde: Babanın hayatta tutunmaya uğraşırken oğlunun gözlerinde aşınan "baba" imajı. Oğul demişken filmde otizme yer verilmiş olması da az buz takdir edilecek iş değil. Oyunculuklara bir şepke: Haydar Şişman, Nuray Yeşilaraz, Hanife Kara, İbrahim Kuvvet, Muzaffer Şen... (edit: Oyuncuların eğitimli oyuncular olmadıklarını sonradan öğrendim ve inanmakta hâlâ zorlanıyorum. Bisiklet Hırsızları ile müthiş bir ortak yön daha.)




Bu kadar zor doğa koşullarında çekilmiş bir yerli film daha izlediğimi sanmıyorum fakat o zorluğa ancak bu kadar değebilirdi. O planların istisnasız her birini çerçeveletip evimin duvarlarına asabilirim. 

Ben seyirciyim ve basit bir seyirciyim. Bu filmde ana karakterlerin evrensel insani dertlerini dert edindim, onu bir kenara koyalım. Yakalanıp çerçevelenmiş görüntüler bana göre kusursuz görüntülerdi, onu da bir kenara koyalım. Fakat basit bir seyirci olarak filme dair beni en çok etkileyen şey kokusu oldu. Basbayağı burnuma koktu. Yağmurlu toprağı, dumanı tüten tezeği, çıtır çıtır yanan odunu, ıslak tahtayı, aile üyelerinin burunlarına kadar çektikleri eski battaniyeyi, her şeyi her şeyi duydum burnumda. Koku hafızamda "yağmurlu Karadeniz dağ köyü" diye bir dosya var, o açıldı belki de bilmiyorum. Nedeni ikinci planda kalıyor. Burnuma koktu diyorum, kokusunu duyurdu diyorum, bundan güzel şey var mı? 




Velhasıl, son yıllarda izlediğim en iyi hatta en güzel filmlerden biriydi. (Gönül isterdi ki Karadeniz'de madencilik konusunu sorunsallaştırsın, onu da dert edindirsin seyirciye. Tabi o zaman filmin süresi 3 saate yaklaşırdı ve öyle bir zorunluluğu da yok, kaldı ki öyle bir derdi de olmayabilir.) İmkanınız varsa lütfen beyazperdede izleyin, gösterimden kalktı kalkıyor. Yoksa DVD'si çıktığı zaman projeksiyonla ev sinemasında, olmadı bulabildiğiniz en geniş monitörde izlemenizi tavsiye ederim. Ben muhtemelen kalan hayatım içerisinde birkaç kere daha izleyip, bir izleyişim sonrasında da Artvin'e bilet bakacağım. 

Sinemayı seviyorsam, Kalandar Soğuğu gibi filmler sayesindedir.  



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder